Posts Tagged 12 Eylül Referandumu

DANIŞTAY DA DÜŞTÜ!

Başbakan Erdoğan’ın, katıldığı bir tv programında, “hizmetlerimizin önünde duran tek engel Danıştay kaldı” dediği saatlerde, Danıştay’da başkanlık seçimleri yapılıyordu. Ve “beklenildiği” gibi Danıştay’ın yeni başkanı, 1. Daire Üyesi Hüseyin Hüsnü Karakullukçu oldu.

Geçen haftaki Yargıtay seçimleri sonrasında, yeni Başkan Nazım Kaynak için “Benim güzel arkadaşım. Çok şükür birinci turda seçildi” sevinci gösteren Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Danıştay’a Başkan seçilen Hüseyin Hüsnü Karakullukçu için de “Kurban olduğum Allah, verdikçe veriyor” mutluluğu sergiledi.

YARGITAY’DAKİ YÖNTEM, DANIŞTAY’DA DA UYGULANDI

Danıştay seçimleri de tıpkı Yargıtay seçimleri gibi 12 Eylül referandumu öncesi planlandığı gibi geçti.

12 Eylül’de anayasa değişikliğinin kabul edilmesiyle genişletilen HSYK’yı, Adalet Bakanlığı’nın hazırladığı liste kazanmış; “yeni HSYK” da, yine anayasa değişikliğiyle daire ve üye sayısı artırılan Yargıtay ve Danıştay’a “blok” liste sokmuştu. Tıpkı Yargıtay’a seçilen 160 yeni üyenin blok oy kullanarak Arınç’ın arkadaşını seçmesi gibi, Danıştay’a yeni seçilen 61 yeni üye de blok halinde Hüseyin Hüsnü Karakullukçu’ya oy verdi. 156 oyun 82’sini alan Karakullukçu, böylece ilk turda, 32 dakikada seçilmiş oldu.

YENİ BAŞKAN’IN İLK SÖZÜ, ‘YENİDEN YAPILANDIRMA’

Karakullukçu, seçilmesinin ardından yaptığı ilk açıklamada, Danıştay’ı yeniden yapılandıracağı sözünü verdi. Böylece Başbakan Erdoğan’ın “önünde tek engel gördüğü” Danıştay da, “yeni Danıştay” olarak bir engel olmaktan çıkacak!

Karakullukçu ikinci olarak da, kendisine blok halinde oy veren Danıştay’ın yeni üyelerine teşekkür etti: “Bugünden itibaren, şu andan itibaren genç, anayasa ve yasamızda yapılan yeni düzenlemelerle aramıza katılan, seçilerek aramıza katılan, birbirinden genç, dinamik, birbirinden zeki arkadaşlarımızla çalışmak bana son derece onur verecektir.”

ERDOĞAN’I CEZADAN KURTARAN HAKİM

Yeni Danıştay Başkanı Hüseyin Hüsnü Karakullukçu’nun tek özelliği, Arınç’ın sınıf arkadaşı olması değil elbette; Karakullukçu aynı zamanda Erdoğan’a yakınlığıyla biliniyor.

Dahası Yeni Danıştay Başkanı Karakullukçu, Tayyip Erdoğan’ı ceza almaktan kurtaran kararlara imza atan isim olarak anımsanıyor. 2001 yılında İçişleri Bakanlığı’nın Erdoğan hakkında “cürüm işlemek amacıyla suç örgütü oluşturmaktan” verdiği soruşturma açılması izni, Karakullukçu’nun da verdiği oyla iptal edilmişti. Bu karar yerel mahkeme kararlarına da dayanak oluşturmuş ve Erdoğan ceza almaktan kurtulmuştu!

YENİ DANIŞTAY BAŞKANI, BAŞBAKANLIK MÜSTEŞARI OLACAKTI

Fatih Altaylı’nın 2005 yılında Sabah gazetesinde yazdığına göre, Başbakan Erdoğan Dışişleri Bakanlığı’nda uzman olarak çalışan arkadaşı Vahit Özdemir’den, Danıştay’daki davasında yardımcı olmasını istemiş; Özdemir de Hüseyin Hüsnü Karakullukçu ile görüşüp, Erdoğan’ın durumunu anlatmıştı.

Bu arada Erdoğan, Başbakan olduğunda, Hüseyin Hüsnü Karakullukçu’nun isminin Başbakanlık Müsteşarlığı için geçtiğini de anımsatalım.

Karakullukçu, sadece Erdoğan’ı ceza almaktan kurtarmadı elbette… Örneğin, Danıştay 1. Dairesi, TOKİ’ye değerinden 170 kat fazla fiyata arsa sattığı belirtilen AKP’li Siirt Belediye Başkanı Mervan Gül’ün soruşturulması doğrultusunda karar vermiş, bu karara Hakim Hüseyin Hüsnü Karakullukçu muhalif kalmıştı!

Bu arada ilginç bir bağı daha anımsatalım: Erdoğan’a Başbakan olmasının yolunu açan Siirt seçimleri sırasında AKP’nin Siirt Milletvekili Mervan Gül’dü. Gül, bir yıl sonra Siirt Belediye Başkanı olarak mükafatlandırıldı. Ancak ilerleyen yıllarda Mervan Gül’le ilgili yolsuzluk iddiaları öyle birikti ki, AKP Mervan Gül’ü 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde aday gösteremedi. Hatta Gül, “izinli olarak” yurtdışına gönderildi! Gül’ün yerine seçime kadar Belediye Meclis üyesi Aydın Gülcan vekalet ederken, Başbakanlık Danışmanı Nurettin Ertemel de, belediyedeki işleri yürütmüştü!

SONUÇ YERİNE

Cumhuriyet’in kaleleri tek tek düştü, düşüyor… Dolayısıyla artık korunacak değil, yeniden kurulacak bir Cumhuriyet ödevimiz var!

Mehmet Ali Güller
8 Haziran 2011

, , , ,

1 Yorum

YARGITAY NASIL ELE GEÇİRİLDİ?

YARGITAY NASIL ELE GEÇİRİLDİ?

AKP 12 Eylül referandumunu “10” seçim öneminde sayıyor, 12 Haziran genel seçimini de “20” referandum öneminde100 yıllık İttihatçı rejimle son hesaplaşma olarak görüp, yazan çizenler bile var; tıpkı 2004 yerel seçimlerinde, “84 yıllık karanlığa son” dedikleri gibi…

Artık açık ve netler: Cumhuriyet’le hesaplaşıyorlar; Cumhuriyet’in kurumlarını yönetmek için değil, parçalamak için ele geçiriyorlar!

Bir darbe de Yargıtay’a vurdular!

Anımsayalım:

İLK HEDEF HSYK

Yargı uzun süre, iş yükünün ağırlığı nedeniyle ek daire talep etti. Yürütmenin umurunda olmadı. Ki yürütme yargıyı önünde engel olarak gördüğünü zaten söyleyip duruyordu… Yargıtay’a ek daireler için şartlar henüz oluşmamıştı. Daire şimdi oluşturulsa, oraya yürütmenin “baş belası” HSYK üye belirleyecekti. (Zaten HSYK’nın diğer görevlerde de atama yapmaması için, kurul başkanı bir süredir toplantılara katılmıyordu!) Bu, iş yükü pahasına kabul edilemezdi.

Derken ajandadan “anayasa değişiklik paketi” çıkarıldı ve “yetmez ama evetçi”lerin de desteğiyle, paket 12 Eylül referandumunda geçti. Paketin en önemli unsuru HSYK’nın genişletilmesiydi. Evet, artık şartlar oluşmuştu!

Adalet Bakanlığı’nın “desteklediği” liste, yeni HSYK’yı oluşturdu. Kimi hâkimlerin “Adalet Bakanlığı eşeği aday gösterse oy veririm” dediği medyaya da yansıdı. Sıra Yargıtay’daydı artık.

YARGITAY’A 160 YENİ ÜYE

İş yüküne bağlı zaman aşımından dolayı Hizbullah üyelerinin serbest bırakılmasının kamuoyunda yarattığı rahatsızlığı değerlendiren yürütme, aradığı fırsatı bulmuştu: Ek daireler ve Yargıtay’a yeni 160 üye seçildi… Elbette Adalet Bakanlığı’nın seçtiği yeni HSYK üyeleri, Yargıtay’a da istenilen üyeleri seçmişti!

Ve geldik bugüne…

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker 1 Haziran’da emekli oldu. Yerine aday olanlar arasında, sadece 11 ay sonra yaş haddinden emekli olacak 6. Hukuk Dairesi Başkanı Nazım Kaynak da vardı.

Ve Kaynak, 2 Haziran günü, yeni HSYK’nın seçtiği 160 yeni üyenin firesiz blok oyunu da alarak 197 oyla, hem de ilk turda Yargıtay Başkanı seçildi!

Kaynak’a ilk kutlama Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’tan geldi: “Benim güzel arkadaşım. Pırıl pırıl bir Anadolu delikanlısı. Çok şükür birinci turda seçildi” dedi.

AKP’NİN ASIL HAMLESİ 11 AY SONRA

Ancak AKP’nin asıl hamlesi 11 ay sonra, yani Nazım Kaynak zorunlu emekliye ayrıldığında olacak. Yani Nazım Kaynak da, tıpkı “yetmez ama evetçi”ler gibi, tıpkı YARSAV’ın karşısına “demokrat yargı” diye çıkanlar gibi, “değerlendirilip” bir köşeye bırakıldığında olacak!

Böylece AKP, önündeki bir engelden daha kurtulmuş olacak!

12 Haziran seçimleri, bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği için kritik öneme sahiptir. AKP’nin yeni hedefleri olan “federatif anayasa” ve “başkanlık sistemi”ne direnecek bir ekibi TBMM’ye sokmak, ülkenin geleceğini belirleyecektir!

Cumhuriyet, Cumhuriyet Güçbirliği ile savunulacaktır! TBMM’ye giren Güçbirliği, CHP’yi de MHP’yi de Türkiye Cumhuriyeti’nde ve vatan savunmasında birleştirecektir!

Mehmet Ali Güller
3 Haziran 2011

, , , , ,

Yorum bırakın

YÜZDE 44 MEŞRU MUDUR?

Anayasa değişikliği halkoylaması sonucuna göre yüzde 58 ile kabul edildi. Hukuken çoğunluğun kabul ettiği bir değişiklik, sonuçlar resmi olarak açıklandıktan sonra yürürlüğe girecek.

Peki yüzde 58, reel olarak çoğunluk mu?

Bildiğiniz gibi seçimlere katılım oranı yüzde 77. Yani oylamaya her yüz kişiden sadece 77’si katıldı, 23’ü ise o ya da şu nedenle katılmadı.

Halk oylamasına katılan 77 kişinin yüzde 42’si Anayasa değişikliğini reddetti. Peki 77 kişinin yüzde 42’si kaç kişi eder? Yüzde 33!

Halk oylamasına katılan 77 kişinin yüzde 58’i ise Anayasa değişikliğine onay verdi. Peki 77 kişinin yüzde 58’i kaç kişi eder? Yüzde 44!

Yani Türkiye Cumhuriyet vatandaşlarının seçmen statüsüne sahip olanlarının sadece yüzde 44’ü bu anayasa değişikliğine onay vermiş oldu!

Salt çoğunluğu bile sağlayamayan bu oran, “toplumsal uzlaşma”nın doruğu olan Anayasa için sizce meşru bir oran mıdır?

MEHMET ALİ GÜLLER

Yorum bırakın

EVET ARTI BOYKOT EŞİTTİR ÖZERKLİK

AKP’nin Anayasa değişikliği paketinin yüzde 58 ile kabul edilmesi, Türkiye’nin geleceği açısından yeni bir kırılma noktası yarattı.

Referandumu BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın formüle ettiği “seçim artı boykot eşittir çözüm” formülü kazandı! Demirtaş, Milliyet gazetesine verdiği röportajda şöyle demişti: “Diyarbakır’dan çıkacak olan ağırlıklı boykot ve evettir. Her ikisinin toplamının anlamı ise ‘Kürt sorunun çözümünü istiyoruz’dur. Başka anlam çıkmaz”. (Devrim Sevimay, Boykot referandumun emniyet sübabı, Milliyet Gazetesi, 7 Eylül 2010)

Demirtaş’ın ifade ettiği formülün bileşenlerinin yanına bir de özneleri yazarsak şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor: Evet (AKP) artı Boykot (PKK/BDP) eşittir Çözüm (Özerklik, BOP, ABD).

Böylece Kürt Açılımı’nın önü açıldı. Artık AKP ve BDP’nin referandum sürecinde yaptıkları açıklamalarda uzlaşmaya vardıkları görülen Yeni Anayasa sürecine girildi. Ki Başbakan Erdoğan, 12 Eylül akşamı referandum değerlendirme konuşmasında, “Burhan bey, yeni anayasa için hazırlıklara başla” talimatı verdi.

177 maddelik 12 Eylül Anayasası’nın 110 maddesi değişmişken, Burhan Kuzu’nun kalan neleri değiştirmek üzere bir hazırlığa soyunacağı ise yandaş kalemşörlerin ilk değerlendirmelerinde açıkça görülmektedir. Anayasa’nın değiştirilemez ilk üç maddesinin “çağdışı” olduğunu savunan bu zevat, özellikte yurttaşlık tanımını içeren 66. maddenin de değiştirilmesini istemektedirler.

Aslında hedeflenen ve 2011 seçimlerinin hemen sonrasında AKP ve BDP oylarıyla çıkarılması planlanan anayasa, “Kürt Açılımı doğrultusunda demokratik özerkliği içeren Federasyon Anayasası’dır”.

DEVLET OTORİTESİ KULLANILMADI MI?

Öte yandan PKK/BDP’nin çağrısıyla seçmenlerin bir bölümünün sandığa gitmemeyi tercih etmesi ama bir bölümünün de zorunlu olarak gidememesi, bölgede devlet otoritesinin büyük oranda aşındığı anlamına gelmektedir. Ya da boykotun evet oy oranına olumlu etki yapacağı göz önünde bulundurularak, sürece bilinçli olarak sessiz kalınmıştır!

Çünkü, bölgede boykot dışında sandığa atılan oylar yüzde 90 ile 95 arasında evet olmuştur.

ANAYASA’YA GÖRE AKP – AKP’YE GÖRE ANAYASA

Yeni Anayasa’nın bir de AKP açısından meşruiyet sağlama önemi vardır.

Türkiye Cumhuriyeti, “yasama, yürütme ve yargı” ilkelerinin birbirinden ayrıldığı, yani birinin diğerine üstün olmadığı “kuvvetler ayrılığı” prensibinin uygulandığı bir ülkedir. Erkler, yani yasama, yürütme ve yargı, yetkilerini Anayasa’dan alır. Yürütme, iktidar, Anayasa’ya uygun olduğu ölçüde meşrudur. İktidarın hukuken meşru olup olmadığını ise yargı denetler. İşte bu denetleme sonucunda Anayasa Mahkemesi AKP’nin “Cumhuriyet yıkıcısı” olduğuna hükmetti ve (6/5) oranında kapatma istedi. Ancak AB doğrultusunda yapılan değişiklikle karar ancak (7/4) ile alınabiliyordu. Dolayısıyla AKP kapatılamamıştı!

Sonuç olarak AKP artık Anayasa’ya göre meşru olmayan bir partiydi. İşte AKP, “kendisi Anayasa’ya göre meşru değilse, Anayasa’yı kendisine uygun hale getirme” çalışmasını başlatmış ve 12 Eylül etabını da kazanmıştı. AKP “Yeni Anayasa” hazırlayarak da bunu taçlandırmak istemektedir.

CUMHURİYET CEPHESİ

12 Eylül referandumun içerdiği bu tehlikeleri görenler, referandumdan önce bir Cumhuriyet Cephesi oluşturdular. Tam 65 yıl önce birbirinden ayrılan CHP ile DP, işte bu tehlikeye karşı 2010’da birleşti. Sadece onlar mı? MHP, DSP, İP, TKP, EMEP, ÖDP, Sendikalar, Demokratik Kitle Örgütleri, Meslek Odaları…

İşte bu cephenin artık daha önemli bir görevi var. Bu cephe, kuvvetlerini daha da pekiştirerek, “Federasyon Anayasası”na karşı yurt savunması yapma göreviyle karşı karşıyadır.

MEHMET ALİ GÜLLER

, ,

Yorum bırakın

REFERANDUM DEĞİL, KONFEDERASYON PAZARLIĞI YAPILIYOR

AKP ile PKK arasında ortaya çıkan referandum pazarlığı, salt anayasa değişikliğine “evet” demeyi kapsamıyor. Pazarlığın esasını, “federasyon Anayasası” oluşturuyor. Ama bu alt pazarlığın üstünde, ABD ile Türkiye arasında, Irak’ın kuzeyi merkezli “konfederasyon” pazarlığı yapılıyor.

Öcalan’ın PKK ve BDP’ye “demokratik özerkliğe ibadet eder gibi sarılın” (Öcalan demokratik özerkliğin esaslarını açıkladı, ANF, 20 Ağustos 2010) mesajı da, işte bu üst pazarlıkta rol alma hedefine yöneliktir.

Bu pazarlıkları açacağız. Ama gelin bu analiz için gerekli olan soruları yöneltelim önce:

1.. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, daha iki ay önce hükümet “PKK’nın arkasında İsrail var” derken, ne oldu da İsrail’i akladı ve PKK’yı iki Avrupa ülkesinin yönlendirdiğini açıkladı?

2.. Güneydoğu’da temaslar yapan Alman heyetinin “PKK diyaloga dahil edilmeli” çağrısı ne anlama geliyor?

3.. ABD Irak’tan gerçekten çekiliyor mu? ABD’nin Irak’la işi bitti mi?

4.. Hanefi Avcı neden cemaati hedef alan bir çıkış yaptı? Deniz Baykal, kaset olayında neden cemaati aklamış ve sadece hükümeti suçlamıştı?

5..Sahte darbe  belgesinin aradan bunca zaman geçtikten sonra, “AKP’den Edelman’a, oradan John Kunstadter ve Faruk Demir yolunu izleyerek TSK’ya gittiği” bilgisi neden piyasaya sürüldü?

6.. Washington’un, Ankara’ya gönderilecek bir büyükelçi üzerinde bile uzlaşılamaması ve bazı kalemlerin, ABD’nin AKP’ye mesafe koyduğu şeklindeki yorumları ne anlama geliyor?

Analizimize yön verecek bu temel soruların ardından yanıtlara geçelim:

AKP-PKK PAZARLIĞI

AKP ve PKK-BDP, aynı projenin alt bileşenleri olmaları nedeniyle, nesnel olarak aynı cephede yer almaktadırlar. Karşıt durumlar oluştuğunda da pazarlıklarla her iki kuvvet yeniden aynı cepheye sürülmektedirler. Bu pazarlıklardan en önemlileri şunlardı:

— Hükümetin akıl hocalarından Cengiz Çandar, AKP’nin “Kandil ve İmralı” ile görüştüğünü söyledi. (Sanem Altan Röportajı, Vatan Gazetesi, 26 Eylül 2009). Zaten Çandar, en başında beri meseleyi “iki Abdullah”ın çözeceğini savunuyordu. (Cengiz Çandar, Çankaya’daki Abdullah-İmralı’daki Abdullah-Kürt sorununda iyi şeyler olacak, Referans Gazetesi, 15 Mart 2009)

— Açılım Koordinatörü İçişleri Bakanı Beşir Atalay 20 Ekim 2009 günü yaptığı açıklamada,  Öcalan’ın talimatıyla Irak’ın kuzeyinden Türkiye’ye gelen birinci barış grubuyla ilgili olarak, “eve dönüş, demokratik açılım sürecinin bir safhası, planın bir parçası” dedi. Ki Bakan Atalay’ın DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk ile 17 Ekim günü gizlice görüşüp, iki gün sonra Habur’dan geçişi planladıkları basına yansımıştı. (Milliyet Gazetesi, 21 Ekim 2009)

— Taraf Gazetesi’nden Yıldıray Oğur, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı bir analize dayanarak, 2006 yılından beri PKK’nın Avrupa sorumlusu Sabri Ok ile görüşüldüğünü açıkladı. Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu da “Sabri Ok, Abdullah Öcalan ile telefon görüşmesi yaptı” dedi. Her iki açıklama birleştirilince AKP’nin Sabri Ok’la, Ok’un da Öcalan’la görüştüğü ortaya çıkmış oluyordu. Öcalan boşuna “AKP benim söylediklerimi alıp uyguluyor” dememişti! (ANF, 16 Ekim 2009)

— PKK lideri Murat Karayılan, Habertürk’ten Amberin Zaman’a şöyle diyordu: “Geçen yıl Şubat ayında bir hükümet üyesi Öcalan’a gitti ve açılımı konuştu”. (Habertürk, 16 Nisan 2010)

— Ve elbette eski MİT Müsteşarı Emre Taner’in gerek Barzani ile gerekse henüz müsteşar yardımcısı iken Öcalan’la hükümet adına yaptığı müzakereleri unutmamak gerekir.

— Son olarak da kamuoyuna referandum pazarlığı diye yansıyan ama gerçekte “federasyon anayasası” pazarlığı olan anlaşma ortaya çıktı. Karayılan, “devletle anlaştıklarını” söyledi. PKK’nın aldığı eylemsizlik kararının kısa ve öz hikâyesini şöyle açıkladı Karayılan: “Artık açıklanmasında bir sakınca görmediğimiz diğer önemli bir gelişme de devletin, önderliğimizle geliştirdiği diyalog temelinde ateşkes talebinde bulunmasıdır. Aslında önderliğimiz aradan çekilmişti ancak, talep üzerine yeniden devreye girerek, çağrıları ve devletten doğru gelen istemi de dikkate alarak, bir kez daha barışa şans tanınması için hareketimize bir mesaj gönderdi”. (ANF, 17 Ağustos 2010)

Ki Zaten Cumhurbaşkanı Gül, “terörü bitirmek için devlet her yöntemi dener” diyerek zaten pazarlık yapıldığını itiraf etmişti. Bakü uçağında konuşan Gül “her yöntem denince, bu hem silahlı mücadeledir hem de siyasi, diplomatik, metodlar bunun içerisindedir. Devlet teröristle masaya oturmaza, pazarlık yapmaz ama yapılacak her iş için gerekli organları, kurumları vardır. Devlet organları ne yapacaklarını bilir” dedi. (Fehmi Koru, Cumhurbaşkanı ile Bakü yolunda, Yeni Şafak, 17 Ağustos 2010)

PKK’nın eylemsizlik kararı ve bu kararın ardındaki pazarlıkla ilgili olarak taraflar şunları söyledi:

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, “taleplerimize cevap verilmesi durumunda elbette ki biz yeni anayasayı destekleriz. Böyle bir durumda AKP ile ortak çalışma çağrımızı yeniliyoruz” dedi. (Radikal Gazetesi, 18 Ağustos 2010)

Demokratik Toplum Kongresi DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk de, “hükümet ciddi adımlar atar, hamle yaparsa her şey değişebilir” dedi. (Vatan Gazetesi, 21 Ağustos 2010)

AKP’li Tarım Bakanı Mehdi Eker, “kan ve gözyaşı dökülmemesi her halükarda olumlu mütalaa edilmesi gereken bir durumdur” dedi. (Vatan Gazetesi, 17 Ağustos 2010)

En ilginç açıklama ise Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’ten geldi: “Terör örgütü kimsenin hatırına silah bırakmaz”. (CNNTurk, 20 Ağustos 2010). Çiçek’in açıklaması akıllara “peki PKK ne karşılığında silah bırakır?” sorusunu getirdi.

Aydınlık Dergisi o soruya şu yanıtı veriyor: “AKP evet oyları karşılığında Apo’yla gizli af anlaşması yaptı”. (Aydınlık Dergisi, Sayı 1201, 22 Ağustos 2010)

BDP açıkça miting meydanlarından “evet” oyu karşılığında dört talep sunuyor AKP’ye: “Öcalan muhatap alınsın, operasyonlar durdurulsun, seçim barajı düşürülsün, KCK tutukluları serbest bırakılsın”. Başbakan Erdoğan’ın 3 Eylül’de Diyarbakır Mitinginde söyleyecekleri durumu netleştirecek.

Öte yandan Yalçın Doğan, pazarlık tarihlerini de tespit etti. Doğan’a göre “28 Temmuz – 11 Ağustos” tarihleri arasındaki görüşmelerin altı çizilmeli. (Yalçın Doğan, Tarih düşelim: Apo ile masaya oturuldu, Hürriyet Gazetesi, 21 Ağustos 2010).

‘YENİ ANAYASA ÖZERK KÜRDİSTAN’

Ancak meselenin sadece referandumdan “evet” çıkartılması olmadığı, esas olarak “evet” çıktıktan sonraki sürece ilişkin pazarlık yapıldığı ortada. Öncelikle, pazarlığın ilk unsuru Öcalan’ın 15 Ağustos’ta ilan edeceği “demokratik özerklik”ti. AKP özerklik ilanının referandum öncesi getireceği kaybı göz önünde bulundurarak, bu konuyu pazarlığın ilk unsuru olarak ele aldı ve Öcalan’a 15 Ağustos açıklamasını erteletti.

Ancak Ruşen Çakır “bu ateşkesin arkası gelebilir” (Vatan Gazetesi, 17 Ağustos 2010) ve Fikret Bila, “referandumdan sonra gündem özerklik” (Milliyet, 21 Ağustos 2010) diyerek aslında BDP Genel Başkan Yardımcısı Gülten Kışanak’ın birkaç gün sonra “yeni anayasa özerk Kürdistan” diye formüle edeceği esasa ışık yakıyorlardı… Kışanak, “Bizim rengimiz belli; sarı, kırmızı, yeşildir. Taraflarımızı en güçlü şekilde örgütleyeceğiz. Onlar bu renkleri kabul edecek ve onlar bizim yazdığımız yeni anayasayla Kürt halkına özgürlük ve demokratik özerk Kürdistan gelecek” dedi. (Milliyet Gazetesi, 22 Ağustos 2010)

Özetlersek, AKP ile PKK-BDP arasında yürütülen pazarlığın merkezinde “demokratik özerkliğin” yani “federasyonun anayasasının” pazarlığı yapılıyor. Apo’ya af, KCK’lı tutukluların serbest bırakılması, operasyonların durdurulması, seçim barajının düşürülmesi gibi talepler ise pazarlığın ikinci halkasını oluşturuyor.

ÖZERKLİK-FEDERASYON-KONFEDERASYON

Gelin şimdi de federasyon ile konfederasyon pazarlıkları arasındaki bağa ışık tutan gelişmeleri mercek altına alalım:

15 Ağustos Pazar günü, yani Öcalan’ın “demokratik özerlik” ilan edeceği ancak AKP’nin pazarlıkla bu ilanı ertelettiği tarih… Adalet Bakanı Sadullah Ergin,  İstanbul’da gazeteciler İsmail Küçükkaya, Eyüp Can, Mehmet Tezkan ve Ahmet Hakan’a iftar verir. Ergin diğer gazetecilerden bir saat önce gelen Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya’ya hem zamanlaması hem de içeriği ilginç olan bir açıklama yapar. Adalet Bakanı, devletin ulaştığı son raporlar ve analizlere göre bir sonuca varmış: PKK’nın arkasında İsrail değil, iki Avrupa ülkesi varmış! (İsmail Küçükkaya, Adalet Bakanı’ndan çarpıcı PKK analizi: hepsi figüran, beyin Avrupa’da, Akşam Gazetesi, 17 Ağustos 2010)

AKP İSRAİL’İ NEDEN AKLADI?

Çok değil daha iki ay önce hükümet açıkça İskenderun’daki PKK saldırısıyla ilgili olarak İsrail’i suçluyordu… Birden bire ne değişmişti?

İnceleyelim…

18 Ağustos günü Almanya’dan bir heyet doğrudan Diyarbakır’a geçti. Heyet, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, İHD ve BDP üyeleri, baro ve STK’larla görüştü. Heyet Almanya’ya döndükten sonra da, “PKK diyaloga dâhil edilmeli” açıklaması yaptı. (ANF, 22 Ağustos 2010)

Acaba Adalet Bakanı, 3 gün öncesinden geleceği belli olan bu heyeti fırsat bilerek mi yapmıştı İsrail’i aklama ve Avrupa’yı suçlama açıklamasını? Çünkü bugüne kadar Ankara’ya uğramadan Diyarbakır’a giden Almanya ve Avrupa heyetlerinin sayısı belli bile değildi! Bunca heyete sessiz sedasız yol veren hükümet için şimdi ne değişmişti? Birden bire nereden çıkmıştı İsrail’i aklamak? Üstelik kamuoyu biliyordu ki, İsrail demek, ABD demekti!

Acaba Almanya merkezli AB, ABD’nin hem havuç hem de sopa olarak kullandığı PKK üzerinde etkinlik artırmaya mı çalışıyordu? ABD PKK liderlerinden Murat Karayılan, Ali Rıza Altun ve Zübeyir Aydar’ı uyuşturucu kaçakçısı ilan ederken, AB tutuklu bulunan PKK liderlerinden Nizamettin Toğuç’u neden serbest bırakıyordu? Mesaj neydi ve kimeydi? Her şeyden önemlisi AB’nin bu mesajların altını dolduracak kuvveti var mıydı?

HEDEF TÜRKİYE’YE ‘KÜRDİSTAN’A EVET’ DEDİRTMEK

ABD ile AB arasındaki bu çelişmeyi şimdilik bir yana bırakıyoruz ve kuzey Irak konusundaki en temel saptamanın altını çiziyoruz:

ABD, 1992’den bu yana parlamentosunu kurduğu, hükümetini oluşturduğu, başkentini ilan ettiği, merkez bankasını inşa ettiği, parasını bastığı, gümrüğünü ördüğü, en önemlisi ordusunu kurduğu Kukla Devleti’ni hâlâ neden ilan edemiyor? Çünkü Türkiye henüz bu plana razı olmadı! Plana direnen kuvvetler zayıflatıldı, yıpratıldı, içeri atıldı ama hâlâ teslim alınamadı!

Şimdi bu saptamaya bir ara verelim ve ABD’nin Irak’tan muharip asker çekmesinin ne anlama geldiği üzerinde duralım:

ABD’nin son muharip askerini de Irak’tan çekmesi, Obama iktidara geldiğinde estirilen rüzgâr benzeri bir etki yaptı herkeste… Ki Obama’nın kendisi gibi bu çekilme de revize BOP’un bir parçası… Peki gerçekte olan biten neydi?

YENİ ŞAFAK OPERASYONU BAŞLIYOR

Öncelikle altını çizmemiz gereken olgu şu ki, geri çekilme takvimiyle ilgili anlaşmayı Obama değil, aslında Bush hükümeti imzalamıştı! İkincisi çekilen muharip askerler orta ve güney Irak’tan çekildi. Ve yerlerini bundan sonra alacak olan Blackwater tipi “özel ordu”larla kontratlar, hızlı biçimde imzalanıyor. Ne de olsa Irak petrollerinin yaklaşık yüzde 75’i 35 yıllığına çoğu ABD’li olan batı şirketlerine devredildi. ABD her halükarda bu kontratların güvenliğini korumak isteyecektir. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü P. J. Crowley’nin, “Irak’ta savaşı bitiriyoruz, ama Irak’la işimizi bitirmiyoruz” demesi tam da bu anlama gelmiyor mu?

ABD’nin Irak komutanı General Odierno’nun, geri çekilme takvimi ile ilgili söylediği “en son kuzey Irak’tan çekiliriz” açıklaması asker çekme meselesinin esasıdır. Aslında ABD Irak’tan çekilmiyor, kuzey Irak’a yoğunlaşıyor. El Halic Gazetesine yansıdığı kadarıyla 2020 yılına kadar 94 üs’te 6 tugay ABD askeri bulundurulması konusunda, zaten bir mutabakat oluşturulmuş! Ki şu anda 56 bin ABD askeri hâlâ Irak’ta bulunuyor!

Savaşın bitmediği ABD’nin süreç isimlendirilmesinden de anlaşılıyor. ABD Irak’a savaş açtığında buna “Özgürlük Operasyonu” demişti. ABD, 1 Eylül 2010’dan sonraki sürece ise “Yeni Şafak Operasyonu” ismi vermiş. Demek ki, ABD açısından biten bir şey yok, hatta başlayan yeni bir süreç var!

İşte o süreç Irak’ın kuzeyi merkezli yeni bölge düzeni sürecidir. “Acelemiz var” diyerek hızla “Kürt Açılımı” başlatan Tayyip-Gül ikilisinin acelesi de bu takvim nedeniyleydi…

ABD KONFEDERASYONU İÇİN KÜRT AÇILIMI

Şimdi yeniden az önce yaptığımız saptamaya dönelim. ABD’nin her şeye rağmen Kürdistan’ı ilan edemediğini; çünkü Türkiye’nin plana henüz razı edilemediğini; direnen kuvvetlerin zayıflatıldığını, yıpratıldığını, içeri atıldığını ama hâlâ teslim alınamadığını belirtmiştik.

İşte 12 Eylül referandumu, aslında Türkiye’nin teslim alınması öncesinin son vuruşu olacak. Ve bölgede üç gelişme birbirine paralel olarak ilerleyecek.

Birincisi ABD, Irak’ın kuzeyini Erbil başkentli olarak Kürdistan diye ilan edecek.

İkincisi, Türkiye’nin güneydoğusu özerk ilan edilecek; dolayısıyla üniter Türkiye yerine federatif Türkiye kurulacak.

Üçüncüsü, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir alt düzeni olarak geçen aylarda ilan edilen ve adına Ortadoğu Birliği denilen “Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün” arasındaki ticari birlik, İstanbul başkentli siyasi birliğe dönüştürülecek.

Ve son olarak bu üç yapı birleştirilip İstanbul ve Diyarbakır merkezli bir konfederasyona dönüştürülecek!

İşte ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi budur! Başbakan Erdoğan’ın tam 6.5 yıl önce “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde Diyarbakır’ı bir merkez yapacağız” dediği görev işte budur. (Kanal D, Teke Tek, 16 Şubat 2004)

HANEFİ AVCI NEDEN CEMAATE SAVAŞ AÇTI?

Peki 28 Şubat sürecinde TSK karşıtı bir profil sergileyen, cemaatin yayın organlarının gözdesi olan, hatta gizli bilgileri deşifre ettiği için hapis bile yatan, ama AKP iktidar olduğunda Erdoğan tarafından çok önemli bir görev olan Organize Suçlar Dairesi’nin başına getirilen Hanefi Avcı ne oldu da cemaate savaş açtı?! Ya da tersinden şunu soralım. Baykal kaset skandalıyla birlikte tasfiye edilirken, neden cemaati akladı da sadece hükümete yüklendi?

Yanıtı aynı kapıya çıkacak olan iki soru daha soralım:

Ergenekon konusunda her şey yolunda giderken(!) “sahte darbe belgesinin AKP’den Edelman’a, oradan John Kunstadter ve Faruk Demir yolunu izleyerek TSK’ya gittiği” bilgisi neden ansızın piyasaya sürüldü? Daha doğrusu, tertibin sahibi, tertibin uygulayıcını neden tehdit etti? ABD, AKP’ye neden sopa gösterdi?

Washington, Ankara’ya gönderilecek bir büyükelçi üzerinde neden bir türlü uzlaşamıyor? ABD ile Türkiye arasındaki gidişatın kaderini bir büyükelçi tek başına belirleyebilir mi?  John ya da Paul, çok şey fark eder mi? Ya da daha dün Washington’un saptadığı “5.5 yıllık Bush iktidarından ziyade 1.5 yıllık Obama iktidarı AKP’den daha iyi faydalandı” tespitine rağmen, neden birden bazı özel kalemler ABD’nin AKP’ye mesafe koyduğu mealinde yazılar yazmaya başladı?

Tüm bunlar, acaba, AKP’yi TSK’ya karşı daha iyi savaşması için motivasyon anlamı mı taşıyor? Engelleri yıkma konusundaki kararlılığını pekiştirmek için AKP’ye sopa mı gösteriliyor? AKP, kendisi dışındaki iktidar odaklarını, “konfederasyon” planına razı etmesi için kamçılanıyor mu?

DEVLETİN KONFEDERASYONA DİRENCİ KIRILDI MI?

Gelişmeler devleti oluşturan kurumlar ve o kurumlara yön veren kuvvet odakları arasındaki mücadele açısından yorumlanabilir mi?

Hanefi Avcı’nın çıkışı, işte bu savaşın bir parçası olarak, Ergenekon tertibinin nedenleri ile sonuçları arasındaki sürecin bir uzlaşması olarak mı okunmalı?

Daha net sorarsak, AKP yıllardır “Türkiye himayesinde Kürdistan Planı”na direnen Türk devletini ikna mı etti, teslim mi aldı? Türkiye, “Erbil başkentli Kürdistan”a ve “Diyarbakır merkezli demokratik özerkliğe” evet mi diyor?

Taraflar uzlaştı mı?

İşte 12 Eylül referandumu aslında bu sorulara “kuvvet boyutunda” yanıt verecek!

MEHMET ALİ GÜLLER

, , ,

Yorum bırakın

BAŞBAKAN ASLINDA NE KADAR YASAL?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan RTE ticari markası için Türkiye Patent Enstitüsü’ne başvurduktan sonra, YAŞ’la ilgili ‘fetva’ verdi: “Biz TSK’yı teamüllerle yönetemeyiz. TSK’nın kanunu vardır ve YAŞ bir istişari kurumdur”.

Yasalara bu vurguyu yapan Başbakan Erdoğan aynı konuşmasında, hem de birkaç dakika sonra, şöyle diyor: “Şimdi ben YARSAV üyesi olan yargı mensuplarına nasıl güveneceğim, nasıl güvenebilirim? Çünkü açık, net, kalkıp da iktidarı eleştiriyorsa…” (gazetevatan.com, 12 Ağustos 2010)

Daha önce turban konusunu “ulemaya sorun” diyerek yasaya güvenini (!) ortaya koyan Erdoğan, “özel ordu”yu gündeme getirdiğinde de “özel birlikler, bölgeye şehit olacağını bilerek gidecek” diyerek ulema içinde “paralı asker şehit olur mu?” tartışmasına neden olmuştu.

Aynı Erdoğan ve partisi, -üstelik valilikleri seferber ederek- yazın bu sıcağında Anayasa’yı değiştirebilmek için millete kömür dağıtıyor.

Yetmiyor, bu kez sahne alan Erdoğan’ın belediye başkanı, kıydığı nikâhı bile Anayasa’yı değiştirmeye alet edip, “evlenmeyi kabul ediyor musun” sorusuna “evet” diyen gelinin yanıtını, 12 Eylül’de çıkacak sonuca vesile yapıyor!

Yetmiyor, Oruç Baba Türbesi’nde bir grup AKP’li, “Evet” yazılı tişört ve şapkalarla propaganda yapıyor.

Başbakan ve adamları, dini siyasete alet etmeyi sürdüredursun… Diyanet İşleri Başkanlığı ise 81 il müftülüğü, eğitim merkezi müdürlükleri, din hizmetleri müşavirlik ve ataşeliklerine bir genelge gönderiyor. Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, genelgede, referandum boyunca vaazlarda hiçbir şekilde siyaset yapılmamasını, iç ve dış politika konularına girilmemesini, ima yoluyla da olsa herhangi bir siyasi parti, kişi ve zümrenin lehine ve aleyhine olabilecek konuşmalardan, yanlış anlama ve yorumlara sebep olacak davranışlardan sakınılmasını istiyor. (Hurriyet.com.tr, 12 Ağustos 2010)

İşte gelinen nokta: Memleketin dini kurumu, memleketi, din bezirgânlarına karşı savunmaya çalışıyor…

ERDOĞAN’IN KOLTUK DEĞNEKLERİ

Gelin başa dönelim ve Erdoğan’ın yasaları aşmasında ona koltuk değneği olanları anımsayalım…

3 Kasım 2002 seçimlerinde, siyasi yasaklı olmasına rağmen, seçim pusulasında Erdoğan’ın isminin yer almasına, seçimle ilgili hangi kurum göz yumdu?

Siyasi yasağı nedeniyle seçime bile giremeyecek Erdoğan’ı, seçimlerden sonra, sanki başbakan olmuş gibi kabul eden Cumhurbaşkanı kimdi? Ya Erdoğan’la, sanki başbakanmış protokolünde görüşen Genelkurmay Başkanı kimdi?

Seçimlerden üç ay sonra, AB komiseri Verheugen’in isteğiyle, yasayı delip, Siirt seçimleri üzerinden Erdoğan’a başbakanlık yolu açan, ana muhalefet partisi genel başkanı kimdi?

AKP’ye hem laiklik karşıtı odak olduğu hükmünü veren ama hem de “seni kapatmıyorum, memleketi yönetmeyi devam et” diyen yüce mahkeme hangisiydi?

ABD Dışişleri Bakanı Powell’la “2 sayfalık 9 maddelik” gizli bir anlaşma yaptığını itiraf eden Abdullah Gül’e hesap sormayan, -üstelik devletlerarası anlaşmaların gerçek sahibi olan- Meclis hangisi peki?

“İlk kez bir Müslüman, Cumhurbaşkanı olacak” nidalarıyla Çankaya’ya hazırlanan Abdullah Gül’e, cumhurbaşkanlığı yolunu hangi parti açtı?

Ya Erdoğan’la, devlet yönetme ciddiyetini bir kenara bırakarak, yaptığı baş başa görüşmeyi kayıt altına aldırmayarak, mezara götürmeyi planlayan Genelkurmay Başkanı kim?

Ya “Hukuka saygılıyız” diye diye teğmenden generale, her rütbede Silivri’ye esir veren hangi kurum?

Silivri demişken, Silivri’deki tek devlet lisesini, iki saate “İmam Hatip Lisesi yaptım gitti” diyen yetkiliye kim ya da kimler sessiz kaldı?

Eğitim yuvalarının kızlar ve erkekler şeklinde ikiye ayrılmasına destek veren “milli” Eğitim Bakanı karşısında hangi Cumhuriyet koruyucuları sessiz kaldı acaba?

Ya bu noktanın başlangıcı sayılan, Konya’da, kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı belediye otobüsüne binmesine hangi Cumhuriyet Savcıları sessiz kaldı?

ABD PROJESİ EŞBAŞKANI MI, TC BAŞBAKANI MI?

Soru çok…

Gelin son bir soruyla bitirelim bu yazıyı.

Tam 34 kez, başka bir ülkenin, ABD’nin, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı olduğunu söyleyen Recep Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı koltuğunda oturmasına sessiz kalanlar kimler peki?

Ve sizce, Başbakan aslında ne kadar yasal?

Milletçe bu hatayı ya “12 Eylül’de 12 Eylül’e HAYIR” diyerek düzelteceğiz, ya da cumhuriyetimizin ölümünü sessizce izlemeyi sürdüreceğiz…

Çünkü referandum bir “Cumhuriyet” yoklamasıdır!

MEHMET ALİ GÜLLER

, ,

Yorum bırakın

AKP’YE DOST DARBELER HANGİLERİ?

Hükümet geniş kesimlerin de desteğini alabilmek için referandum stratejisini 12 Eylül askeri darbesiyle hesaplaşmak üzerine kurdu. Başbakan Erdoğan, referandumdan evet çıkması halinde 12 Eylül’ün rövanşının alınacağını ve Türkiye’nin daha demokrat bir ülke olacağını iddia ediyor meydanlarda…

Dahası, referandumda evet diyecekler “demokrat”, hayır diyecekler “darbeci” diye açık açık yaftalanıyor…

Peki gerçek ne? AKP, 12 Eylül’le gerçekten hesaplaşıyor mu?

AKP: REFERANDUM 27 MAYIS ve 28 ŞUBAT’A YANITDIR

Sözü önce AKP’nin Adalet Bakanı’na bırakalım. Yüksek Askeri Şura boyunca Başbakan’la en çok görüşen isim olan Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Gazeteci Ömer Şahin’in hazırlayıp sunduğu Kanal A’daki Görüş Farkı programında konuştu. Aynen şöyle diyor Bakan Ergin:

“Türkiye bir yolculuğa çıktı. Evrensel demokrasi adına ileri adımlar atılıyor. Bu ülkede darbe anlayışıyla yolumuza devam edemeyiz. Anayasa değişikliği darbe ve müdahalelere karşı ilkesel duruşu ifade ediyor. Bunun içinde 27 Mayıs var, milletin sevdiği insanlara karşı yapılan zulme çıkış var, 28 Şubat’a, 27 Nisan’a karşı çıkış var. Demokrasinin taçlandırılması bu mücadelenin kazanılmasına bağlı”. (zaman.com.tr, 5 Ağustos 2010)

Adalet Bakanlığı koltuğuna oturabilmiş bir ismin, darbe diyince aklına 27 Mayıs, 28 Şubat ve 27 Nisan gelmesi ilginç değil mi? Bakan Ergin, 12 Mart ve 12 Eylül’ü neden zikretmiyor? Unutmuş olabilir mi? Elbette hayır!

AKP’YE DOST VE DÜŞMAN MÜDAHALELER

Adalet Bakanı Sadullah Ergin turnusol kağıdı gibi ayırmış, dahası sınıflamış müdahaleleri aslında, dost ve düşman müdahaleler diye…

Düşman müdahaleler: 27 Mayıs, 28 Şubat ve 28 Nisan.

Dost müdahaleler: 12 Mart ve 12 Eylül.

Bakan Sadullah Ergin’in saptaması ve sınıflandırması kesinlikle doğrudur! Amerikancı 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri AKP’ye dosttur; dahası AKP’yi yaratmıştır! BOP Eşbaşkanlığı koltuğunda oturup da 12 Eylül’e düşman olmak zaten mümkün değildir.

REFERANDUM’UN GERÇEK ANLAMI

Bakın hükümetin akıl hocalarında Cengiz Çandar ne kadar açık ifade ediyor referandumun aslında ne olduğunu. Çandar “Hükümete sesleniyorum: Bakın! Mahkemece yakalanması istenen o 102 kişiyi hemen toplayıp, içeri atmazsanız… Türkiye’nin ceza evlerinde ne kadar tutuklusu varsa, hepsini serbest bırakmalısınız. Ona göre!” diye seslenen Taraf gazetesi yazarı Namık Çınar’a gönderme yapmış yazısında ve devam ediyor:

“Hükümetin gücü olsa, bu öfkeli haykırışın gazete sayfalarına yansımasından önce gereğini yapabilirdi. Muhatap, eski-yeni Silahlı Kuvvetler personeli olunca, öyle bir gücü olmadığı besbelli. Böyle bir kilitlenme durumunu gidermek, ülkenin ‘hukuk dışı’ bir yönetim yapısına kaymasını önleyebilmek ve rejimin üzerine yığılan ‘sıkışıklık’ı aşabilmek için en ve şu sıra itibariyle en meşru araç, halka başvurmak. 12 Eylül’deki referandum bu demek. 12 Eylül referandumunun önemi, 12 Eylül 1980 ile hesaplaşmaktan ziyade, ondan daha da önemlisi Türkiye’nin önünü ‘hukuk yolu’ ile açabilmekten kaynaklanıyor”. (Cengiz Çandar, Radikal, 3 Ağustos 2010)

Kilit cümle: “Hükümetin gücü olsa…”

Başbakan’ın durup durup 30 yıl sonra idam edilenlere Meclis çatısı altında ağlaması, tıpkı “12 Eylül’le hesaplaşıyoruz” yalanı gibi çaresizliğin ifadesidir.

Niyet ortadadır. Gizli bir ajanda yoktur.

Ordu’yu tek başına tasfiye edemeyen AKP, 12 Eylül’de halkı bu operasyona ortak etmek istemektedir. Referandum budur!

MEHMET ALİ GÜLLER

,

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın