Archive for category Teori Dergisi Yazıları

ABD’nin Pasifik stratejisi

SSCB’nin yıkılmasıyla iki kutuplu dünyanın ortadan kalktığı ilan edilmiş ve ABD’nin tek kutup olduğu, tek başına dünyaya egemen olacağı söylenmişti.

ABD’nin tarihçileri, siyasetçileri, stratejistleri yeni dönemi büyük gürültüyle ilan ediyorlardı: Tarihin sonunun geldiğini, Amerikan liberalizminin dünyanın göreceği son sistem olduğunu, Amerikan yaşam tarzının tüm dünyaya hâkim olacağın, kısacası bir Amerikan dünyası oluşacağını ilan ediyorlardı.

Doğrusu, ABD ilk on yılda yaptığı büyük atakla, bu ilanı dünyanın bir kısmına da kabullendiriyordu. 1991’de Irak’a saldıran ABD, ardından Balkanlara girmiş, Avrasya’nın girşini tutan Yugoslavya kapısını parçalamıştı.

ABD ikinci on yılda da ataklarını sürdürdü. Önce Afganistan’ı işgal etti, ardından da Irak’ı kısa sürede teslim aldı. Pentagon, Büyük Ortadoğu diye tarif ettiği coğrafyada rejimleri değiştirmeye, sınırları yeniden çizmeye başlamıştı.  Washington, Suriye, İran ve Kozey Kore’nin de sırada olduğunu, açıkça söylüyordu.

Dünyanın tek egemeni olan ABD, hatta, doğrudan cephe açmadığı Kırgizistan, Gürcistan ve Ukrayna’da da teker teker yönetimleri devralıyordu…

Roma’nın ve hatta güneşin batmadığı imparatorluk olan Britanya’nın tahtına, şimdi ABD, üstelik daha bir ihtişamla oturuyordu.

Irak direnişi tarihi değiştirdi

Ancak, ABD’nin tek kutuplu dünyasında yolunda gitmeyen birşeyler vardı. Daha 15 yıl bile dolmadığı halde, ABD’ye karşı kıpırdanmalar başlamıştı.

ABD’nin bir kaç haftada teslim aldığı Irak’ta, 2004 yılında itibaren direnişçiler ayağa kalkmaya başlamıştı. ABD askerlerine birer ikişer kayıp verdiren bu direnişte, helikopter bile düşürülmüştü. ABD’nin devasa medyasının gizlemeye çalıştığı bu gerçekler, gün geçtikçe dünya kamuoyu tarafından duyulmaya başladı. Ve 2005’te, 2006’da direniş, gizlenemeyecek boyutta ortaya çıktı.

Öte yandan Kırgızistan, Gürcistan ve Ukrayna’dan sonra Sorosçu darbenin yapılacağı Azerbaycan’da da işler iyi gitmiyordu. Diğer ülkelerde rejimi turuncu darbelerle kolayca teslim alan ABD, Bakü’yü aşamıyordu. Bir kaç hafta süren mücadeleyi Aliyev kazanmıştı!  Dahası ABD, dayandığı Romanya–Ukrayna–Gürcistan yayına rağmen, bir türlü Karadeniz’e giremiyordu.

ABD Annan Planı’yla teslim almaya çalıştığı Kıbrıs’ta da başarısız olmuştu. Doğu Akdeniz’deki bu “uçak gemisi” bir türlü ABD’nin olamıyordu!

ABD, Irak’ın kuzeyindeki kukla devletini de bir türlü resmi hale getiremiyor; bölgedeki Türk – Arap–Fars baskısını tam olarak ortadan kaldıramıyordu.

Anadolu’nun batısında yani Balkanlarda açılan gediğe rağmen, ABD, Anadolu’nun kuzeyinde Karadeniz’de; kuzey doğusunda Azerbaycan’da, güneyinde Irak ve Suriye ile Kıbrıs’ta bir türlü sonuca ulaşamıyordu.

Rusya ve Çin faktörleri

Öte yandan Vladimir Putin’le ekonomisini hızla düzeltmeye başlayan Rusya, NATO aracılığıyla sınırlarına dayanan ABD’ye karşılık vermeye başlıyordu.

Rekor büyümeyle geride bıraktığı on yılı büyük avantaja dönüştüren Çin de, Pasifik’ten çıkıp, Ortadoğu’ya, Afrika’ya ve Latin Amerika’ya yöneliyor, yatırımlar yapıyordu…

ABD’nin arka bahçesi olan Latin Amerika’da da Bolivarcı rejimler kuruluyor, 60 yıldır tek başına ABD’nin burnunun dibinde emperyalizme direnen Küba’ya yeni kardeşler geliyordu. Venezuella’da Hugo Chavez, Brezilya’da Lula da Silva kıtanın kaderini değiştiriyordu.

Lübnan ve Gürcistan’da yenilgi

2006 yılına gelindiğinde olağanüstü bir gelişme yaşandı. ABD’nin Ortadoğu’daki tetikçisi olan İsrail, Lübnan’da Hizbullah’tan unutamayacağı bir yenildigi tattı.

8 Ağustos 2008 günü ise tarihin önemli kırılmalarından birine sahne oldu. Rusya, Gürcistan’a savaş açtı ve ABD’nin Kafkasya’daki şımarık tetikçisi Saakaşvili’ye önemli bir ders verdi.

ABD, Rusya’nın kararlılığı karşısında harekete bile geçmedi; kısa sürede Gürcistan’ı silkeleyen Moskova’yı seyretmekle yetindi!

ABD için tarihi bir yenilgi olan bu kısa savaş, Asya’nın da atağa geçmesinin başlangıcı oldu!

Ve sonrası, yeni bir tarihin yazılmaya başladığını gösterdi hepimize…

Irak ve Afganistan’da çıkış yolu

Irak, ABD için bir bataklığa dönüştü, Afganistan dağları Pentagon’un kâbusu oldu.

Bush’un yerine yeni bir stratejiyle Barrack Obama’yı getiren Amerikan devlet aygıtı çıkış yolları arayamaya başladı.

ABD, bir yandan Irak’tan çekilmeyi kabul etti ve bunu bir takvime bağladı; diğer yandan da Afganistan’da kökünü kurutmayı arzuladığı Taliban’la müzakere etme yolları aramaya başladı.

Ve ardından Ortadoğu’da yeni bir süreç başladı.

Ortadoğu’da halk hareketleri

Tunus’da ve Mısır’da gelişen halk hareketleri ABD’nin 30 yıllık müttefiklerini alaşağı etti. Halklar, ABD mütefiki olan Ürdün, Yemen ve Bahreyn’de de rejimi devirmeye soyundu.

Gidişatı gören ABD, Ortadoğu’da varlığını sürdürebilmek için, bölgedeki 50 yıllık mevcudiyetinin avantajlarından ve AKP gibi müttefiklerinden yararlanarak, sürece ağırlığını koymaya başladı.

ABD, bölgedeki en önemli dayanağı olan Mısır’da, “Mübarek’i verip, rejimi kurtarmaya” çalıştı. AKP hükümeti üzerinden Türkiye’yi bölgeye “model” diye sunmaya gayret etti.

İstanbul’da, “değişimi kontrol edemezlerse, tarihin kendilerini çizeceğini” saptayark, Batı karşıtı ülkelerde hamle yapmaya karar verdiler.

Önce Libya’da ve ardından Suriye’de rejim muhaliflerini kışkırtarak, çeteler oluşturarak, adam kaçırarak, suikast yaparak, kendi “yangınlarını” çıkardılar.

Ve bu yangınla birlikte Ürdün, Yemen ve Bahreyn halk hareketleri dünyanın gözünden kaçırıldı; Tunus ve Mısır’da rejimle pazarlık üzerinden devrim geriletildi…

ABD–Fransa–İngiltere–Türkiye dörtlüsünün ansızın Libya’da giriştikleri Kaddafi karşıtı müdahale, bu ülkenin de zayıflığı nedeniyle bir süre sonra başarıya dönüştü.

Ve ardından Suriye’ye yöneldiler!

Asya’nın tarihi yazılıyor

Ancak tarihin tekerleği bir kere Asya lehine dönmeye başlamıştı; bunu geri çevirmeye Atlantik’in gücü yetmeyecekti!

Batı’nın 2008’de içine girdiği ekonomik kriz, NATO’nun füze maliyeti hesabı yapmasına; Washington’un maliyetleri müttefiklerine yıkmaya çalışmasına, Almanya’nın Rusya ve Çin’le ilişkiler üzerinden bu sürecin dışında durmaya gayret etmesine, Japonya’nın Çin’e yanaşmasına neden oluyordu…

Üstelik Rusya, çok açık bir şekilde, Libya’da yaptığı hatayı Suriye’de yinelemeyeceğini ilan ediyordu.

Nitekim, ABD de, doğrudan Suriye’ye saldırmak yerine bu işi AKP hükümetine yıkmaya uğraşıyor ve böylece Türkiye İran–Suriye savaşlarından kendine zafer çıkarmaya ve bu üç ülkeden de kurtulmaya çalışıyordu.

ABD yol arayışında

Tüm bu gelişmeler yaşanırken, yani 2006’dan itibaren, Amerikan hâkim sınıfları içinde bir çıkış yolu tartışması yaşanıyordu.

Emperyalist devletin sahiplerinden bir bölümü Amerika’nın geri çekilmesini istiyor, bir bölümü de nasılsa diğer ülkelerden daha az hasarla çıkılır diye, dünyayı yakmayı hesaplıyordu.

İşte ABD, bu tartışmalar içinde bu yılın başında yeni strateji hazırlığını tamamladı ve ağırlığı Asya-Pasifik’e vereceğini, Çin ve Rusya olmak üzere tüm dünyaya ilan etti.

ABD’nin yeni strateji belgeleri

ABD’nin yeni dönem stratejisine ilişkin dört önemli belge var:

1. Mayıs 2010’da açıklanan “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi.”[1][1]

2. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Kasım 2011’de Foreign Policy’de ilan ettiği “Amerika’nın Pasifik Yüzyılı”[2][2] başlıklı, dış politika belgesi.

3. “ABD-Çin Ekonomik ve Güvenlik İncelemeleri Komisyonu”nun, Kasım 2011’de ABD Kongresi’ne sunduğu 414 sayfalık rapor.[3][3]

4. ABD Başkanı Barrack Obama’nın Ocak 2012’de ilan ettiği “ABD Savunma Stratejisi.”[4][4]

1. ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi – 2010

ABD Başkanı Barrack Obama’nın giriş bölümünü yazdığı ve Mayıs 2010’da açıklanan 52 sayfalık “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi”, aslında ABD’nin geri çekilişinin ilk belgesi olarak okunabilir.

1.1.  Zira Bush döneminde, ABD’nin güvenliği, dünyanın en uç noktasındaki tehdidin ortadan kaldırılması yoluyla ülke güvenliğinin sağlanması anlayışına dayanıyordu. Bu stratejiye göre, dıştan içe halka halka kurulacak yapılarla ABD’nin güvenliği sağlanacak ve tehdit kaynağında, yani ortaya çıktığı yerde yok edilecekti!

Obama döneminde ise bu dıştan içe güvenlik yapıları oluşturma stratejisinin yerini başka bir model aldı. İki sütun üzerinde yükselen bu modelde esası, iç halka oluştuyordu.

Birinci sütünda, ABD’nin güvenliğinin içeriye dayandığı tezi vardı. Buna göre ABD güvenliği için öncelikle ülkenin içeride ekonomik, mali, teknolojik ve bilimsel olarak güçlenmesi gerekiyordu.

İkinci sütunda ise müttefikler vardı. ABD, müttefikleri üzerinden dışa doğru genişleyen bir siyaset ile güvenliğini sağlayacak; silahlı kuvvetlerini de bu yönelimde diplomasiyi tamamlayan bir unsur olarak değerlendirecekti.

1.2.  Obama dönemi “Ulusal Güvenlik Stratejisi”nde vurgulanan bir başka önemli konu da, mücadelenin çok uluslu olması gerektiğiydi. Bu nedenle yeni belgede, BM ile NATO’nun (ayrıca Dünya Bankası ile IMF’nin) güçlendirilmesi, hatta yeniden yapılandırılması gerektiği belirtilmekteydi.

Bush’un ilk döneminde müttefiklere ihtiyaç duymayan ABD, ikinci döneminde çıkmaza girmiş, ardından da son yıl içinde, Obama’ya hazırlık olarak transatlantik ilişkileri onarmaya yönelmişti.

İşte ABD, Mayıs 2010 tarihli yeni “Ulusal Güvenlik Stratejisi”nde, bu yönelimi kayda geçirmiş oluyordu.

1.3.       Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin en dikkat çeken başlıklarından biri de ABD’nin küresel işbirliği yapacağı ülkelerle ilgili olanıydı. ABD, küresel işbirliği yapacağı ülkeleri üç farklı grupta listelemişti.

ABD’nin en çok ağırlık vereceğini belirttiği ilk grupta sırasıyla şu üç ülke yeralıyordu: Rusya, Çin ve Hindistan. İkinci grupta, sırasıyla Brezilya, Güney Afrika ve Endonezya vardı.  Üçüncü grupta ise Pakistan ile Türkiye öne çıkıyordu.

ABD küresel ilişkilerini, “güçlü ittifakları sağlama almak” ve “yükselen nüfuz merkezleri ile işbirliği kurmak” diye tarif ediyordu.

1.4.  Obama döneminin “Ulusal Güvenlik Stratejisi”nde ABD’nin Irak’tan çekileceği ve Afganistan’a yoğunlaşacağı belirtiliyordu.

Ancak, Irak’tan çekilme kararı, zaten Bush’un son yılında alınmış ve takvim konusunda Washington ile Bağdat anlaşmaya da varmıştı.

1.5.  Ulusal Güvenlik Strateji belgesinde, tehdit sıralamasının başında İran yer alıyordu. İran’ı sırasıyla Kuzey Kore, El-Kaide ve “riskli devletler” izliyordu.

Bush döneminde kullanılan “serseri devletler” kavramının yerini, Obama döneminde “riskli devletler”in alması dikkat çekiciydi.

1.6.  Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin toplamından, ABD’nin yeni dönemde cephe savaşı yerine özel savaşı tercih edeceği ve “yumuşak güç” kullanmayı esas alacağı anlaşılıyordu.

ABD, “yumuşak güç” ile ekonomik baskıya dayalı sınırlamalarla barışçıl çözüm arayışını yöntem olarak benimsediğini ortaya koyuyordu. Belgeye göre “yumuşak güç” olarak değerlendirilecek unsurlar; diplomatlar, NGO’lar, özel sektör, vakıflar ve düşünce kuruluşlarıydı.

2. Amerika’nın Pasifik Yüzyılı – 2011

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Kasım 2011’de Foreign Policy’de, “Amerika’nın Pasifik Yüzyılı” başlıklı, 17 sayfa tutan, yeni bir dış politika yol haritası ilan etti.

2.1. Clinton yeni yol haritasında, Asya’nın ekonomik büyümesi ile dinamizminin Amerikan

ekonomik çıkarları için merkezi bir unsur olduğunu belirtiyordu.

2.2. Clinton, Asya-Pasifik’te barış ve güvenliğin sağlanmasının, küresel ilerleme için kritik

önemde olduğuna dikkat çekiyordu.

2.3. Clinton, yeni yol haritasında “politikaların geleceği Afganistan veya Irak’ta değil, Asya’da

belirlenecek ve ABD de bu sürecin tam merkezinde yer alacak” diyordu.

Clinton, önümüzdeki 60 yıl boyunca ABD’nin Asya-Pasifik’te varlığını etkin bir biçimde muhafaza edeceğini savunuyordu.

2.4. Clinton, Japonya, Güney Kore, Avustralya, Filipinler ve Tayland’ın, ABD’nin pasifik stratejisi

için kaldıraç olduğunu, Washington’un bu ülkelere dayanacağını, bu ülkelerle ortak

savunma ve ortak hedefler konusunda işbirliğini geliştireceğini belirtiyordu.

2. 4. 1. Çindistan Yüzyılı

Clinton, Pasifik’i merkez almanın gerektiğini, kuşkusuz ABD ile AB’nin krizle boğuşurken, Asya’nın sürekli büyümesinden dolayı saptıyordu.

Çin ile onu takip eden Hindistan, Batı’nın içinde bulunduğu kriz ortamında, kesintisiz büyümesini sürdürüyordu. Öyle ki, Batılı finans çevreleri, 21. yüzyılı şimdiden “Çindistan yüzyılı” olarak niteliyordu.

Çin ve Hindistan’ın toplam nüfusu neredeyse dünyanın yarısı kadardı. Satın alma gücüne göre Çin’in milli geliri 10 trilyon dolar, Hindistan’ın da 4 trilyon dolardı. 14 trilyon dolarlık milli gelirle Çindistan, ABD’yi yakalamıştı.

Asya, küresel mali krizin başladığı 2008 yılından beri, Kuzey Amerika ve Avrupa’nın aksine, sürekli büyüyordu. 2010’da yüzde 9 ve 2011’de yüzde 7,5 büyüyen Asya’nın, 2012’de de yüzde 7 büyümesi bekleniyor. (Dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olan Japonya’nın deprem, tsunami ve nükleer felaketler nedeniyle yaşadığı sıkıntı, Asya’nın rakamlarına olumsuz etkiyor)

Çin ve Hindistan’ın 2012’de birlikte yüzde 8 büyüyeceği tahin ediliyor.

2. 4. 2. ABD’nin “küresel üstünlük” yalanları  

ABD ve AB’nin inerken, Asya’nın sürekli çıkıyor olması bile, Clinton’un iddia ettiği “ABD Asya-Pasifik’in merkezinde 60 yıl etkin olacak” değerlendirmesinin gerçekçi olmadığını ortaya koyuyor.

The Globalist Araştırma Merkezi’nden Stephan Richter’in bu konudaki yorumu önemli: “Amerika’nın öngörülebilir gelecekte dış (ve askeri) meselelere vakfedebileceği gücün son on yılda azami sınıra dayandığına kuşku yok. ABD’deki altyapının çatırdadığı ve polislerin, itfaiyecilerin, öğretmenlerin işlerini kaybettiği bir dönemde ciddi kesintiler dışında herhangi bir şey yapılabileceğini savunmak, Amerika’daki seçkinlerin çarpık bir öncelik tarifi olduğunu gösteriyor. Asya’daki liderlere sorduğunuzda, cidden şaşırmış bakışlarla karşılaşacaksınız. Birçoğu, George W. Bush yönetiminin sarpa saran stratejilerine bu kadar uzun süre katlandıktan sonra, mevcut ABD yönetiminin şu an sergilediği kibirli tavır karşısında küçük dilini yutuyor. ABD kendisini Asya’nın felaketler yaşayan kesiminde saplandığı bataklıktan çıkarıp kıtanın dinamik kesimine yöneltme çabasında çok geç kaldı. Kariyerlerinin büyük bölümünde kıt mali kaynaklarla boğuşmak zorunda kalan Asyalı liderler, yönetmenin tercihlerde bulunmak anlamına geldiğini gayet iyi biliyor. Ve Obama yönetiminin Afganistan’la daha derinden meşgul olmaya karar verdiği an, denizaşırı meselelere vakfedebileceği ‘taze’ parayı sonuna kadar tükettiğinin de ziyadesiyle farkındalar.” [5][5]

Stephan Richter’e göre Amerikan halkı, küresel üstünlük yalanları çığının altında gün geçtikçe eziliyor: “Dışarıdan bakanlar, büyük bir saflıkla kendisini çıplak takdim eden bir imparator görüyor. Daha kötüsü, sadece cafcaflı laflara dayanan bu küresel heves, ülke içinde ciddi bir dengesizliğe yol açıyor. Amerikan halkı, her gün giderek altının boş olduğu anlaşılan küresel üstünlük yalanları çığının altında kalıyor. Bu koşullarda insanların, ülkelerinin söylediklerini hayata geçiremeyeceği görüldükçe, dışarıdaki girişimlere inançlarını yitirmeleri (bunu ‘desteğini çekeceği’ diye okuyun) kaçınılmaz görünüyor. Dışişleri Bakanı’ndan Kongre’nin en mütevazı üyesine kadar Amerikalı siyasetçilerin dış ilişkiler konusunda sarf ettiği şatafatlı sözlere komedi, hatta trajedi gözüyle bakmak mümkün.” (Aynı yerde)

3. ABD Kongresi’ne sunulan rapor – 2011

“ABD-Çin Ekonomik ve Güvenlik İncelemeleri Komisyonu”nun, Kasım 2011’de ABD Kongresi’ne sunduğu 414 sayfalık rapor, esas olarak Çin’in geldiği yeri saptıyor.

Raporda, Çin’in “alan kontrolüne dayalı bir askeri strateji izlediği” vurgulanıyor ve “Pekin’in aktivitelerinin artık direkt olarak ABD’nin ilgi alanlarına etki yaptığına” dikkat çekiliyor.[6][6]

4. ABD Savunma Stratejisi – 2012

Barrack Obama’nın ABD Savunma Bakanı Leon Panetta ve ABD Genelkurmay Başkanı Martin Demspsey’le birlikte Ocak 2012’de açıkladığı “ABD Savunma Stratejisi”nin köşe taşları şunlardır:

4.1. Obama, ABD’nin 10 yıldır devam eden savaş dönemini kapadığını ve yeni bir sayfa açtığını

ilan etti. Panetta da, ABD’nin “stratejik bir dönüm noktasında” olduğunu vurguladı.

4.2. Obama, ABD’nin dünyadaki temel gücünün kaynağının ülke içindeki ekonomik güç olduğunu

belirtip, bunu yenilemeye yöneleceklerini söyledi.

4.3. Obama, yeni ABD stratejisinin, “uzun dönemli askeri operasyonlarla ulus inşası” yaklaşımına

son vereceğini ilan etti.

4.4. Bir önceki strateji belgesinde yer alan ve 2,5 savaş konsepti olarak anılan, “aynı anda iki

büyük savaş ve bir yerel istikrar sağlama operasyonu kapasitesi” hedefi, yeni belgede

yerini “bir büyük savaş ve bir yerel istikrar sağlama operasyonu kapasitesi” hedefine

bırakıyor.

4.5. Yeni strateji belgesinde, ABD’nin, problemleri müttefikleriyle birlikte çözeceği savunuluyor.

4.6. Yeni stratejide, ABD’nin güvenlik yöneliminin merkezinin, Asya-Pasifik olduğu belirtiliyor;

Ortadoğu ise ikinci sırada…

Yeni strateji belgesinde, Çin’e karşı Hindistan, Güney Kore, Japonya yayının dengeleyici olacağı savunuluyor.

ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey de, bu önemli yönelim değişikliğine vurgu yapmak için Obama’nın basın toplantısında konuştu ve şunları söyledi: “Eğilimlerin tümü, yani demografik, jeopolitik, ekonomik ve askeri eğilimler, Pasifik’e meylediyor. Bu yüzden gelecekteki stratejik meselelerimiz büyük ölçüde Pasifik bölgesinden kaynaklanacak.”

Pentagon bütçesinde büyük kesinti  

Obama–Panetta–Dempsey üçlüsünün yeni strateji ilanının bir de rakamlar boyutu var:  Yeni stratejiye göre Amerikan ordusunun mevcudu 100 bin kişi azalacak. 5 yıl içinde kara birliklerindeki asker sayısı 570 binden 490 bine inecek. Deniz piyadelerinin sayısının da 20 bin azaltılarak 182 bine indirilmesi planlanıyor. Pentagon’un bütçesinde de 10 yıl içinde 487 milyar dolarlık kesinti öngörülüyor.

ABD ordusunun Avrupa’da dört askeri birliği var. Üçü Almanya’da biri de İtalya’da bulunan birliklerle birlikte Avrupa’da toplamda yaklaşık 81 bin Amerikan askeri bulunuyor. Irak’tan asker çeken ABD, Avrupa’dan da çekilme kararı aldı. ABD, Almanya’daki üç birliğinden biri ile İtalya’daki birliğini geri çekerek, Avrupa’daki birliğini ikiye, asker sayısını da 40 bine düşürecek.

“Özel Savaş” stratejisi

ABD, oluşan boşluğu ise özel kuvvet sayısını artırarak doldurmaya çalışacak.

ABD’nin yeni stratejisinde “küçük, gizli operasyonlar” için insansız hava araçları ve özel kuvvetler önemli bir yere sahip.  The Wall Street Journal’ın haberine göre ABD Savunma Bakanlığı, “küresel ağını, ABD’nin gücünü yansıtacak şekilde kökten yeniden hizalamayı planlıyor”.

Pentagon’un planlamasına göre, insansız hava araçları sayısı kademeli olarak yüzde 30 artırılacak. Özel kuvvet sayısı ise dört yılda yüzde 10 artarak 70 bine ulaşacak.

Yeni strateji kapsamında üsler, özel ordu birlikleri ve deniz piyadelerine göre düzenlenecek ya da yenileri inşa edilecek.

Sonuç

Her üç belgenin ortaya koyduğu gerçek şu: “20. Yüzyılın Atlantik Yüzyılı” olduğu dönemi arkasına alarak “21. Yüzyılı Amerikan Yüzyılı” yapmak isteyen ABD, geride kalan 10 yılda bu hedefi gerçekleştiremeyeceğini görerek, doğrudan asıl hedefe yönelip, “21. yüzyılı Amerika’nın Pasifik Yüzyılı” ilan etmeye çalışacak!

Peki bu hedef ne kadar gerçekçi?

Foreign Policy dergisinin “Amerikan dış politika yapıcıları” arasında yaptığı bir araştırmaya göre ABD dış politikasının karşı karşıya olduğu en ciddi sorun, yüzde 42 ile Çin!

Araştırmaya görüş bildiren ve tamamı resmi yetkili olan bu isimler, ABD dış politikasının karşı karşıya olduğu diğer sorunları ise şöyle sıralamışlar: Küresel borç krizi, Arap Baharı, Ortadoğu’daki çatışmalar, küresel terör ve kitle imha silahları.

Foregn Policy, aynı araştırmayı Amerikalı akademisyenler arasında da yapmış. Bu ankette de, Çin’in büyüyen etkisi, ABD’nin en büyük sorunu olarak ilk sırada yer almış!

Washington artık, Amerikan kartalının, Çin ejderi karşısında ne kadar dayanacağını hesaplamaya başladı bile!

Mehmet Ali Güller

Aydınlık gazetesi yazarı

Teori Dergisi – Mart 2012


[1][1] The White House: U.S. National Security Strategy, May 2010, Washington

[2][2]  Hillary Clinton, “America’s Pasific Century”, Foreign Policy, November 2011 http://www.foreignpolicy.com/articles/2011/10/11/americas_pacific_century

[3][3] United States-China Economic and Security Review Commission: 2011 Report to Congress http://www.uscc.gov/annual_report/2011/annual_report_full_11.pdf

[4][4] “Sustaining U.S. Global Leadership: Priorities for 21st Century”, Defense Strategic Guidance, Washington, January 2012   http://www.defense.gov/news/Defense_Strategic_Guidance.pdf

[5][5] Stephan Richter, “Asya’ya dönmek: Hillary Clinton için bir durum muhasebesi”, Radikal, 9 Kasım 2011.

[6][6] Bu kapsamlı ve uzun raporun geniş bir özeti, önümüzdeki sayılarda Teori Dergisinde işlenecektir.

, ,

Yorum bırakın

ABD-AKP İŞBİRLİĞİ WİKİLEAKS’LE ÇIRILÇIPLAK

Mehmet Ali Güller
Teori Dergisi Yazı Kurulu Üyesi
Teori Dergisi – Ocak 2011

1.ABD BELGELERİNİN SUÇ KANITI DEĞERİ

Belgeler ne anlama geliyor?

ABD Büyükelçiliklerinin ABD Dışişleri Bakanlığı’na geçtiği ve Wikileaks’in yayımladığı belgeler, AKP ve yandaşlarına göre asla “belge” değil, dedikodudan ibaret! Bu “basit ve çaresiz” tutuma, belgelerde ortaya çıkan iki somut gerçek nedeniyle başvurdular. Birincisi, ABD ile AKP’nin ilişkisi, belgelerde “görev alanla, görev verenin” ilişkisini açıkça sergiliyor. İkincisi de ABD’nin AKP’lilerle ilgili tuttuğu siciller, “savunulacak” gibi değil!

Bu nedenle, belgelerdeki gerçekleri “dedikodu” diye niteleyerek, önemsizleştirmeye çalışıyorlar.  Ama, belgelerin ortalığa döktüğü gerçekleri değersizleştirmeye dönük bu ön alma girişimlerini çürüten kanıtlar yine belgelerde bulunmaktadır.

ABD Dışişleri Bakanlığı, 22 Ocak 2010 tarihinde geçtiği, 10STATE6451 nolu belgede ABD Ankara Büyükelçiliği’nden, “Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a yönelik suikast iddialarıyla ilgili” bilgi talebinde bulunuyor. ABD Dışişleri Bakanlığı için “bilgi”nin önemi, bu örnekte şöyle vurgulanıyor: “Bu bilgiler, politika yapıcılarını durumdan haberdar etmek amacıyla yapılacak olan analitik üretimde kullanılacak”.

İşte Wikileaks’in yayımladığı ABD belgelerinin içeriklerinin “dedikodu” gibi gerçekliği kuşkulu söylentilerden değil; ABD “politika yapıcılarının analitik üretimde kullanacakları” türden sağlam bilgilerden oluştuğunun kanıtı bu nottur. ABD devleti, politikalarını, bu bilgilerle inşa etmektedir. Küçük büyük hiçbir devlet, politikalarını “dedikodu” ve “söylenti” üzerine kurmaz. ABD gibi dünya hegemonyası peşindeki bir süper devlet hiç kurmaz. Kendisine yalan söylemeyeceği gibi, kendisini dedikodu gibi şeylerle de oyalamaz.

Wikileaks belgeleri değil, ABD belgeleri!

Wikileaks’in yayımladığı belgeler, ABD’nin iç yazışma belgeleridir. Diplomatlar, gördüklerini, duyduklarını, konuşulanları, bilgiyi, kısacası tüm istihbaratı, üzerine yorum katmadan, en saf haliyle, politika üretsin diye ABD Dışişleri Bakanlığı’na yollamaktadır.

Üstelik bu bilgiler, gizli olduğundan ve kamuoyu baskısı oluşmayacağından, en çıplak haldedirler; dolayısıyla bilgiyi bozma, eğme-bükme, karartma durumlarına pek rastlanmaz. Çünkü temel prensip, diplomatın, devletini “doğru bilgilendirmesidir”!
Dolayısıyla, belgeleri küçümsemeye ve kullanılmasını engellemeye yönelik olarak savunulan, “wikileaks sızıntısı”, “wikileaks belgeleri” gibi ifadeler doğru değildir; belgeler, ABD belgesidir!

Bu belgeler geçmişte de sızmıştı ya da sızdırılmıştı. Üstelik nicelik olarak çok az sayıdaki bu belgeler büyük gündemler yaratmış ve hâlâ çok satan kitaplara malzeme olmuştu.

Elektronik haberleşme ve internetin hayatımıza girdiği yeni dönem ise kuşkusuz bu tür sızıntıları nicelik bakımından da arttırmıştır, daha da artıracaktır. Üstelik ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, şu anda yayımlanmakta olan yüzbinlerce belgeyi, tek bir küçük kartta saklaması ve binlerce kişinin erişimine açık bırakması, sızıntıyı zaten kaçınılmaz kılmaktaydı.

Wikileaks ve komplo teorileri

Wikileaks’in daha önce yayımladığı belgeler bu kadar gürültü koparmamıştı. Wikileaks, ABD’nin 400 bin Irak belgesini yayımladığında; dünya ve Türkiye, ABD’nin yaptığı işkencelerden, PKK’yı “özgürlük savaşçıları” olarak tanımlamalarına kadar pek çok “belgeli” gerçekle yüzleşmişti. Keza, Wikileaks’in, ABD’nin 92 bin Afganistan belgesini yayımlaması da, en hafifinden Amerikan halkının gözünde bu savaşın meşruiyetini tartışma noktasına getirmişti.

Ama Wikileaks’in bu son belge ifşaatı, Türkiye’de büyük telaş yaratı ve komplo teorileri üretilmesine neden oldu.

Bu komplo teorilerinin başlıcaları şunlardı:

a-Belgeleri İsrail sızdırdı

Bu teori, en başta AKP hükümetinin sarıldığı bir komplo teorisiydi. Geleneksel sağın yerleşik bu komplo teorisi, siyaseten değişik evrelerde bir sübap gibi kullanılmaktadır. Bu teorinin milli kesimler içinde taraftarı bulunması da bu gelenek nedeniyledir. Bu teoriye göre, dünyada olan biten her şeyin müsebbibi Yahudilerdir. ABD’yi de Yahudi lobisi yönetmektedir. Dahası, ABD’yi savaşlara, kötülüklere Yahudi lobisi yöneltmektedir. Bu teorinin hemen her versiyonunun teorik sonucu, ABD’yi “masumiyet sandalyesi”ne oturtmaktadır.

Bu komplonun sahipleri, iddialarını “Açıklanan belgelerden bir tek İsrail zarar görmedi” tezine dayandırmaktadırlar. Belgelerin henüz binde biri bile açıklanmamışken böyle bir saptama yapmak ne kadar bilimselse, örneğin Papua Yeni Gine’nin de bu belgelerden zarar görmediğini saptamak, o kadar bilimseldir!

Bu komplonun sahipleri, iddialarını, İsrail’de çıkan ve Türkiye’nin iki uçak gönderdiği yangını bile, Yahudilerin, Wikileaks belgelerini kendilerinin sızdırdığını perdelemek üzere çıkardığını yazacak noktaya vardırmışlardır!

b-Belgeleri İngiltere sızdırdı

Bu teori, emperyalist devlet aygıtı kavramını bulanıklaştırmak ve ABD’yi yine “masumiyet sandalyesi”ne oturtmak için üretilen ve milli kesimlere bulaştırılan bir teoridir. Teorinin pek çok versiyonu mevcuttur. Dünyayı aslında İngiltere’nin yönettiği, yüzyıl önceki hedeflerini gerçekleştirmek ve Ortadoğu’yu ele geçirmek için ABD’yi kullandığı, İngiliz Kraliyet ailesinin zaten 400 yıl önce kıtaya özel aileler göndererek bu işi en başından planladığı, bu ailelerin ABD devletinde köşeleri kaptığı, listesinin de İngiltere Kraliyet Sarayı’nda gizlice muhafaza edildiği, yazılıp çizilmektedir.

c-Belgeleri ABD bilerek sızdırdı

Kuşkusuz belgelerin Wikileaks’e sızması noktasında, ABD kaynaklı bir durum olasıdır ve hatta vardır. Bu kaynaklık etme durumu, ABD’yi yöneten kesimlerden, sermaye gruplarından biri de olabilir, belgelere erişim olanağına sahip kişi ya da kişiler de.

Gerçeğin bu yüzünden hareketle, ABD’yi her şeye muktedir olmakla yücelten, ABD Irak’ta yenildiğinde de, Afganistan’da yenildiğinde de bunun ABD planı olduğunu savunabilen, kriz çıktığında da krizi ABD’nin bilerek yarattığını savunabilen anlayışlar, komplo teorisidir. Bu teorinin savunucuları, “ABD çökse bile, altından Atlantis çıkacak” diyecek noktaya kadar körleş(tiril)mişlerdir.

d-Belgeleri ABD, Türkiye ve RTE’ye şantaj için sızdırdı

Buna göre de ABD, Türkiye ve Azerbaycan’ın arasını bozmak için ya da Türkiye ile İran’ın arasını bozmak için ve hatta Tayyip Erdoğan’a şantaj yapmak için bu belgeleri sızdırdı!

ABD’nin Erdoğan’a şantaj yapmak için, dünya çapında bir organizasyona ihtiyacı mı vardır? Erdoğan’a şantaj yapmak isteyen ABD, buna göre önce Julian Assange’ı ve arkadaşlarını organize etti, onlara 2006 yılında internet sitesi kurdurttu, durum çakılmasın diye, periyodik olarak ABD’yi zorda bırakan önce Irak, sonra Afganistan belgelerini yayımlattı. Ve ardından da Erdoğan’a şantaj yapmak üzere bu son belgeleri yayımlattı. Üstelik, yine durum çakılmasın diye belgelerde, Rusya’dan başlayarak Fransa’ya kadar pek çok ülkenin sırları da deşifre edildi; hem de bu ülkelerin ABD’yle ilişkisi bozulması pahasına!

Erdoğan’a nesnel olarak kudret atfeden bu teorinin en ufak bir mantığı olmamakla birlikte, maalesef savunucuları vardır. Oysa ortaya çıkan belgeler incelendiğinde görülecektir ki, ABD zaten sekiz yıldır AKP’ye ve Erdoğan’a her türlü şantajı yapmıştır!

Bu belgelerden hareketle, gerçeğe gözünü kapatıp, Erdoğan, Gül ve Davutoğlu övgüleri bulanları, kategori dışı tutuyoruz elbette. Bir AKP’linin ABD’liye yaptığı ve yazışmalara giren Erdoğan övgülerinden, ABD’nin Erdoğan övgüsü sonucunu çıkaran zihniyet, artık Teori Dergisi’nin değil, tıbbın konusudur. Keza, belgeleri “Ergenekon işi” olarak yorumlayanları da bu kategoride değerlendiriyoruz…

e- Liberallerin “AKP Amerikancı değilmiş!” yalanı

Komplo teorisi standardında olmasa da, bir de, ABD belgelerindeki bazı değerlendirmelerden hareketle, “Ulusalcı tezler çöktü, AKP’nin Amerikancı olmadığı ortaya çıktı” şeklinde savunma yapanlar kategorisi vardır. Bu kategorinin sahipleri, AKP’ye sürekli destek veren liberal kesimlerdir.

Bu kesimler, özellikle “Davutoğlu hakkında olumsuz ifadeler olmasından” hareketle iddialarını savunmaktadırlar. Ancak hemen söyleyelim ki, Davutoğlu hakkındaki en olumsuz ifadeler, aslında yine AKP’li bakanların ağzından ABD belgesine giren ifadelerdir. (Örneğin, 04ANKARA7211 nolu ve 30 Aralık 2004 tarihli belgede, Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, Davutoğlu’nu “aşırı tehlikeli” olarak tanımlandığı yazılmaktadır.)

Davutoğlu’nun durumunu açıklayan en önemli olgu, kuşkusuz onun “ABD’yle altın bir işbirliği dönemi” tarifi yaptıktan 40 gün sonra Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturmasıdır. Yürütmeye çalıştığı Neo-Osmanlıcı çizgi de, “Türkiye yeni küresel düzene, çevresinde alt bölgesel düzenler kurarak katkıda bulunacak” şeklinde Washington’a verdiği sözle doğrudan ilgilidir.

Liberal çevrelerin her şeye rağmen, “AKP’yi ABD’ye karşı gibi göstermeye çalıştığı olumsuz ifadeler” toplamda, görev alanla görev verenin ilişkisi dışında değildir! Alternatifsizlik ve “sandık başarıları”, AKP’yi zaman zaman, ABD’ye karşı, siyasi geleneğinde de var olan “at pazarlığı” yapma noktasına götürmüştür. Durum bundan ibarettir.

Belgeler, ABD’nin yenilmesinden kaynaklanmaktadır!

Yukarıda da belirttiğimiz gibi “Kuşkusuz belgelerin Wikileaks’e sızması noktasında, ABD kaynaklı bir durum olasıdır  ve hatta vardır. Bu kaynaklık etme durumu, ABD’yi yöneten kesimlerden, sermaye gruplarından biri de olabilir, belgelere erişim olanağına sahip kişi ya da kişiler de”. Üstelik bu durumun maddi zemini de vardır. O zemin, ABD’nin siyaseten de ekonomik olarak da, askeri olarak da tepetaklak yuvarlanıyor olmasıdır. ABD emperyalizmi, bu gidişe çareler aramaktadır.

Ancak buradan hareketle işi gücü bırakıp, dahası belgelerin içeriğini de bırakıp, “belgelerin Wikileaks’e neden ve nasıl sızdırıldığı, Wikileaks’in bu belgeleri neden ve kimin için kullandığı” sorularının peşine düşmek, siyaset değildir!

Kuşkusuz, belgelerin nasıl ele geçirildiği ve neden yayımlandığı önemlidir. Ancak bu sorunun peşine takılmak, dahası saplanmak, belgeleri işlemek ve değerlendirmek görevini hafifletmekte, hatta bazı siyasi kesimlerde bu görevi olduğu gibi rafa kaldırtmaktadır.

Belgeler, AKP’nin Amerikancılığının teyididir

Wikileaks’in yayımladığı belgelerin, bizi ilgilendirmesi gereken özelliği ABD ile AKP arasındaki ilişkiyi çırılçıplak ortaya koymasıdır. AKP’nin 8 yıllık iktidarı boyunca uyguladığı politikalarının, Washington merkezli olduğu, bu kez ABD belgelerinde somutlanmıştır!

AKP’nin başta İran politikası olmak üzere, dış politikadaki hemen her hedefi, Washington’un hedefiyle büyük oranda uyumludur.

İnceleyelim:

2.ABD BELGELERİNDE AKP’NİN İRAN POLİTİKASI

AKP hükümetinin İran konusundaki tutumu, iç politikaya dönük olarak, sanki ABD karşıtıymış gibi sunuldu hep. Kuşkusuz Erdoğan ve kurmaylarının bu konudaki tutumu, tabanın beklentileriyle doğru orantılıydı. Ancak gerçekte olan biten neydi?

“Büyük Kürdistan” isimli kitabımda, bu konuda şu tespitte bulunmuştum:

“AKP’nin Suriye-Ürdün ve Lübnan’la oluşturduğu ve ‘Ortadoğu Birliği’ diye isimlendirdiği bu yapı, Davutoğlu’nun ‘Türkiye, küresel yeni düzene, çevresinde alt bölgesel düzenleri yeniden kurarak katkıda bulunacak’ diye ifade ettiği görevin sonucudur.

“Tabi Türkiye’nin AKP eliyle ABD’nin planlarına uygun böyle bir süreci geliştirmesi iki ana unsura bağlıdır: 1. İran’dan rol çalmak. 2. Sözde İsrail karşıtlığı üzerinden Arap desteği sağlamak.

“ABD, Kukla Devleti ilan edebilmek ve yaşatabilmek, Türkiye’ye doğru genişletebilmek için AKP’den, ‘alt bölgesel düzenleri yeniden kurmasını’ istiyordu.

“Peki, 60 yıllık Küçük Amerika süreci içinde, ‘Arap karşıtı ve İsrail müttefiki’ görüntüsü çizen bir Türkiye’nin BOP içinde ‘bölgesel alt düzenleri yeniden kurma görevini’ başarması mümkün müydü? Türkiye, ‘Arap karşıtı, İsrail müttefiki’ görüntüsüyle, Ortadoğu’da İran’dan rol çalabilir miydi? Türkiye bu görüntüyle, Arapların nezdinde İran yerine yeni Ortadoğu lideri olabilir miydi? Türkiye, bu görüntüyle, ABD adına Ortadoğu’da ‘kolaylaştırıcı’ bir rol oynayabilir miydi? Tüm yanıtların ‘hayır’ olduğu çok açıktı.

“İşte AKP’nin ‘İsrail’le kontrollü gerilim’, ‘İran’a markaj’ ve ‘Araplarla dostluk’ temelli Ortadoğu politikasını yani ‘eksen kayması’na neden olduğu ifade edilen görevlerinin asıl nedeni buydu”. X (Mehmet Ali Güller, ABD’nin Neo-Osmanlı Projesi: Büyük Kürdistan, Kaynak Yayınları, Birinci Baskı, Kasım 2010)

Hedef, Tahran’ı ılımlı hale getirmek

Wikileaks’in yayımladığı belgeler, işte bu tespiti doğrulayan verilerle ve saptamalarla dolu. Örneğin, ABD İstanbul Başkonsolosluğu’nun, 4 Aralık 2009 tarihinde gönderdiği 09ISTANBUL440 nolu belge:

ABD Konsolosluğu’nun çeşitli kaynaklarla yaptığı görüşmelere dayanarak oluşturduğu rapora göre Türkiye’nin İran’a yönelik tutumunun iki nedeni var. Birinci nedene göre, “Türkiye bölgesel istikrar ve çatışmadan kaçınmak, Doğu ile Batı arasında vazgeçilemez bir köprü olabilmek, enerji ve ticaret alanlarında uzun vadeli ilişkileri güçlendirebilmek amacıyla” İran’la yakınlaşıyor. Türkiye’nin İran’a yakınlaşmasının ve tutumunun ikinci nedeni ise, “Tahran’ın tavrını ılımlı bir hale getirebilmek”.

Rapora göre İran, bu yaklaşıma olumlu yanıt veriyor çünkü Türkiye’yi “diplomatik yalnızlığına karşı bir sığınak, yaptırımlara karşı bir tampon ve halkı için bir güvenlik vanası olarak görüyor”.

Öte yandan, belgede görüşlerine yer verilen bir kaynağa göre “Bölgedeki başka hiçbir ülkenin İran’ı dengeleyebilecek askeri ve ekonomik gücü yok. Türkiye bu boşluğu, İran’ın güçlenmesinden korkan diğer devletler adına dolduruyor”.

Belgeye göre AKP hükümetinin bu politikası, “Türkiye’yi zaman zaman ABD hükümetinin duruşundan uzaklaştırmak zorunda bırakıyor ancak bu durum ABD’den stratejik bir uzaklaşma anlamına gelmiyor”.

İran, bölgesel örgütlerle bağlanacak

Belgede “İran’ı bölgesel örgütlerle bağlamak” başlığı altında şöyle deniyor: “Türkiye’deki bağlantılarımız, Davutoğlu, Türk dış politikasını kontrol ettiği sürece, Ankara’nın İran’la iki taraflı ve çok taraflı ilişkiler kurma çabalarını sürdüreceğini, ilişkileri maksimuma çıkarmak için bölgesel uluslararası kurumlarla işbirliği yapacağını söyledi”.

Belgede dikkat çeken saptamalardan biri de şu: “Davutoğlu’nun, Gül ve Erdoğan desteğiyle gerçekleştirdiği haftalar süren şahsi diplomasi girişimi İran’ın karar mercilerini Türkiye’yle Tahran nükleer reaktörü yakıt takasını işler durumda tutacak bir anlaşmaya ikna edemedi”. Anımsanacağı gibi anlaşmanın müzakereleri bir yıl sürmüş ve ABD, sanki bu anlaşmaya karşıymış gibi açıklamalar yapmıştı!

ABD ve AKP’nin İran politikasını netleştiren belgedeki saptamalardan biri de şöyle: “ABD hükümeti gibi Türkiye de İran rejimi içinde birçok fraksiyon olduğunu kabul ediyor. Abdullah Gül’ün Interpol’ün kırmızı bültenle aradığı Rafsancani yanlısı Muhsin Rezai’yle, Erdoğan’ın ise Meclis Başkanı Ali Laricani ile görüşmesi de buna işaret ediyor. Bu durum Türkiye’nin İran’ın en güçlü liderinin kim olacağı konusuna bahislerini bölmeye karar verdiğini de gösteriyor”.

Erdoğan’ın İran tutumu, taktik

ABD Ankara Büyükelçiliği’nin 3 Kasım 2009 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı’na geçtiği, 09ANKARA1583 nolu belge yine İran’la ilgilidir. Belge, 21 Ekim 2010 tarihinde bir araya gelen ABD Ankara Büyükelçisi James Jeffrey ile Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu arasındaki İran görüşmesini içermektedir.

Belgeye göre, Erdoğan’ın açıklamaları taktikseldir: “Sinirlioğlu, Erdoğan’ın üslubunun nükleer silah karşıtı mesajını daha iyi verebilmek amacıyla Ortadoğu sokaklarında güvenilirliğini artırmak için kullandığı bir taktik olduğunu ifade etti”.

Aslında Türkiye’nin AKP üzerinden İran’a rakip olduğu, bu rekabet alanının da kuzey Irak merkezli olduğu da belgelerde yer almaktadır. 13 Kasım 2009 tarihinde ABD’nin Bağdat Büyükelçiliği’nden Washington’a gönderilen 09BAGHDAD2992 nolu belgede şöyle denilmektedir:

“İran, Irak pazarında önemli bir pay sahibi. Diğer sanayileşmiş ülkeler için çok çekici olmayan ve kolayca da başvuramadıkları bu pazara, İran çok kolayca, coğrafi yakınlığı nedeniyle de girebiliyor. Türkiye burada İran’a rakip bir ekonomik güç olarak duruyor. Özellikle Kuzey Irak’ta Türkiye bu rolde görünüyor”.

Belge, ABD’nin Kuzey Irak’ta Türkiye-İran-Suriye işbirliğini önlemeye yönelik on yıllık girişimlerinin başarılı olduğunu ve AKP döneminde Ankara ile Tahran’ın işbirliği yerine rekabete yöneldiğinin aslında açık bir teyididir.

Büyükelçi, İran’ın faaliyetini ABD’ye ihbar etti

Aslında AKP hükümetinin, değil batıyı karşısına almak pahasına İran’la işbirliği içinde olduğu, tam tersine İran’ın faaliyetlerini batıya ihbar ettiği de Wikileaks’in yayımladığı belgelerde görülüyor.

Örneğin,  ABD’nin Akşaabad Büyükelçiliği’nin 24 Şubat 2009 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 09ASHGABT248 nolu belgede Türkiye’nin Türkmenistan Büyükelçisi Hüseyin Bıçaklı’nın Amerikalılar’a çok önemli bir bilgi aktardığı belirtiliyor:

Belgeye göre Bıçakçı, Amerikalılar’a Türkmenistan ile Rusya’nın ortak bir faaliyetle işlenmiş uranyumu İran’a göndermeyi planladıklarını söylüyor. Büyükelçi Bıçakçı ABD Büyükelçisi’ne, uranyumun Balkan eyaletindeki Kızılkaya’da bulunan Sovyet döneminden kalma fabrikada işleneceğini ve kullanılacak yolun da Türkmenistan içinden geçen 700 km’lik Rusya İran demiryolu hattı olacağını söylüyor.

AKP’ye Suriye’yi İran’dan koparma görevi

ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nin, 20 Ocak 2010 tarihinde gönderdiği 10ANKARA1987 nolu belgeye göre, ABD, Türkiye’nin Suriye ile geliştirdiği ilişkiden memnun. Çünkü, ABD Büyükelçiliğine göre “Eğer Türkler Suriye’yi İran’dan uzaklaştırma niyetinde ciddiyse ve eğer gerçekten başarılı olmaya başlarlarsa, bu ABD’nin çıkarına olacaktır”.

Nitekim bu konuda ABD Büyükelçiliği haklı çıkmıştır! Büyükelçiliğin 25 Şubat 2010 tarihinde gönderdiği, 10ANKARA302 nolu belgede, bu haklılık teyit edilmiştir. Belge, 18 Şubat 2010 tarihinde bir araya gelen Müsteşar William Burns ile Müsteşar Feridun Sinirlioğlu’nun görüşmesinin içeriğini aktarmaktadır. Sinirlioğlu, Suriye ile ilişkiler konusunda ABD’ye şu mesajı vermektedir:

“Sinirlioğlu Türkiye’nin diplomatik çabalarının Suriye’yi İran’ın yörüngesinden çıkarmaya başladığını söyledi. ‘Çıkarları ayrılıyor’ dedi. İsrail’in Türkiye’yi görüşmelerde arabulucu kabul etmesi durumunda, Sinirlioğlu, İran’ın daha da yalnızlaşacağını belirtti”.

AKP’nin İran ve Suriye konusundaki tutumunu en net ifade eden belgelerden biri, 09ANKARA1594 nolu belgedir: “Amerika Türkiye’yi dört şekilde test etmek istiyor; kuzey Irak konusunda rol alıp alamayacağı, İran’ı ABD’nin isteklerine razı edip edemeyeceği, Suriye’yi Amerika’nın tarafına çekip çekemeyeceği ve Hizbullah ya da Hamas’ı İran’ın etkisinden kurtarabileceği. Bunlar yapılmazsa, Bush dönemine geri dönülecek”.

3. ABD BELGELERİNDE AKP VE FÜZE KALKANI

Meğer, Füze Kalkanı 9 ay önce kabul edilmiş!

NATO Füze Kalkanı konusu Türkiye’nin gündemine 2010 yılının Ekim ayının sonunda geldi. 18 Kasım’da Lizbon’da alınacak NATO kararı birkaç hafta boyunca Türkiye’de tartışıldı. AKP hükümeti, bu tartışmalar boyunca, İran’ı hedef alan füze kalkanına karşıymış görüntüsü çizdi. Ama en sonunda gitti Lizbon’da, kalkana onay verdi!

Oysa Wikileaks’in yayımladığı belgelerden gördük ki, AKP hükümeti, füze kalkanı konusunun gündeme gelmesinden yaklaşık bir yıl önce, zaten ABD’yle mutabakata varmış!

Örneğin 26 Ocak 2010 tarihli, 10ANKARA126 nolu belgeye göre, Başbakan Erdoğan 7 Aralık 2009 tarihinde ABD Başkanı Barack Obama ile yaptığı görüşmede, “ABD’nin Türkiye’ye bir AN/TPY-2 radarı ve diğer Füze Savunma donanımı yerleştirme isteğine karşın, gerek iç politika ve gerekse Türkiye’nin İran ile olan ilişkileri bağlamında hükümetin maruz kalacağı politik maliyeti azaltmak için söz konusu sistemin NATO çerçevesinde yerleştirilmesi gerektiğini” belirtmiş.

Belgede “şimdi top, buradaki sivil politik liderlerin kendileri için ‘ne kadar NATO’un yetebileceğini tespit edecekleri kulvardadır. Başbakan Erdoğan, Türkiye’nin katılımının, daha sonraları İsrail’i İran’ın karşı saldırısından koruyabileceğiyle de ilgilenmektedir” ifadesi yeralmaktadır.

ABD Ankara Büyükelçiliği’nin 16 Şubat 2010 tarihinde geçtiği, 10ANKARA251 nolu belgeye göre, ABD Savunma Bakanı Robert Gates ve mevkidaşı Vecdi Gönül, Türkiye’nin Avrupa füze kalkanı sistemindeki rolünün önemine değindi:

“Gönül, eski ABD yönetiminin kullandığı ve Türkiye’yi içermeyen yaklaşımın yerine yenilikçiliği öne çıkaran Aşamalı Uyarlanabilir Yaklaşım’ın daha iyi olduğunu belirtti. Gates, Gönül’ün görüşünü destekledi ve Polonya ve Romanya’nın SM-3 füzelerini bulundurma anlaşmasını hatırlattı. Ardından Türkiye’de bir radar sistemi bulunmadan, ülkenin doğusundaki önemli bölgelerin sistemin kapsama alanının dışında kalacağını ifade etti. Gönül, Gates’e radar konusundaki görüşmelerin hükümet içinde devam ettiğini belirtti. ABD’nin değerlendirdiği alternatif bölgeleri soran Gönül, radar sistemi yerleştirilmesi için en iyi ideal yerin Türkiye olduğunu tekrarladı”.

“Türkiye’nin İran’dan saldırı beklemediğini söyleyen Gönül, Tahran’ın, Ankara’nın Avrupalı müttefiklerine karşı oluşturduğu tehdidin bir hava savunması oluşturulması adına önemli olduğunu belirtti. Gönül, füze savunma sisteminin sadece Türkiye’yi değil, tüm Avrupa’yı savunmak için tasarlanabileceğini ifade etti”.

ABD ve AKP’nin Füze Kalkanı taktiği

Aslında 09ANKARA1472 nolu belge, mutabakat öncesi ABD’nin nasıl bir yol izlediğinin de işaretini veriyor. Belge, Türk yetkililerle “ilkin ve her şeyden önce füze savunma sistemi” konusunda görüşecek bir diplomata, ön bilgiler veriyor. Füze kalkanının, ABD için öncelikli gündem olduğu vurgulanıyor. Değerlendirmeye göre “Türkler ABD füze savunma planlarının güncelleşmesinden çok memnun olacaklar.” Ama, “füzeleri Türkiye’ye yerleştirme talebi için siyasal ortam karışık”, çünkü Türkiye hükümeti “ABD’yle güçlü ilişkilerini sürdürürken hem İslam dünyası hem Rusya’yla bağlarını korumak gibi ince bir çizgi tutturmayı sürdürüyor.”

Ardından konsolosluk, füze kalkanı kulisi yapmak üzere gelen diplomatına şunu tembihliyor: “Hükümet, herhangi bir füze savunma programının özel olarak İran’a karşı ve bariz biçimde İsrail’i destekleme amaçlı olmadığını açıkça gösterebilmeli.”

AKP, ABD’ye Rusya’nın tepkisini soruyor

AKP hükümeti, bir yandan füze kalkanı konusunda ABD’yle mutabık kalırken, bir yandan da Rusya’nın tepkilerini kollamaktadır. ABD Büyükelçiliği’nin, “Müsteşar William Burns ile Müsteşar Feridun Sinirlioğlu’nun görüşmesini” içeren 25 Şubat 2010 tarihli ve 10ANKARA302 nolu belgesinde, bu durum görülmektedir: “Sinirlioğlu projeyle ilgili Rusya’nın tepkisini sordu. Burns, Rusların çok daha rahat olduğunu ve önce ikili, sonra Rusya-NATO arasında görüşmeler yapmayı beklediklerini söyledi”.

Yine 09ANKARA1472 nolu belgede de şöyle denilmektedir: “Keza Türkler, Türkiye’nin rolüne Rusya’nın karşı olmadığından emin olmak istemektedirler. Ayrıca, bunun NATO’nun komuta ve kontrolu altında bir NATO sistemi olduğu bir dereceye kadar açıklığa kavuşturulması önemlidir. Aşamalı Uyarlanabilir Yaklaşım, Türkiye’nin ulusal füze savunma çabalarının tamamlayıcısı olarak kabul edilmelidir. Türkiye’nin hava savunma ihalesine cevaben verilen teklifteki PAC-3 füzelerinin, gelecekte NATO komuta ve kontrol mimarisi içinde bütünleşmeye uygun olduğunun altı çizilmelidir”.

4. ABD BELGELERİNDE EKSEN KAYMASI KONUSU

AKP, ABD ve AB’nin çıkarlarına hizmet ediyor

AKP hükümetinin uyguladığı son dönem politikalar, bazı kesimlerde kaygı yarattı ve “eksen kayması” tartışması başlattı. Oysa ABD Ankara Büyükelçiliği, 20 Ocak 2010 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı’na geçtiği 10ANKARA87 nolu belgeye göre, bu konuda çok net:

“Bütün bunlar Türkiye’nin dış politikasında İslamcı dünyaya ve Müslüman geleneğine daha fazla odaklandığı anlamına mı geliyor? Kesinlikle. Peki bütün bunlar Türkiye’nin geleneksel Batı yanlısı tutumunu ya da bizimle işbirliği yapma isteğini ‘terk ettiği’ ya da terk etmek istediği anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır!”.

“Türkiye kendisini ‘post-modernleştirmeye’ çalışıyor. AKP’nin çabalarının odaklandığı en önemli alanlardan bir tanesi Türkiye’nin ‘yakın çevresi’ ile sorunlarının çözülmesi. Bu çaba Türkiye’nin geleneksel ‘donmuş sorunların’ olduğu gibi bırakılması stratejisiyle çelişiyor ve ABD ile Avrupa’nın çıkarlarına daha fazla hizmet ediyor”.

5. ABD BELGELERİNDE, AKP’NİN İSRAİL POLİTİKASI

ABD Ankara Büyükelçiliği, 27 Ekim 2010 tarihinde 09ANKARA1549 nolu belgeyle, Dışişleri Bakanlığı’na, İsrail’in Anakara Büyükelçisi Gaby Levy ile yapılan görüşmeyi aktarır. Belgeye göre Levy, ABD Büyükelçisi’yle, Davutoğlu’ndan aldığı mesajı paylaşmıştır:

“Levy, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, ülkeyi ziyaret eden Çek Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı’yla kendisine ‘işlerin daha iyi olacağı’ mesajını gönderdiğini belirtti”.

Levy’ye göre, “Erdoğan’ın sürekli olarak Gazze’deki insani durumla ilgili öfkeli açıklamalar yapması, iç siyaset malzemesi olmasından” kaynaklanmaktadır”.

6. ABD BELGELERİNDE TÜRKİYE’NİN AB’YE ÜYELİĞİ KONUSU

“AKP AB üyeliği konusunda samimi mi, değil mi?” tartışması, 2002 sürecinde AKP’ye destek veren ama sonrasında bu desteği geri çekme eğilimine giren liberal aydınların esas konusuydu. Ancak Türkiye’nin 1999’da AB’ye aday üye yapılmasının arkasındaki şu gerçeğin altını ısrarla çizdik: “Türkiye’yi AB kapısına bağlayarak, Avrasya’ya yönelmesini engellemek ve bu yolla Türk Devletini yeniden yapılandırmak”.

Ve dedik ki, AKP de, Washington ajandasına bağlı olarak, AB kapısına bağlanmış bir Türkiye’nin kendisine yaratacağı olanakları sonuna kadar kullanacak. Türkiye, AB’ye hiçbir şart altında üye olamayacak!

AKP’ye göre AB Yolu, TSK ve Kemalizm’i dışlamanın yolu

İşte Wikileaks’in yayımladığı belgelerde bu durum çok açık bir şekilde ortaya çıkmış oldu.

Örneğin, ABD Ankara Büyükelçiliği’nin, 30 Aralık 2004 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı’na geçtiği, 04ANKARA7211nolu belgede şöyle denmektedir:

“AKP’nin parti içinde tutarlılığının ve şeffaflığının olmaması, AB üyeliğini isteme konusunda da muğlâk ve karışık bir tavrın ortaya çıkmasına neden oluyor. Bazıları, bu süreci Türk ordusunu ve kuru Kemalizm’in ‘laiklik’ artıklarını dışlamanın bir yolu olarak görüyor.

“AKP’nin daha dindar olan kanadı ise AB’yi bir Hıristiyan Kulübü olarak görüyor. AKP’nin önde gelen isimlerinden Sadullah Ergin’in kısa bir süre önce bize itiraf ettiği gibi, ‘Eğer AB evet derse kısa bir ümit doğurur. Ancak AKP için esas zor süreç ondan sonra başlar. Eğer AB hayır derse o zaman işin başında zorluk olur ama uzun vadede her şey bizim için daha kolay olur’.

Örneğin, ABD Ankara Büyükelçiliği’nin, 11 Nisan 2008 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı’na geçtiği, 08ANKARA691 nolu belgede, AKP-ABD işbirliğini güçlendirmek adına şu tavsiyede bulunulmaktadır:

“Türkiye’nin AB üyesi olma hedefini ve yargı, siyaset ve ekonomik alanda gerçekleştirilecek reformları desteklemeliyiz”.

AB’nin müzakereleri kesmemesi, Türkiye’nin yapısal değişikliğini sürdürmesi için şart

Ancak her şeye rağmen, Türkiye’nin AB’ye asla üye olamayacağı gerçeği de Wikileaks’in yayımladığı belgelerle kanıtlanıyordu. Örneğin, ABD’nin Paris Büyükelçiliği’nin, 18 Mayıs 2007 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı’na geçtiği, 07PARIS1995 nolu belgede aynen şöyle deniliyordu:

“Son ve önemli mesele ise Türkiye’dir. Türkiye konusunda Sarkozy’nin muhalefeti kolay kırılabilir gözükmüyor. Bu konu onun dış politika yönelimlerinin başlıca maddelerinden bir tanesi haline gelmiş durumda. Bizim ABD olarak Türkiye’nin AB üyeliğini stratejik bir hedef olarak gördüğümüzün de bilincinde kendisi. Fakat O, 70 milyon Müslüman’ın Avrupa’ya taşınmasına, Avrupa kimliğinin bundan zarar görmesine ve bu durumun Fransa’nın hassas göçmen meselesini yeniden alevlendirmesine her fırsatta karşı çıkıyor. O kadar ki, Sarkozy’ye göre, Türkiye Küçük Asya’dadır, Avrupa’da değil!”

Peki Türkiye’nin AB süreci, ABD’yi neden bu kadar ilgilendiriyor? Yanıtı yine aynı belgede aslında:

“Bu konu her ne kadar nihayetinde AB’nin vereceği bir karar olsa da yapılacak olan ikili görüşmede Başkan Türkiye’nin AB üyeliği konusunda Sarkozy’yi ikna etmenin yollarını denemeli, Avrupa kapılarının Türklere dramatik bir şekilde tamamen kapatılması fikrinin önüne geçmeye çalışmalıdır. Bilinmeli ki, müzakerelerin kesilmemesi aynı zamanda Türkiye’nin iç reformlarının da kesintiye uğramaması, devam etmesi anlamına gelmektedir”.

7. ABD BELGELERİNDE  KÜRT AÇILIMI

ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in Türkiye’ye yapacağı ziyaret öncesinde Washington’a bir değerlendirme raporu gönderen ABD’nin Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, raporunda, Kürt Açılımı konusunda şöyle diyor:

“Büyükelçiliğimiz, bizim verdiğimiz istihbarat desteğiyle PKK’ya karşı kazanılan askeri başarının, sivillere bu açılımı yapmak, Mesut Barzani ve diğer Kürtler ile doğrudan ilişki kurmak için siyasi alan yarattığına inanıyor”.

Kürt Açılımı tam da bu işte: AKP üzerinden Türkiye’ye Barzani’yi ve devletini kabul ettirme…

8.YOLSUZLUKLAR

AKP’nin rahatsız olduğu en önemli belgeler ise, ABD’nin yolsuzluklarla ilgili istihbaratlarıdır:

Bunlardan belli başlıları şunlardır:

04ANKARA7211 nolu, 30 Aralık 2004 tarihli belge: “İki kaynaktan duyduğumuza göre Erdoğan’ın İsviçre bankalarında 8 hesabı bulunuyor; varlığının davetlilerin oğluna verdiği düğün hediyelerinden geldiği ve Erdoğan’ın dört çocuğunun ABD’deki okul masraflarını bir Türk işadamının karşıladığı açıklamaları inandırıcı gelmiyor”.

04ANKARA348 nolu, 20 Ocak 2004 tarihli belge: “AKP iktidarı, sokaktaki vatandaşın yolsuzluğa olan tepkisi sayesinde geldi. Erdoğan’ın zenginliğinin İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemdeki rüşvetlerden kaynaklandığına dair suçlamalar hiçbir zaman kanıtlanmamıştı ama artık gittikçe artan bir şekilde, içerdeki kaynaklarımızdan Erdoğan’ın yakın danışmanlarından özel kalemi Hikmet Balduk, Mücahit Aslan ve Cüneyd Zapsu’nun komisyonculuk yaptıklarını duyuyoruz. XXXX, Erdoğan ve kendisinin Tüpraş’ın bir Rus ortaklığa özelleştirilmesinden doğrudan fayda sağladıklarını söyledi”.

04ANKARA7211 nolu, 30 Aralık 2004 tarihli belge: “Eğer Hükümet, ‘bizden birisidir’ anlayışıyla, AKP’nin bürokrasideki görevlendirmelerinde Sünni kardeşlik ve cemaat ortamından oluşturulan havuzdan atama yapmaya devam edecek olursa, liyakat eksikliği yönetimde bir sorun olacaktır”.

04ANKARA7211 nolu, 30 Aralık 2004 tarihli belge: “AKP iktidara yolsuzluğun kökünü kazıma sözü vererek geldi. Buna karşın, bakanlardan başlayıp aşağı kademelere inmek üzere gittikçe artan sayıdaki AKP’li bize, ulusal, bölgesel ve yerel seviyede ve bakanların yakın aile çevresinde meydana gelen parti içindeki çıkar çatışmalarından ve ciddi yolsuzluklardan bahsediyor”.

04ANKARA7211 nolu, 30 Aralık 2004 tarihli belge: “Bize açıkça yolsuzluk yaptıkları sürekli olarak ifade edilen çok sayıdaki şahsiyet arasında İçişleri Bakanı Aksu, Dış Ticaret Bakanı Tüzmen ve AKP İstanbul İl Başkanı Müezzinoğlu yer alıyor. Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Teşkilatı’ndaki bir bağlantımızdan anladığımıza göre Müezzinoğlu’nun yasadışı faaliyetleri (haraççılık, hortumculuk ile şantaj, irtikap ve rüşveti içeren extortion racket ifadesi kullanılıyor) ile ilgili devam eden soruşturmalar Erdoğan’ı suçlayıcı deliller ortaya çıkardı”.

05ANKARA3199 nolu, 8 Haziran 2005 tarihli belge: “Faruk Özak, Erdoğan’ın sporu AKP’nin tabandaki desteğini sürdürmek için kullanma stratejisinin bir parçası olarak AKP’nin Mart 2004’teki belediye seçimlerini Trabzon’da kaybetmesinin ardından, Trabzonspor başkanlığına atandı. Söylendiğine göre, aynı dönemde Erdoğan’ın, başbakanlığın gizli ödenek hesaplarından birinden, Özak başkanlığındaki Trabzonspor’a daha iyi transferler yapması için birkaç milyon dolar göndermeyi kabul etti”.

05ANKARA3199 nolu, 8 Haziran 2005 tarihli belge: “Erdoğan’ın izlemeye aldıkları bakanlar arasında Aksu’nun yanı sıra, AKP milletvekillerinin isteklerine yanıt vermede zayıf not alan eski ANAP’lı Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu, adı, TSE’deki sertifikasyonlar için 500 milyon dolarlık rüşvet skandalına karışmış gözüken Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun ve Irak’ta gıda karşılığı petrol rüşvetlerine bulaşmış ve her çeşit avantaya açık olduğu ifade edilen eski (aşırı-milliyetçi) MHP’li Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen bulunuyor”.

08ANKARA1643 nolu, 15 Eylül 2008 tarihli belge: “Erdoğan’ın, Almanya’da faaliyet gösteren Deniz Feneri isimli bir yardım derneğinin, topladığı yardım paralarını kendisine ve AKP’ye yakın kişilere gönderdiği yönündeki Alman yargısında yer alan suçlamaları yayımlaması nedeniyle Aydın Doğan’ı azarlaması üzerine Başbakan Erdoğan ile Doğan Grubu arasında, çok çirkin bir kavga patlak verdi. Suçlamalar, parti için çok zararlı olabilecek bir şekilde, kamuoyunun dikkatini AKP’deki yolsuzluklar ile ilgili geniş çaplı iddialar üstüne çekiyor”.

08ANKARA1643 nolu, 15 Eylül 2008 tarihli belge: “Birkaç hafta önce, Ticaret Bakanı Şimşek, Londra’daki bir grup yatırımcıya Doğan hisselerini satmaları gerektiğini, çünkü bir süre sonra artık ortada bir Doğan kalmayacağını söyledi. Hakikaten de, Erdoğan’ın saldırısından sonra Doğan hisseleri yüzde 8 düştü. Çeşitli medya ve iş dünyası kaynakları bize hükümet ihaleleri ve işleri olmamasının Doğan gibi büyük grubu vurmaya başladığını bildirdiler”.

09ANKARA321 nolu 27 Şubat 2009 tarihli belge: “Yerel basında Türkiye ile İran’ın, İran’da gaz çıkartıp, hat kurarak bunu Türkiye ve Avrupa’ya taşıyacak bir ortaklık kurdukları haberi çıktı. Demir, İran ile bir ortaklık kuran Türk şirketinin SOM Petrol olduğunu söyledi. SOM Petrol’ün sahibi Sıtkı Ayan, Başbakan Erdoğan’ın İstanbul İmam Hatip’ten yakın bir arkadaşı. Ayan, Başbakan’ın kardeşi Mustafa Erdoğan, Cihan Kamer ve Mücahit Aslan’ın da bulunduğu yakın arkadaş grubu içinde”.

10ANKARA251 nolu, 16 Şubat 2010 tarihli belge: “Savunma Sekreteri Gates, Savunma Bakanı Gönül ile görüşmesinde, mevcut ihalelerde Türkiye’nin ABD şirketlerini seçmesi önerisinde bulundu. Sikorsky, Türkiye’nin alacağı her helikopter karşılığında Türkiye’nin ihraç etmesi için bir helikopter üretecek. Gönül ihalede Sikorsky’nin kazanma şansının yüksek olduğuna inanıyor”.

9.SONUÇ

Wikileaks’in yayımladığı ABD gizli belgelerinin, henüz binde biri yayımlanmıştır. Ancak bu kadarı bile AKP’yi ve Başbakan Erdoğan’ı iktidardan düşürecek niteliktedir. Belgeleri değerlendirmek, en başta siyasi partilerin görevidir. Belgelerin nasıl ve kimler tarafından sızdırıldığı konusuna odaklanmak, belgeleri değerlendirme görevini sekteye uğratır.

Belgelerin Türkiye’yi ilgilendirmesi gereken esası, ABD ile AKP’nin işbirliğidir. Belgelerdeki saptamalar ve ifadeler, aynı zamanda, görev verenle görev alanın ilişkisini tarif etmektedir. Ve bu, her şeyden önce anayasal suç demektir.

, ,

Yorum bırakın

ABD-ÇİN SAVAŞI

Mehmet Ali Güller
Teori Dergisi Yazı Kurulu Üyesi
Teori Dergisi – Ağustos 2010

Mao’nun “propaganda silahsız savaş, savaş ise silahlı propagandadır” demesinin üzerinden yıllar geçti… Ve modern Çin, Mao’nun bu veciz ifadesine uygun yeni bir hamleyle dünya siyasetine olanca ağırlığıyla eğildi. ABD’nin gücünü temsil eden “CNN World”ünün karşısında artık Çin’in “CNC World”ü var! Tüm dünyaya İngilizce yayın yapacak olan CNC World televizyonunun hedefi, kurucusu resmi Xinhua Haber Ajansı başkanı Li Congjun tarafından “küresel izleyici kitlesine yeni bir bilgi kaynağı olmak” şeklinde tarif ediliyor.

Çin ile ABD artık dünyaya “yayın” yapmak konusunda da karşı karşıya. Washington ile Pekin arasında kıyasıya bir “savaş” yaşanmaktadır. Ve savaşın her aşamasında Washington mevzi kaybederken Pekin hem mevzi, hem müttefik hem de prestij kazanıyor.

ABD aslında bu savaşa 20 yıldır hazırlanıyor. SSCB’nin yıkılmasından itibaren ABD’nin tüm ciddi analizlerinde, Çin’in 2025 yılında, kendisine karşı tek rahip olacağı gerçeği yazılıp çiziliyordu. Ki ABD’nin savaş doktrinleri, askeri strateji konseptleri, siyasal ve ekonomik strateji belgeleri bu “kabus”u engellemeye yönelikti hep… Ancak ABD 2025 gerçeğiyle daha erken yüzleşmeye başladı!

Afganistan’dan İran’a, Irak’tan Afrika’ya, Orta Asya’dan Batı Avrupa’ya ve ABD’nin finans merkezlerinden Latin Amerika’ya kadar neredeyse tüm dünya, -üstelik yıllardır ABD kontrolünde olan bu dünya- attık Washington ile Pekin arasındaki savaşın cephelerini oluşturuyor.

Gelin şimdi tek tek bu cepheleri inceleyelim ve taraflarının durumuna bakalım:

1.. ABD AFGANİSTAN’DA YENİLDİ

ABD, 2001’de Çin’in burnunun dibine açtığı cephede büyük yenilgi aldı. Kabil’e sıkışan ABD askeri gece dışarı çıkamaz duruma geldi. Öyle ki, ABD’nin Afganistan komutanı General McChrystal, “bu savaşı kazanacağımıza askerlerimi inandıramıyorum” demek durumunda kaldı ve Obama yönetiminin Afganistan stratejisini eleştirdi. Washington çareyi, cephedeki komutanı görevden alıp, yerine Irak komutanını atamakta aradı. Askerilerin sivillere kazan kaldırması, Washington’u yeni komutan bulabilme sıkıntısına da götürdü. Obama’nın bulabildiği çözüm, Petreaus’u hem Irak hem Afganistan komutanı yapmaktı… General Petreaus, yeni görevine getirilmeden hemen önce ABD senatosundaki Afganistan oturumunda, cevap bulamadığı sorular nedeniyle baygınlık geçirdi.

Tüm bu kötü gidişat içerisinde bir geri çekilme takvimi uygulamaya çalışan ABD, artan orandaki ölümlere de çare arıyor: Haziran ayında tam 102 NATO askeri öldü!

Durum ABD açısından o denli vahim bir noktaya ilerledi ki, en yakın müttefiki İngiltere bile Taliban’la masaya oturma önerileri dile getirmeye başladı.

Önce İngiltere Savunma Bakanı Liam Fox, “Afganistan’da uzun süreli istikrar için askeri müdahalenin yeterli olmadığı ve Taliban’la görüşülebileceğini” açıkladı; ardından İngiltere Genelkurmay Başkanı General David Richards, “çıkış stratejisinin bir parçası olarak Taliban ile bir an önce müzakerelere başlanması” talebinde bulundu.

Taliban, NATO ile diyalogu reddetti

Ancak Taliban Sözcüsü Zebiullah Mücahid, NATO güçleriyle hiçbir görüşmeye yanaşmayacaklarını açıkladı. Taliban sözcüsünün görüşmeme gerekçesi ise ABD’nin içinde bulunduğu durumu göstermesi açısından çok çarpıcı: “Üstünlük bizdeyken, yabancı güçler çekilmeyi düşünüyorken ve düşman saflarında farklılıklar bulunurken neden görüşeceğiz”.

İngiltere Taliban’la pazarlık ararken, Hollanda Afganistan’dan Ağustos’ta çıkacağını ilan etti; sırada Kanada var… Fransa’da ise sert tartışmalar yaşanıyor.

Fransız General: ‘Yarım savaş olmaz’

Fransız General Vincent Desportes, ABD doktrininin işlemediğini, bu stratejinin gözden geçirilmesi gerektiğini savundu. General Desportes, ABD’nin geçen yıl ki “30 bin ek asker” gönderme stratejisine de sert tepki gösterdi: “Herkes bunun sıfır ya da 100 binden fazla olması gerektiğini biliyordu. Yarım savaş yapılmaz”! General Desportes, Haziran ayındaki 102 kayba da dikkat çekerek, “durum hiç bundan daha kötü olmamıştı” dedi.

Fransa Genelkurmay Başkanı Amiral Edouard Guillaud ise, ABD’nin Afganistan stratejisini eleştiren General Desportes’e sert tepki gösterdi. Genelkurmay Başkanı Amiral Guillaud, General Desportes’in açıklamalarını “yanlış ve sorumsuzluk” olarak niteledi!

ABD’nin kötü gidişatı, anlaşılan ABD ordusundan sonra Fransız ordusunda da kelle götürecek!

Palin: ‘Obama, Rusya ve Çin’e boyun eğdi’

Aslında ABD’de Afganistan ve Irak savaşları nedeniyle askerlerle siviller, sivillerle siviller ve askerlerle askerler arasında büyük çelişmeler yaşanıyor… Biz bu çelişmeleri silah, ilaç, petrol sanayileri, bilişim sektörü ve mali piyasalar arasındaki toplam çelişmeler olarak okuyalım elbette…

Bu çelişmeler, düşünce kuruluşları ile medyada da “kafa karışıklığı” biçiminde ortaya çıkıyor. Üzerinde hem fikir olunan tek konu “Afganistan’ın kaybedildiği” gerçeği!

Çelişmeler, Cumhuriyetçilerin Obama’yı “Çincilik”le suçlamasına kadar vardı! 2008 yılındaki seçimlerde, Cumhuriyetçi Parti’nin başkan yardımcısı adayı olan Sarah Palin, Obama’ya yönelik tepkileri en sert üslupla dile getiren isim oldu. Obama’nın Rusya ve Çin’e karşı boyun eğdiğini söyleyen Sarah Palin, Obama ile birlikte ABD’nin askeri üstünlüğünün sona erdiğini belirtti.

Çin’den Afganistan ekonomisi büyüklüğünde yatırım

ABD Afganistan cephesinde çıkış yolu ararken, acaba Çin’in durumu ne?

Afganistan Cumhurbaşkanı Hamid Karzai, Mart ayının sonunda Çin’e dördüncü resmi ziyaretini gerçekleştirdiğinde çok önemli anlaşmalara imza attı. Örneğin Çin Metalurji Şirketi Karzai’ye 3 milyar dolarlık “ek yatırım” yapma taahhüdünde bulundu. Afganistan’ın gayri safi milli hasılasının 7,5 milyar dolar olduğunu göz önünde bulundurursak, “ek yatırım”ın büyüklüğünü, Kabil için daha iyi anlarız…

Peki bu “ek” yatırım hangi yatırımın devamıydı?

Çin, 2007 yılında dünyanın en büyük ikinci bakır madeni olan Afganistan-Aynak sahasının işletme hakkını aldı. Çin, bu maden projesine şimdiye kadar 4 milyar dolarlık yatırım yaptı! Çin, madenin elektrik ihtiyacını karşılamak için de 400 megavatlık enerji santrali kurdu; ki bu santral başkent Kabil’in enerji ihtiyacının çoğunluğunu karşılıyor!

Bu yatırımın büyüklüğünü ve gelecekteki önemini anlamak bakımından Afganistan Madencilik Bakanlığı’nın tespitine bakalım… Madencilik Bakanı Muhammed İbrahim Adil, 5 yıl içerisinde bu projeden sadece vergi geliri olarak 2 milyar dolar elde edeceklerini belirtiyor!

Çin’in bir diğer hamlesi de, Afganistan’ın digital telefon hatları projesini alması oldu. Santrallerin kontrolü ve işletmesi de Çinli mühendisler tarafından yapılıyor. Böylece Pekin, Afganistan’ın telekomünikasyon güvenliğini de kontrol altına alıyor.

NYT: ‘Kaymağı Çin yiyor’

Pekin’in politikası ABD’yi tam bir sarmala sokmuş durumda. ABD’nin Afganistan’da başarısı da başarısızlığı da Çin’e yarıyor. New York Times yazarı Robert D. Kaplan bu gerçeği “Pekin’in Afgan kumarı” başlıklı makalesinde şöyle dile getiriyor: “Bölgeye kan ve para dökenler Amerikalılar ama işin kaymağını Çinliler yiyor. Amerikalılar askeri ve diplomatik çabalarını ülkeden bir an önce çıkmaya odaklandırırken Çinliler burada kalıp çıkar sağlamak istiyor”. (Robert D. Kaplan, The New York Times, 7 Ekim 2009)

ABD’nin El Kaide karşısında kazanacağı bir zaferin Pekin’in çıkarına olacağını belirten Kaplan, ABD ordusunun içinde bulunduğu durumu Roma İmparatorluğu ya da 19. yy İngiltere’sinin durumuyla karşılaştırıyor: “ABD dünyanın uzak bir yerinde intikam almak, isyanları bastırmak ve medeniyeti tesis etmek için uğraşıyor. O esnada diğer büyük güçler de kenarda bekleyip ABD’nin sunduğu kamu yararından bedavaya faydalanmak istiyor” (Robert D. Kaplan, The New York Times, 7 Ekim 2009).

2.. ABD KIRGIZİSTAN’DA KAYBETTİ

ABD’nin Afganistan cephesini kuvvetlendirmek için 2005 yılında yaptırdığı “Lale Devrimi” ile işbaşına getirdiği Bakiyev, Nisan ayında yenildi ve kaçtı. ABD’nin Kırgızistan’a verdiği önem Manas Üssü nedeniyledir. Ki “Lale Devrimi”, Akayev yönetiminin 2004 yılında Manas Üssü’nün süresini uzatmaya karşı çıkması nedeniyle yapılmıştı!

Manas ABD’nin Orta Asya’daki son kalesidir; çünkü ABD 2005 yılında da Özbekistan’daki üssünü kaybetmişti! ABD, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Astana Zirvesi’nde aldığı “Amerikan askeri varlığının çekilme tarihi belirlensin” kararına direnememiş ve üssü boşaltmıştı. Dolayısıyla Özbekistan’daki Hanabad Askeri Üssü’nü kaybeden ABD için, Manas daha da önem kazanmıştı.

3.. PEKİN TAHRAN’I KOLLUYOR

Çin İran gibi ABD ile doğrudan karşı karşıya geldiği sorunlarda da Washington’a meydan okuyor. Çünkü Çin, hem enerji ihtiyaçlarının karşılanması konusunda İran’ın bir milli güvenlik konusu olduğunu düşünüyor, hem de Afganistan/Orta Asya eksenli büyük mücadeleyi Pekin-Tahran eksenli bir yönelim içinde sürdürüyor.

Çin’in BM düzlemindeki Tahran politikasının temelini ise ABD’yi “oyalayarak bıktırmak” oluşturuyor. Uzun süredir Washington’un İran’a yaptırım politikasının önünde duran Pekin, ABD’yi tam bir sinir harbinin içine çekti. Öyle ki, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Financial Times Gazetesi’ne göre, Çin’e enerji ve ticaret ortağı arıyor! Financial Times, sırf Çin İran’a yaptırımlara evet desin diye ABD’nin Suudi Arabistan’ı Pekin yönetimine sunduğunu da yazdı. (Financial Times, 15 Şubat 2010)

ABD’yi iyice açmazlara sokan ve hatta kendi adına ticari ortak aratır duruma sokan Pekin yönetimi, yeni ve ilginç bir hamle yaparak BM’nin İran’a yaptırımları içeren taslağını kabul etti. Reuters’in de tespit ettiği gibi taslağa evet diyebilmek için Washignton’u müzakerelerle “bıktıran” Pekin Yönetimi, uygulanma şansı kalmayacak denli sulandırdığı bir taslağa ancak evet dedi! Üstelik BM kararı, Çin’in “İran petrol ve doğalgaz sanayisine yatırım yapmasını” asla engellemiyor!

Çin, BM Güvenlik Konseyi’nin Temmuz 2006’daki İran’a yaptırım içeren 1696 sayılı kararına da, Aralık 2006’daki İran’ın nükleer ithalatına ve ihracatına yaptırım uygulanmasını dayatan 1737 sayılı kararına da onay vermişti! Hatta Pekin 2007 yılında İran’ın silah ihracatına yasak getiren yaptırımları ve İran’ı uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurmadığı için eleştiren yaptırımı da desteklemişti! Ancak bu durum ne İran’ı hedefinden alıkoydu, ne de Pekin-Tahran çok boyutlu ilişkilerinin büyümesine engel oldu!

4.. TAYVAN, TİBET VE SİNCİAN PROVOKASYONLARINA YANIT

ABD uzun yıllardır Çin’i “Tayvan, Tibet ve Sincian sorunları” üzerinden de doğrudan hedef almaktadır. Ancak ABD 2010’da, bu cephelerde de istediği sonucu alamadı.

Washington, 5 Temmuz 2009’da Sincian’da denediği kışkırtma hamlesinden bir sonuç alamayınca Tayvan sorunu üzerinden Pekin’i sıkıştırmaya kalktı. Washington’un, Pekin’in “Tek Çin” çerçevesinde bir parçası olarak kabul ettiği Tayvan’a 2010 Ocak ayında 6.4 milyar dolarlık silah satma kararı alması ABD-Çin Savaşı açısından önemli bir dönüm oldu. ABD Başkanı Obama aynı dönemde, Tibet ayrılıkçılığının lideri olan Dalay Lama ile görüşerek de Pekin’e açıkça “silah çekti”!

Çin tıpkı 5 Temmuz provokasyonunda olduğu gibi, aynı kararlılıkla, ABD’nin Tayvan ve Tibet üzerinden silah göstermesine de pabuç bırakmayacağını ilan etti.

Çin Başbakanı Wen Jiabao, 22 Mart 2010’da Çin Kalkınma Forumu’nda “Ticaret ve para birimi savaşları zorlukları aşmamızı sağlamayacak, aksine işbirliğini geciktirecek” diyerek açıkça ABD’nin silah göstermesine meydan okudu! Üstelik, ABD Deniz Kuvvetleri 27 Mart 2010’da yaptığı açıklamada, “Çin’in Tayvan yakınına uzun menzilli füze yerleştirdiğinden” şikayet ediyordu! Çin silaha karşı silah demiş oluyordu!

Geçen zaman içinde Pekin hem ABD’nin hamlesini geri püskürttü hem de Tayvan konusunu kökten çözebilmek konusunda çok önemli gelişmelere imza attı. Örneğin Pekin Yönetimi Tayvan ile 29 Haziran 2010 günü tarihi bir anlaşma imzaladı. 60 yılın en önemli hamlesi olarak nitelenen anlaşma, “Ekonomik İşbirliği Çerçeve Anlaşması”. Anlaşma gereği Çin ve Tayvan birbirlerine satacakları yaklaşık 800 kalem üründe gümrük vergilerini düşürdü.

5.. ŞANGHAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ

“Çin-Rus Stratejik Ortaklığı”nın ilanıyla 1996’da kurulan Şanghay İşbirliği Örgütü Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan ile birlikte toplam 6 üyeden oluşmaktadır. Ancak Hindistan, İran, Moğolistan ve Pakistan’ın da gözlemci üye olduğu göz önünde bulundurulursa ŞİÖ, hem coğrafi hem de nüfus büyüklüğü bakımından dünyanın en büyük bölgesel ittifakı haline gelmiştir.

ŞİÖ, ABD karşıtı ilk büyük adımını 2005 yılında attı. Daha önce belirttiğimiz gibi ŞİÖ, Astana Zirvesi’nde ABD’ye Orta Asya’daki askeri varlığına son verme çağrısı yaptı. Bunun üzerine, Özbekistan’daki ABD askerleri ülkeyi terk etti.

ŞİÖ’nün ikinci büyük adımı, 2007 Ağustos’unda örgüte üye 6 ülkenin Rusya’nın Ural Dağları’nda “Barış Misyonu 2007” adıyla ortak askeri tatbikat yapmasıydı. ŞİÖ’nün Ağustos 2007’deki Bişkek Zirvesi’nde “tek kutuplu dünya kabul edilemez” kararı aldığını da anımsatalım. (ŞİÖ ilk askeri tatbikatını 2003 yılında Kazakistan ve Pekin’de, ikincisini de 2005 yılında yapmıştı. Yukarıda bahsettiğimiz 2007 tatbikatı örgütün üçüncü tatbikatıdır.)

Çin ve Rusya, ŞİÖ dışında da ortak anlaşmalar imzalıyor. Geçen yıl stratejik ortaklık belgesi yenilendi; ortak askeri tatbikat yapıldı.

Pekin ve Moskova NATO politikası konusunda da ortak yönelime girdi. Hatırlanacağı gibi Putin, Rusya-NATO Konseyi’ni oluşturarak hem NATO’ya kama gibi girmiş hem de NATO’nun işlevini zayıflatmıştı. Şimdi aynı politikayı Pekin izliyor. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ma Caoşü, 9 Şubat 2010’da yaptığı açıklamada, son dönemde NATO ile bazı temasları olduğunu hatırlatarak, ittifakla güvenlik, eşitlik ve karşılıklı yarara dayalı yeni güvenlik anlayışı temelinde eşit görüşmelere devam etmek istediklerini söyledi.

NATO’nun son yıllarda dönüşüm sürecine girdiğine ve yeni stratejik anlayışına uyum sağlamaya çalıştığına işaret eden Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ma, “NATO’nun dönüşüm ve düzenlemelerinin bölgenin ve dünyanın barışına ve istikrarına hizmet etmesini umuyoruz” diye konuştu. (AA, 9 Şubat 2010)

Öte yandan 2011’de faaliyete geçecek Çin-Rusya petrol boru hattı, Washington’un enerji politikalarına da büyük darbe oluşturuyor.

6.. ÇİN AB’Yİ RAYLARLA PEKİN’E BAĞLADI

Çin, Avrupa’yı hem de en batısından modern ipek yolu ile Pekin’e bağlıyor.

Çin, Londra’yı Pekin’e, 17 ülkeyi birbirine bağlayan, 8 bin kilometre uzunluğundaki, dünyanın en hızlı demiryolu hattını inşa ediyor. Saatte 350 km hıza ulaşan trenlerin çalışacağı projenin ilk uzun yol hattı olan Wuhan-Guangzhou hattı 2009 Aralık’ında açıldı.

Bu devasa projeye kapaktan yer veren Newsweek dergisinin yorumu dikkat çekiciydi. Newsweek, Pekin’in modern ipek yolu ile kâinatın merkezi rolünü hedeflediğini belirtti.

7.. LATİN AMERİKA VE AFRİKA’YA YATIRIM

Çin bir yandan ABD’yi bazı jeopolitik alanların dışına çıkarmaya çalışıyor bir yandan da ABD’nin boşaltmak zorunda kaldığı bu alanlara yerleşiyor. Pekin yönetiminin son yıllarda Güney Amerika ve Afrika ülkeleri ile imzaladığı anlaşmaların sayısı ve hacmi olağanüstü büyüklükte…

8.. JAPONYA ABD’DEN KOPUP, ÇİN’E YAKLAŞIYOR

Japonya, ekonomik pozisyonu nedeniyle, ABD’den uzaklaşıp Çin’e yaklaşmaktadır. Bu durum ABD’nin uzak doğu yığınağı açısından tam bir felakettir.

Bu tarihi gelişmenin sıçrama noktası 30 Ağustos 2009 seçimleriydi. Seçimlerde Japonya’yı 54 yıldır yöneten Liberal Demokratlar ve dolayısıyla ABD destekçiliği yenildi. İktidara Hatoyama liderliğindeki Demokratlar yani Asyacılar geldi. Öyle ki seçimleri kapaktan değerlendiren 5 Eylül 2009 tarihli İngiliz Economist Dergisi, “Japonya’da seçmenler bir partiyi değil, bütün bir sistemi yıktı” yorumunda bulundu!

Yeni yönetimin göreve geldiği daha ilk aylarda ABD’nin Okinawa Adası’ndaki kritik önem taşıyan askeri üssünü kaldırmak istemesi, değişimin ilk sinyaliydi. Aslında Japonya Başbakanı Yukio Hatoyama seçimlerden bir hafta önce New York Times’ta yayımlanan makalesinde işlerin hiç de eskisi gibi olmayacağını zaten ifade ediyordu. Hatoyama ABD kapitalizminin başarısızlığını eleştirdiği makalesinde, ABD’nin tersine çevrilemez bir gerileme içinde olduğunu vurguluyordu. Dikkat çeken bir başka konu da Hatoyama’nın AB’nin ilk dönemlerini model alan yeni bir Doğu Asya topluluğundan bahsedip, Çin’i anıp ABD’yi dışarıda bırakmasıydı! Nitekim sonrasında Japonya Dışişleri Bakanı Katsuya Okada, “yeni bir Asya çağının yaşanacağını” müjdelemişti.

Çin ASEAN ülkeleri ile serbest ticarete başladı

Japonya’nın Çin’e yaklaşması dışında ABD açısından pasifik felaketine neden olan bir diğer gelişme de Çin’in ASEAN’la serbest ticaret anlaşması…

Çin ile Güney Doğu Asya Ülkeleri Birliği ASEAN ülkeleri arasında serbest ticaret 1 Ocak 2010 itibariyle başladı. Yapılan anlaşmaya göre bu ülkeler arasında ithal edilecek malların yüzde 90’nına ithalat vergisi uygulanmıyor. Böylece ticaretin maliyeti düşüp, hacmi büyüyor. 2 milyar insanın yaşadığı ülkelerin bu anlaşması, bölgenin dünyanın en büyük serbest ticaret bölgesi olmasının ötesinde, siyasi anlamlar da taşıyor.

9.. TİCARET SAVAŞI

Çin, küresel ekonomik krizle birlikte çok sıkı bir “yeni korumacılık” anlayışı içine girdi. Çin Devleti çıkardığı ve de uyguladığı sert yasalarla, ülkesini yabancı şirketlere karşı korudu,  daha açık ifade etmek gerekirse Çin Devleti yabancı şirketleri kontrol altına aldı!

Çin bu kontrol işini, “yerli inovasyon”, “patent kanunu”, “standart oluşturma” ve “onay süreci” diye özetleyeceğimiz dört yöntemle sağladı. Açalım:

a..) Yerli İnovasyon

“Yeni fikirlerin ticari bir yarara dönüştürülme süreci” olan inovasyon, Çin devleti tarafından 2009 sonbaharında politik bir hedef olarak belirlendi. Çin “yerli inovasyon” hedefiyle birlikte Çinli şirketlere vergi indirimleri uygulamaya, devlet teşvikleri sunmaya ve kamu ihalelerinde öncelik vermeye başladı. Bölge yönetimleri ve belediyeler, “yerli inovasyon” hedefi gereği, kendilerine bağlı kurumların alabileceği ürünler için listeler oluşturmaya başladılar. Değil yabancı şirket ürünleri, yabancı şirketlerin Çin’de ürettiği ürünler bile bu listelerde yer bulmakta zorlanıyorlar. Örneğin Şanghay’ın yayınladığı 500’lük listede sadece 2 yabancı şirketin ürettiği ürün yer bulabildi! (Businessweek, 28 Mart 2010)

Bu tür liste belirlemenin teknik olarak Dünya Ticaret Örgütü DTÖ kurallarının ihlali anlamı taşımadığının altını çiziyor Businessweek dergisi. Çünkü Çin, kamu tedarik politikalarıyla ilgili bir anlaşma imzalamadı henüz. Pekin’in bu anlaşmayı imzalayacağını söylemesi de yabancı şirketleri rahatlatmıyor çünkü Çin yönetimi, 15 yıllık geçiş dönemini anlaşmanın önkoşulu olarak dayatıyor.  Üstelik kamu işletmeleri dışında hastanelerin, okulların da kamu tedarik listesine dahil edilmesi, yabancı şirketlere iyice kapıları kapatmış olacak.

ABD şirketlerinin Çin’in “yerli inovasyon” hedefinden duyduğu rahatsızlığın boyutu o kadar büyük ki, aralarında Microsoft, Boeing, Motorola, Caterpillar gibi en büyük şirketlerin yer aldığı yüzlerce çokuluslu şirket 26 Ocak 2010’da Beyaz Saray’a bir mektup yazdı. “Çin, yerel şirketlerinin ABD şirketleri karşısında güçlenmeleri için geniş kapsamlı politikalar geliştiriyor” saptamasıyla başlayan mektup şu temenni ile bitiyordu: “ABD Yönetimi’nin Çin’in ABD’li şirketler için büyük tehlike oluşturan politikalarına acilen eğilmesini istiyoruz”. (Businessweek, 28 Mart 2010)

b..) Patent Kanunu

ABD’li şirketleri iş yapamaz duruma getiren bir diğer yeni gelişme de Çin’in Ekim 2009’da çıkardığı yeni bir patent kanunu oldu. Yeni kanun, kamu tedarikinden yararlanmak isteyen şirketleri, yurtdışından önce Çin’de patent ya da ticari marka başvurusu yapmaya zorluyor. Pratik olarak bu durum, Çin dışında geliştirilen bir ürünün Çin’de satışını imkânsız kılıyor. Ya da ürünü dışarıda geliştiren yabancı şirketin Çin’de satış yapabilmek için patenti serbest bırakmasını, dolayısıyla da Çin Devleti ile ticari sırlarını paylaşmasını zorunlu kılıyor.

Bir şikâyetin altına üstelik tek başına asla imza atamayacağını söyleyen bir ABD şirketinin yetkilisi, çaresizliklerini şu sözlerle aktarıyor Businessweek Dergisi’ne: “Çinliler kalkan tırnağı koparmak konusunda çok başarılılar”!

c..) Standartlaştırma

ABD’li şirketlerin yakındığı üçüncü gelişme ise Çin’in standartlaştırma yani kural koyma atağı. Businessweek dergisi, Çin’in her yıl cep telefonundan otomotive bütün sektörlerde 10 bini aşkın yeni standart geliştirdiğini belirtiyor. Çin’deki Avrupa Komisyonu delegasyonunun standartlardan sorumlu yetkilisi Klaus Ziegler, “dünyanın geri kalanında bu kadar standart geliştirilmiyor” diye şikâyette bulunuyor. (Businessweek, 28 Mart 2010)

Standartlar, batılı şirketleri öyle zor duruma sokmuş ki, şimdiden pazardan çekilen pek çok şirket olduğu belirtiliyor. Ya çekilmeyenler? Örneğin Alman Continental şirketi yeni çıkan bir standart gereği Çin’de sattığı tüm araba lastiklerini Çinçe yazı karakteriyle damgalamakla meşgul!

d..) Onay Süreci

Batılı şirketlerin yakındığı dördüncü konu da “onay süreci”. Örneğin bir sigorta şirketi, Çin’de tek seferde yalnızca bir şube açabiliyor artık. Ve onay için en az 18 ay bekliyor! Bu süre, yerel sigorta şirketlerini batılı çokuluslu şirketler karşısında koruyor ve güçlendiriyor.

Yuan-Dolar Paritesi

Yukarıda ayrıntılarını özetlediğimiz dört gelişme, Çin’in ekonomi kalesinin surlarını oluşturuyor. Kalenin girişinde ise Yuan-Dolar paritesi var.

Çin küresel krizle birlikte Yuan’ı Dolar’a sabitleyerek, ABD ekonomisine önemli zararlar verdi. Washington yıl boyunca Pekin’den Yuan’ı serbest bırakmasını istedi. Ancak bu konuda da Washington’un açmazda olduğunu düşünenler var. Örneğin Brookings Enstitüsü’nden Kenneth G. Lieberthal, Yuan’ın serbest bırakılmasının sonuca o kadar da etki etmeyeceğini söylüyor: “Yuan’da yüzde 20 oranında bir değer artışı, Çin’in ihraç ettiği ürünlerde kullandığı petrol ve demir gibi ürünlerde ithalat maliyetini azaltır en fazla. Bu da ABD’ye bağlı ürünlerin nihai maliyetlerinde çok küçük bir artış demektir”.

Çin son dönemde yeni bir politik hamle olarak Yuan’ın Dolar karşısında küçük bir miktar değerlenmesine izin verdi…

Wall Street’te en çok hazinle gülünen espri, Çin’in belli periyotlarla yaptığı dolara destek açıklaması. Para oyuncuları bu açıklamalar karşısında şöyle söylüyor: “Elbette dolara destek verecekler, çünkü en çok dolar onlarda var”

Sonuç; üretim esaslı ekonomisi nedeniyle Çin, yüzde 10’un üzerinde büyümesini kesintisiz sürdürüyor!

BRIC – Dolara karşı rezerv para

Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’den oluşan BRIC ülkeleri 2009 Haziran’ın da yaptıkları ilk zirveyle dolara savaş açtılar. Dolara alternatif “rezerv para” konusunu gündeminde tutan BRIC ülkeleri dünyanın krizle boğuştuğu son iki yılda, birlikte olağanüstü büyüme rakamları yakaladılar.

Öyle ki pek çok ulusal ve uluslararası şirket, krize panzehir olarak BRIC fonlarını değerlendirdi. Tek bir fonla aynı anda Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin piyasalarına yatırım yapma fırsatı veren BRIC Fonu, krizle boğuşan şirketlerin en gözde yatırım enstrümanıydı.

SONUÇ YERİNE: OBAMA’YA PARMAK SALLAYAN ÇİNLİ YETKİLİ

Peki Çin’i böylesi atağa iten, ABD’yle açıktan bir ticaret savaşı yapmaya götüren neydi?

Çin 30 yıl boyunca dünyanın atölyesi görevini gördü. Çinli üreticiler bugüne kadar ürettikleri Nike ayakkabının ya da Apple iPhone’un gerçek değerinin çok küçük bir parçasını alabiliyorlardı. Artık Çin tedarik zinciri oluşturmak ve marka şampiyonları yaratmak istiyor. Bilişim sektöründe öne çıkan Lenovo, otomotiv sektöründe öne çıkan Chery gibi örnekleri artırmak ve dünya pazarlarına marka satmak peşindeler.

Son 10 yılda inanılmaz büyüme rakamları yakalayan ve her yıl ihracat şampiyonu olan Çin’in ihracat ve sermaye fazlası, artık kendi yerel devlerini yaratmak isteyen Pekin yönetiminin, batılı şirketlere koşulsuz imkânlar sağlama politikasına son verdi. (Fareed Zakaria, Newsweek, 18 Ocak 2010)

Newsweek’e göre, son 30 yıl boyunca sermaye kaynağı, pazar, teknoloji ihracatçısı, hatta siyasi müttefik olarak ABD’ye ihtiyaç duyan Çin’in artık Washington’a ihtiyacı kalmadı! Öyle ki son Kopenhag İklim Zirvesi’nde, Çin Başbakanı Wen Jiabao’nun heyetindeki bir yetkilinin ABD Başkanı Obama’ya bağırarak parmak sallaması siyasi çevrelerce Pekin’in Washington’a meydan okuması olarak yorumlandı.

1 Kasım 2009 tarihli Economist dergisi, ABD-Çin ilişkilerine ayırdığı özel dosyasında şu gerçeğe dikkat çekmişti: “İki ülke arasındaki ilişki yeni bir soğuk savaş yaratıyor”.

Üstelik bu soğuk savaşın şimdiki periyodunda ABD’nin eli kolu bağlı durumda. Los Angeles Times Gazetesi’nden Nina Hachigian “ABD’nin yapacak bir şeyi yok” saptamasında bulunduğu makalesinde çaresizliğin altını çizdi. ABD’nin Çin’i hayırseverlik yapmaya zorlayacak gücü olmadığını ancak oynanacak bazı kartlarının olduğunu belirten Hachigian, “Obama yönetiminin Çin’in tavrını değiştirmek için yapabileceği en etkili şey Pekin’in bahane olarak ortaya sürdüğü engelleri ortadan kaldırmaktır” dedi. (Nina Hachigian, Los Angeles Times, 30 Eylül 2009)

Sonuç olarak ABD’nin tek kutuplu dünyası sadece 20 yıl dayanabildi!

,

Yorum bırakın

3 AŞAMALI ABD-GÜL PLANI

Mehmet Ali Güller
TEORİ Dergisi Yazı Kurulu Üyesi
Temmuz 2009 – Kapak

ABD’nin Kukla Devlet ısrarı

Irak’ın kuzeyi ABD açısından sadece bir coğrafya değil elbette. Washington en başından beri Irak’ın kuzeyini BOP’un sıçrama merkezi olarak belirliyor. Irak’ın kuzeyinde kurulacak ve Türkiye-İran-Suriye’ye (hangi yolla olursa olsun) kabul ettirilecek bir kukla devlet, ikinci bir İsrail gibi işlev görecek ve ABD’nin Avrasya’ya hâkimiyet hedefine araç olacaktır.

ABD’nin öncelikli tercihi Kukla Devleti’nin Türkiye himayesinde olmasıydı. Yani Türkiye, Araplara ve Farslara karşı Kukla Devlet’e “ağabeylik, hamilik, bekçilik” yapmalıydı. 1960’lardan beri dayatılan bu plan milli kesimlerin direnci nedeniyle hayata geçemedi. Son 20 yılda, ABD bu planı Ankara’ya defalarca dayattı. Özal ve Çiller üzerinden yürütülen hamleler, her seferinde TSK’nın ve diğer milli kuvvetlerin direnciyle karşılaştı.

Türkiye’yi Kukla Devlete bekçilik yaptırtamayan ABD’ye göre bir seçenek de bizzat kendisinin korumasıydı. Bu nedenle, 2003 Irak işgali öncesinde kuzey (Türkiye) cephesi açmak, Washington’un ilerideki hesaplarında bu işlevi de görecekti!

Bu plan, 1 Mart 2003’te TBMM’den döndü! Tarihe geçen bu olayla, stratejik planlarına darbe alan ABD, elbette vazgeçmeyecekti. İşte ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ile Başbakan Abdullah Gül’ün imzaladığı 2 Nisan 2003 tarihli “2 sayfalık 9 maddelik” gizli anlaşma, kesintiye uğrayan bu süreci yeniden yoluna koyma anlaşmasıydı. Gizli anlaşmanın 7. maddesi, “Irak’ın kuzeyinde ilan edilecek kukla devletin (Kürdistan!)  Türkiye tarafından resmen tanınması” şeklindeydi! ABD, anlaşmayı yürütebilmek için, 4 Temmuz 2003’de TSK’ya çuval operasyonu bile yaptı!

Ancak Türkiye için en önemli güvenlik sorunu olan bu proje, her şeye rağmen kabul edilmedi.

ABD Irak’tan Kuzey Irak’a konuşlanıyor

Siyasal, askeri ve ekonomik krizler yaşayan ABD, 21. Yüzyılı Amerikan yüzyılı yapacak temel stratejisinden hızla uzaklaşıyor. Dünya dengelerinin Bush döneminde ABD aleyhine gelişmesi üzerine, Washington BOP’da düzeltme yaptı ve projenin uygulanabilmesi için ağırlık merkezini değiştirdi. ABD, Obamalı dönemde ağırlık merkezi olarak Afganistan-Pakistan hattına belirledi. ABD bu nedenle, aslında Bush döneminde belirlenen “Irak’tan geri çekilme takvimini”, Obama ile resmi olarak ilan etti. Askerlerinin büyük bir kısmını Irak’tan çekecek olan Washington yönetimi, 35 bin kadar askeri ise Irak’ın kuzeyinde konuşlandıracak!

Bu bakımdan Irak’ın kuzeyi, 2009’da daha da önem kazanmış ve ABD planları açısından Kukla Devlet kritik bir sürece girmiştir.

Washington bu nedenle, Kukla Devlet konusunda hamle yapıyor ve Türk devletine baskı uyguluyor. Nisan 2009 başında Türkiye’yi ziyaret eden Obama’nın temasları da ağırlıklı olarak bu çerçevedeydi.

3 aşamalı plan

Obama’nın ziyareti sırasında, “3 aşamalı bir plan” anlaşması yapıldı.

  1. Aşama: “Kürt sorununun çözümü konusunda şuana kadar yapılanlar Anayasa’ya konulacak, kültürel alanda henüz yapılamayanlar yapılacak ve ‘vatandaşlık’ tanımı konusunda gerekli değişiklikler yapılacak”.
  2. Aşama: “Türkiye, Kürdistan Bölgesi hükümetini tanıyacak”.
  3. Aşama: “PKK’nin dağlardan inmesi, etkili ve kabul edilir bir af ile silahların atılması sağlanacak”.

Obama’nın TBMM’deki konuşmasına ABD’nin Ankara Büyükelçiliği tarafından davet edilen Altan Tan, Talabani’nin partisi KYB’nin basın-yayın bürosu sorumlusu Azad Cundiyani’ye anlaşmayı bu sözlerle aktarıyor. (1)

ABD planının özeti şu: PKK’yı tasfiye karşılığında, Türk devletine Kukla devleti kabul ettirtmek!

ABD-AKP-Barzani-Talabani’nin kuvvet yığdığı plana TSK-İşçi Partisi-CHP-DSP-Ulusalcı dernekler direniyor. PKK ve DTP ise hem planın parçası, hem de planın hedefi durumunda.

Öte yandan “3 aşamalı plan” aslında yeni de değil. Anlaşma, Abdullah Gül’ün başbakanlığı sırasında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ile 2 Nisan 2003 tarihinde imzaladığı “2 sayfalık 9 maddelik” gizli anlaşmanın, bu konuyla ilgili kısmının düzeltilmiş ve somutlaştırılmış hali. (2) Üstelik son hali Obama ziyaretinde verilen anlaşma, Dışişleri Bakanı Hilary Clinton’un ziyaretiyle birlikte uygulamaya da sokulmuştu.

Barzani: “Gül Kürdistan’ı tanıdı”

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 8 Mart 2009’da İran-Tahran’a giderken, uçakta “2009 yılında çok güzel şeyler olacak” dedi. Gül ardından, 23 Mart 2009’da Irak-Bağdat’a giderken, uçakta ilk kez Irak’ın kuzeyini “Kürdistan” olarak tanımladı. Bu ifade öyle bir etki yaptı ki, 26 Mart’ta NTV’ye konuşan Neçirvan Barzani, “Gül Kürdistan’ı tanıdı” dedi.

Gizli anlaşmanın takvim sıkıştırması nedeniyle Gül bu kez Prag yolunda konuştu: “Kürt sorununun çözümü için 2009 tarihi fırsattır”. Gül, 9 Mayıs’taki bu demecinde “Kürt meselesi Türkiye’nin birinci meselesidir; mutlaka halledilmelidir. Herkes üstüne düşen görevi yerine getirmelidir” dedi.

Apo: “Gül’ün çağrısı benimle ilgilidir”

Abdullah Öcalan ise Abdullah Gül’ün demecinden kendine görev çıkardı. 9 Mayıs 2009 tarihli Referans gazetesinde yer alan habere göre Abdullah Öcalan şöyle diyordu: “Gül’ün ‘herkes üstüne düşen görevi yerine getirmeli’ çağrısı benimle ilgilidir. Çözüm paketi üzerinde çalışıyorum”. DTP’li yetkililere göre, Abdullah Öcalan üzerinde çalıştığı bu paketi 1 Eylül’de açıklayacak.

Öte yandan Abdullah Gül, Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan’a da, “Kürt sorununda yeni açılımlara gidilebilir” diyordu. (3)

Kabine içerisinde Gül’e yakınlığıyla bilinen İçişleri Bakanı Beşir Atalay da, Kürt sorununa değiniyor ve şöyle diyordu: “Konjonktür çözüm için çok müsait!” (4)

Abdullah Gül, bu kez Şam’a giderken, 18 Mayıs 2009’da şöyle diyordu: “Kürt sorunu bugün çözülmezse, ne zaman çözülecek?”. Gül, diline doladığı “tarihi fırsat”ı da açıklıyordu: “Tarihi fırsat, kurumların işbirliğidir”

Gül, 27 Mayıs 2009 tarihinde, Kırgızistan gezisi sırasında da “açılımını” sürdürüyordu: “Kürt sorununda vakit kaybedilmemeli. DTP dahil bütün partilere sorumluluk düşüyor.”

Gül’ün “3 aşamalı plan” çerçevesinde 2009 yılının ilk yarısında yaptığı faaliyetler böyle. Ancak süreci analiz etmek açısından geriye dönüp konuyla ilgili önemli gelişmeleri hatırlayalım:

Çuval’dan Diyarbakır Açılımına

4 Temmuz 2003’te Türk subaylarına çuval geçiren ABD, hükümet üzerinden önemli merkezi kurumları da “2 sayfalık 9 maddelik” anlaşmaya “razı” etmişti.

Başbakan Tayyip Erdoğan, ABD ziyaretinden döndükten sonra tarihi açıklamasını yaptı: “Şu anda Amerika’nın da Büyük Ortadoğu Projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez, bir yıldız olabilir. Bunu başarmamız lazım”. (5) Erdoğan, BOP’a eşbaşkan da yapılmıştı artık!

Açılan yoldan çıkış üzerine çıkış geldi. Mesut Barzani ABD’nin yönlendirmesiyle, Türk kamuoyuna şu açıklamayı yaptı: “Türkiye, federal statümüze karşı değil”. (6)

Bu açıklamayı takip eden bir yıl boyunca kamuoyu “Kuzey Irak Yönetimi”nin “normalleştirilmesi” hedefiyle biçimlendirildi.

Bir yıl sonra da Başbakan Tayyip Erdoğan yeni çıkışını yaptı. 12 Ağustos 2005 tarihinde “Kürt sorunu, benim sorunumdur” diyen Erdoğan, “Diyarbakır Açılımı”na girişti ve “Demokratik Cumhuriyet temelinde Kürt sorunu nasıl çözülür?” toplantıları yaptı.

Apo: “Başbakan Erdoğan’ın kavramları bana ait”

Öyle ki, gelişmelerden çok memnun kalan Abdullah Öcalan şunları söyledi: “Başbakan’ın açıklamalarını olumlu buluyorum. Başbakan’ın kullandığı kavramları daha önce ben kullanmıştım, bu kavramlar bana aittir”. (7)

Hükümetin dış politikasına yön veren isimlerden Ahmet Davutoğlu 9 Şubat 2007’de Washington’da şu mesajı verdi: “Kürt yönetimini tanımaya hazırız.” Davutoğlu ayrıca şu önemli bilgiyi de artık açıklıyordu: “Talabani Cumhurbaşkanı adayı olduğunda, Başbakan Tayyip Erdoğan, özel temsilcisi Osman Korutürk’ü Bağdat’a yollayıp adaylığını desteklediğimiz mesajını iletti”! (8)

ABD, tüm aktörlerini sahaya sürdü

Süreci TSK’ya rağmen hızlandırmayı düşünen ABD, devreye tüm aktörlerini soktu; öyle ki Kenan Evren bile konuyla ilgili konuştu. “Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir” diyen Evren, “Biz istediğimiz kadar hayır diyelim, orada bir Kürt devleti var” dedi. (9)

ANAP’ın eski ağır toplarından Haşim Haşimi de, “Kuzey Irak’taki bazı kesimlerin Türkiye’yle bütünleşmek istediğini” söyleyerek sürece dâhil oldu. Haşimi, “Özal’ın projesini tartışma zamanıdır” dedi. (10)

8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ağabeyi Korkut Özal da sahnedeydi. Show Tv’de yayınlanan Ali Kırca’nın sunduğu Siyaset Meydanı’na katılan Korkut Özal, “Özal Türkiye’nin adını değiştirecekti” dedi. Ağabeyinden öğrendiğimize göre, Cumhurbaşkanlığı döneminde federasyonu tartışmaya açan Turgut Özal, Türkiye’nin ismini Anadolu yapmayı planlıyormuş! (11)

Özal’ın ağabeyinden sonra eşi ve oğlu da sahneye çıkacaktı. 5 ay sonra 29 Nisan 2009 tarihinde, Semra Özal yanına Ahmet Özal’ı da alarak Irak’ın kuzeyine gitti ve Barzani ile görüştü! Barzani’ye bağlı Zagros TV’ye göre, Özallar Kuzey Irak’taki gelişmeleri yerinde görmek üzere Barzani’yi ziyaret etmişler!

PKK’nın akil adamı: İlter Türkmen

Bu arada çözüm tartışmalarına “katkı” sunan Abdullah Öcalan, E. Dışişleri Bakanı İlter Türkmen’i “akil adam” olarak önerdi! (12). Milliyet yazarı Hasan Cemal’in “diplomasi işlevi taşıyan” Kuzey Irak temasları sırasında da PKK lideri Karayılan, İlter Türkmen’i “akil adam” olarak önermişti. (13). Milliyet yazarının temaslarının boyutu ve şekli, “Hasan Cemal’i Kandil’e Abdullah Gül gönderdi” yorumlarına yol açtı. (14)

Kukla Devlet’le resmi temaslar

Peki sürecin önemli aşamalarından biri olan “Türkiye, Kukla Devlet resmi görüşmeleri” nasıl başlatılacaktı? Genelkurmay’ın muhatap almayacağını ilan ettiği Barzani’yle, TSK’ya rağmen nasıl görüşülecekti?

En alt seviyelerden başlayarak “resmi” görüşmelere geçildi. Öncelikle, Türkiye’nin Irak Özel Temsilcisi Murat Özçelik başkanlığındaki heyet Mesut Barzani ile görüştü! (15)

NTV’ye konuşan Ali Babacan’la ayar biraz daha üst seviyeden yükseltilmiş oldu: “Kuzey Irak’la sessiz diplomasi yürütüyoruz”. (16)

Süreci “açık diplomasi yakında başlayacak” diyen Mesut Barzani ivmelendirdi ve ekledi: “Gül’ün bölgeyi ziyaret etmesini çok istiyoruz”. (17)

Cumhurbaşkanı Gül, Barzani’nin bu isteğini dört ay sonra gerçekleştirdi. Gerçi, Gül güvenlik nedeniyle Irak’ın kuzeyini ziyaret etmedi ancak durumu açıklayarak Mesut Barzani’nin gönlünü aldı: “Aslında bu ziyaret daha geniş tutulacaktı ancak güvenlik açısından sadece Bağdat’la sınırlanmıştır. Diğer yerler Kerkük, Musul, Basra ve Erbil gibi şehirler güvenlik açısından bu ziyaret kapsamına alınmadı”. Gül, Mesut Barzani’nin dört ay önceki beklentisini yerine getirdi ve “açık diplomasi”yi başlattı. Gül, Kukla Devlet’in sözde Başbakanı Neçirvan Barzani ile resmi bir görüşme yaptı! (18).

Gül’ün, Bağdat ziyareti sürecine damga vuran bir diğer açıklaması da şu oldu: “Kapalı kapılar arkasında kapsamlı bir çalışma var, umutluyum”. (19) Gül, Barzani ile açık diplomasiye geçtiği, resmi görüşme yaptığı halde, hala açıklayamadığı, “kapalı kapılar ardında” olması gereken ne olabilirdi?

Kimin güveliğinin müsteşarlığı?

Bu arada Gül’ün yönettiği “resmi temaslar”a dair çok önemli bir bilgi görüşmeler başlatıldıktan birkaç ay sonra geldi. Barzani’nin Partisi KDP’nin Türkiye temsilcisi Ömer Merani kamuoyuna şu bilgiyi açıkladı: “Türkiye’de Ordu, Dışişleri Bakanlığı ve Hükümet ortak bir komite oluşturdu. Başına Beşir Atalay getirildi. Murat Özçelik komite adına Barzani’yle görüşüyor”. (20) Açıklama yalanlanmadı. Kaldı ki, komitenin başı olduğu söylenen İçişleri Bakanı Beşir Atalay, kurulan Güvenlik Müsteşarlığı’nı tanıtırken de “Bu yapıyı (müsteşarlığı) askerle mutabakat içinde oluşturduk” dedi. (21)

Barzani’lerle resmi temasların yürütüldüğü bir dönemde yapılan MGK toplantısından şu bildirinin çıktığını da anımsatalım: “Terörle mücadelede koordinasyonu güçlendirmek üzere yeni bir kurumsal yapıya gidilmesi…”. (22)

Talabani’nin çantasındaki plan

16 Mart 2009 tarihli 5. Dünya Su Forumu vesilesiyle Türkiye’ye gelen KYB lideri ve Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, Cumhurbaşkanı Gül ile görüşerek bir plan açıkladı. Talabani’nin Washington imzalı çantasından çıkardığı plan, kamuoyuna “PKK’nın silahsızlandırılması” diye sunuldu. Gül’ü memnun eden planın maddeleri ise şöyleydi:

  1. Kuzey Irak’taki PKK liderlerinin üçüncü ülkelere gönderilmesi.
  2. Diğer  PKK’lılar için genel af çıkarılması ve Türkiye’de siyaset yapmalarına olanak sağlanması.
  3. Erbil’de yapılacak “Ulusal Kürt Konferansı”na Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki Kürt hareketlerinin temsilcilerinin davet edilmeleri! (Böylece Türkiye PKK ile aynı masaya da oturtulmuş olacak!)

Talabani’ye verilen çantayla birlikte, PKK’nın silahsızlandırılması propagandası üzerinden kamuoyu imal edilerek, Kukla Devleti normalleştirme ve resmi olarak tanıma sürecinde bir adım daha atılmış oluyordu!

Gülen cemaati: “yüreğimizdeki sınırlar kalktı”

Washington’un planları açısından 2009 kritik bir yıl olur da Fethullah Gülen, cemaatini harekete geçirmez mi?

Abant Platformu da bu amaçla bu yıl şubat ayında Irak’ın kuzeyindeki Erbil kentinde toplandı. “Kürt sorunu: Barışı ve kardeşliği aramak” adıyla düzenlenen toplantılara katılanlar, “hepimiz evimizdeyiz, hepimiz Kürt’üz” sloganlarıyla halay çekti ve ekranlara “yüreğimizdeki sınırlar kalktı” mesajları verdi. Platform yayımladığı sonuç bildirgesinde, “Türkiye ile Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında münasebetlerin kurulmasını ve geliştirilmesini”; “sınırlardan geçişlerin kolaylaştırılmasını”; “Erbil’de Türk konsolosluğu, Ankara’da da Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi temsilciliğinin açılmasını” talep etti. Sonuç bildirgesinde göze çarpan bir diğer önemli madde de, Erbil’de yapılması planlanan “Ulusal Kürt Konferansı”na katılım talep etmesiydi! (23)

PKK ve DTP modelleri

ABD planının bir  parçası ama aynı zamanda hedefi de olan PKK ve DTP, Gül’ün çıkışıyla birlikte “çözüm” modelleri sıraladılar!

Önce DTP’li Ahmet Türk, “Kosova Modeli”ni önerdi. (24) Ardından PKK lideri Karayılan “İskoç Modeli” önerdi. İngiliz The Times Gazetesi’ne konuşan Karayılan, “Türkiye yerel parlamento kurmamıza izin versin” dedi! (25)

DTP bu model önerilerinin ardından 30 Mayıs 2009’da Diyarbakır’da, “Kürt sorununda demokratik çözüm modeli” paneli düzenledi. Panelde konuşan DTP Eşbaşkanı Emine Ayna, “Demokratik özerklik, İskoç modeli, federalizm ya da bağımsızlık, hepsinin tartışılması gerekir” dedi. DTP’li Hatip Dicle de, “demokratik özerklik projesi çerçevesinde Türkiye’nin üniter yapısını bozmadan 20-25 bölgeye ayrılması gerekir” tezini attı ortaya! (26)

DTP’li yetkililer bir yandan Gül’ü çıkışı nedeniyle destekliyor bir yandan da partilerine düzenlenen operasyonlar nedeniyle AKP ile TSK’yı suçluyorlar. Eşzamnlı olarak Almanya ve Fransa’da da PKK’ye karşı geniş çaplı operasyonlar yapıldığını da anımsatalım.

Planın hem parçası olmak hem de hedefi olmak, PKK ve DTP’de ikili yapılar oluşmasına da neden oldu. Bu ikili yapı nedeniyle birbirini yalanlayan açıklamalar yapılıyor, birbirine zıt gelişmeler sahneleniyor.

ABD – PKK görüşmesi ve Mahmur Projesi

Aksiyon dergisinde yer alan bir habere göre, Gül’ün “orkestra şefliği”nde, MİT Müsteşarı Emre Taner’in yürütücülüğünde ve PKK ile yapılan dolaylı görüşmelerde bir yol haritası belirlendi. Bu yol haritasına göre, PKK’liler Kandil’den Mahmur kampına inecek, oradan da silahsız olarak Türkiye’ye dönecek!

ABD-Gül planının 3. aşaması olduğu anlaşılan bu plan kapsamında ABD’li yetkililer ile Karayılan anlaşmaya da varmış.

Aksiyon dergisindeki habere göre NATO kimliği kullanan bir grup Amerikalı yetkili, Hasan Cemal-Karayılan görüşmesinden hemen önce Karayılan ile görüştü. Aliyareş kampında yapıldığı ve 3-4 saat sürdüğü belirtilen görüşmede PKK’nin belirlenen zamanlarda silah bırakması konusunda anlaşma yapıldığı vurgulanıyor.

Anlaşmaya göre PKK’liler BM yönetimindeki kampa inecek; mülteci statüsündeki Kürtler de belli aralıklarla Dohuk, Zaho, Erbil gibi Irak’ın kuzeyindeki kentlere dağıtılacak. Hakkari ve Şırnak’ta yaşayan Gori aşiretine mensup mülteciler ise 2009 sonuna doğru köylerine dönmeye başlayacak. Toplu geçişler sırasında, anlaşma gereği, 150 kadar PKK’li de, silahsız olarak Türkiye’ye girecek. (27)

Ancak PKK içinde Karayılan’ın bu anlaşmasına soğuk bakan yöneticilerin olduğu belirtiliyor. PKK içinde gittikçe derinleşen bir kriz var. Öyle ki, bu durum PKK’nin silahlı gücünü oluşturan HPG’nin askeri konsey toplantısı sırasında iyice su yüzüne çıktı. Karayılan, 5 yıldır HPG’nin komutanlığını yapan, Suriye uyruklu Feyman Hüseyin’i görevden aldı ve yerine kendisine yakınlığıyla bilinen yine Suriye uyruklu Nuettin Sufi’yi getirdi. (28)

ABD ile PKK pazarlığı yapılmaz!

Öte yandan Cumhurbaşkanı Gül’ün “tarihi fırsat”ı “kurumlar arası işbirliği” şeklinde tanımlaması, TSK’nın da “açılım” sürecine dahil olduğu yorumlarına yol açtı.

ABD’nin kukla devlet hedefinin, Türkiye’nin önündeki en büyük güvenlik sorunu olduğunu yıllardır tespit eden ve bu tehdide göre konumlanan Türk Ordusu’nun bugünden yarına yön değiştirmesi mümkün değil. Tali durumlar esası değiştirmez!

Ancak kimi gelişmeler, milli kesimler içinde kuşku da yaratıyor. Örneğin, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un ABD temasları, maalesef bir pazarlık görüntüsü içinde cereyan etti.

Türk Amerikan Konseyi’nde konuşan ABD Genelkurmay Başkanı Org. Mike Mullen’in sözleri oldukça dikkat çekici: “İlker, PKK konusunda benim üzerimde çalışıyor. Ben de Pakistan konusunda onun üzerinde çalışıyorum. Çünkü Türkiye’nin Pakistan ile çok iyi ilişkileri var. Ve Afganistan ile de çok iyi ilişkileri var”. (Vatan, 2 Haziran 2009)

Türk Amerikan Konseyi’nin yıllık konferansında, Org. Mullen’dan önce konuşan Org. Başbuğ da, “PKK’yı bitirmek için özel bir noktadayız” dedi. (Vatan, 2 Haziran 2009)

 

Org. Bağbuğ’un güvenlik temaslarıyla eşzamanlı olarak Ahmet Davutoğlu da siyasi temaslar yürüttü Washington’da…

Bu kapsamlı ziyaretlerin, Cumurbaşkanı Gül’ün Mayıs ayındaki Kırgızistan ve Tacikistan ziyaretinin hemen arkasına gelmesi de “pazarlık” değerlendirmelerini güçlendirdi. Gül, Kırgızistan Cumhurbaşkanı Kurmanbek Bakiyev ile yaptığı ikili görüşmenin ardından şu açıklamayı yapmıştı: “Gerek ikili ilişkilerimizde, gerek çok taraflı ilişkilerimizde istişare içinde, ortak çalışma azmi içinde olduğumuzu tespit ettik. Özellikle Afganistan’ın istikrarına çok önem verdiğimiz ve bu konuda her türlü yardımı yapmamız gerektiği kanaatini paylaştık”

PKK’ye karşı ortak harekât

Haziran ayının başında yaşanan üç gelişme, hazırlıkları süren ortak bir kara harekâtının da sonbaharda yapılacağının ipuçlarını verdi.

 

a-      Türkiye ile Irak arasında silahlı kuvvetleri kapsayan “Askeri Alanda Eğitim, Teknik ve Bilimsel İş Birliği Mutabakat Muhtırası” imzalandı. Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Hasan Iğsız ve Irak Genelkurmay Başkanı Yardımcısı Orgeneral Nasıer Abadi tarafından 9 Haziran’da imzalanan anlaşma, TSK’nın Irak ordusuna ağabeylik yapacağı şeklinde yorumlanıyor.

b-      Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi 11 Haziran’da yaptığı açıklamada PKK konusunda “Elimizden gelen yardımı yapmaya hazırız. Ancak Irak’ın güvenlik kuvvetleri PKK terör tehdidini Kandil dağlarında gidip yok etmeye yeterli değildir. Bu konuda yeterli hazırlığı ve gelişmiş personeli yoktur” dedi. “PKK, ya silah bırakarak af dileyecek ya da Irak’tan çıkacak” diyen Haşimi şu sözleriyle bir ittifaka dikkat çekti: “Biz şu anda özel eğitimli, sınır ötesi işbirliğine de açık olabilecek birlikleri hazırlıyoruz. Koordineli çalışmayla başarılı olabileceğimizi biliyoruz. Kürt liderleri PKK’nin saldırılarına son verilmesi konusunda samimi. PKK’yi uyaracaklarına söz verdiler. Belirli bir aşama kat etmiş durumdalar”.

Türkiye ile Irak arasındaki güvenlik anlaşmasının 4. maddesi üzerinde anlaşmazlık bulunduğunu ifade eden Haşimi, “Ben bunun çözülebileceğine inanıyorum. Yürütülecek kara operasyonlarına ilişkin hassasiyetten kaynaklanıyor. TSK bizim topraklarımızda operasyon yapacağı zaman, Irak’tan buna nasıl izin verilecek? İki ülke, çekincesiz biçimde harekete geçebilmeli” diye konuştu. (29)

c-      Türkiye-ABD-Irak üçlü mekanizmasının Erbil’deki karargahına Kuzey Irak yönetimi yetkilisinin de dahil edildiği belirtiliyor. Bu gelişmeyle birlikte kuzey Irak yönetiminin, Türk subaylarına, Behdinan başta olmak üzere kuzey Irak’ta PKK’yi izleme ve istihbarat toplama çalışmalarına kolaylık sağladığı vurgulanıyor. (30)

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın “güneydoğu açılımı” yapması ve “genel af” demesi ile KYB Genel Sekreteri ve Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin bölgeye davetini kabul etmesi de bu ittifak kapsamında değerlendiriliyor.

Sonuç

Türkiye ABD’nin dayattığı “PKK’yi tasfiye karşılığında kukla devleti tanıma” planını maalesef kabul etmiştir. Plana direnecek tüm kesimlerin Ergenekon tertibi ile eli kolu bağlı hale getirilmesi de bu süreci ABD ve AKP lehine kolaylaştırmıştır. “PKK’yi tasfiye” havucu ve “kukla devlet” sopası, milli bir stratejiden yoksun Türk devletini parçalanmaya götürecektir!

Türk’ün ve Kürt’ün 90 yıl önce seçtiği “birlikte yaşama” projesi önündeki en önemli engel ABD’dir. Soruna ABD’yi atlayarak Barzani, Talabani ve PKK hedefli yapılacak her yaklaşım, Washington’un politikalarına hizmet edecektir. Kürt sorunu Türk sorunudur ve bu sorunun çözümü öncelikle antiemperyalist duruş gerektirir!

Kaynaklar:

(1) (Peyamner News Agency, 19 Nisan 2009)

(2) (Sedat Sertoğlu, Vatan Gazetesi, 24 Mayıs 2003)

(3) (Radikal, 11 Mayıs 2009)

(4) (Hürriyet, 12 Mayıs 2009)

(5) (Teke Tek, Kanal D, 16 Şubat 2004)

(6) (Yeni Şafak, 20 Haziran 2004)

(7) (Hürriyet, 6 Aralık 2005)

(8) (Ruşen Çakır, Vatan Gazetesi, 10 Şubat 2009)

(9) (Sabah, 28 Şubat 2007)

(10) (Milliyet, 5 Mayıs 2008)

(11) (Show TV, 15 Kasım 2008)

(12) (Cevdet Aşkın, Referans, 29 Aralık 2007)

(13) (Hasan Cemal, Milliyet, 5 Mayıs 2009)

(14) (Sabahattin Önkibar, Yeniçağ, 10 Mayıs 2009)

(15) (Hürriyet, 14 Ekim 2008)

(16) (NTV, 21 Ekim 2008)

(17) (CNNTurk, 13 Kasım 2008)

(18) (24 Mart 2009 tarihli günlük gazeteler).

(19) (Fikret Bila, Milliyet, 25 Mart 2009)

(20) (Taraf, 2 Mart 2009

(21) (Vatan, 11 Mayıs 2009)

(22) (Hürriyet, 22 Ekim 2008)

(23) (Zaman, 16 Şubat 2009)

(24) (Hürriyet, 13 Mayıs 2009)

(25) (Hürriyet, 26 Mayıs 2009)

(26) (ANF, 30 Mayıs 2009)

(27) (Aksiyon, Sayı:757, 8 Haziran 2009)

(28) (Sefa Mutlu, ASAM, 30 Nisan 2009)

(29) (12 Haziran tarihli ulusal gazeteler)

(30) (Cevdet Aşkın, 11 Haziran 2009)

 

, ,

Yorum bırakın

ABD’NİN YENİ NATO VE AVRASYA HESABI

Mehmet Ali Güller
Teori Yazı Kurulu Üyesi
18 Nisan 2009
Teori Dergisi Mayıs 2009 Kapağı

GİRİŞ

ABD, Büyük Ortadoğu’da yaşadığı geri çekilmeleri telafi etmek için, aslında Bush döneminde başlattığı “NATO’yu devreye sokma politikasını” olgunlaştırarak Obama döneminde yürürlülüğe soktu.

ABD, bu dönemde NATO’yu tıpkı 1991 öncesinde olduğu gibi yine “saldırı” ve “denetleme” aracı olarak değerlendirecek. 2001 yılından beri doğuya ve güneye doğru genişlemeyi sürdüren NATO, 60. yılında 28 üyeli hale gelerek, “küresel bir askeri aygıt” misyonunu hedefliyor. ABD, NATO’yu genişleterek ve Afganistan’da olduğu gibi “alan dışı”na çıkartarak, Rusya’yı güneyden kuşatma ve Çin’e uzanmayı planlamaktadır.

ABD Irak’tan kademe kademe çekilerek Baltık devletlerinden başlayıp Doğu Avrupa devletleri, Karadeniz devletleri (Batıda Romanya ve Bulgaristan, güneyde Türkiye, kuzeyde Ukrayna ve doğuda Gürcistan), Afganistan-Pakistan hattı ile Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ne üsler vasıtasıyla yerleşmeye çalışmaktadır. Washington bu hattı sağlamlaştırdığı oranda, hem Rusya’yı kuşatmış, hem Çin’e uzanmış hem de bu iki kutup devlet arasına kama gibi girmiş olacak.

Bush döneminde büyük yenilgiler alan ABD Projesi, Obama’nın ilk aylarında da Özbek ve Kırgız hükümetlerinin Rusya’yla ittifak yaparak ABD üslerini kapatması nedeniyle bir yenilgi daha aldı.

ABD bu hatta yığınak yapmak istediği için kademe kademe Irak’tan çekilecek, Bush döneminde üstüne gittiği İran’a karşı sertlik politikalarından vazgeçip ilişki yolları arayacak ve İsrail’i Filistin konusunda kısmen frenleyecek.

ABD’nin Baltık Devletlerinden başlayarak Orta Asya’ya uzatmak istediği hattın ağırlık merkezini ise Afganistan ve Pakistan oluşturacak. (1)

Ekonomik krizle boğuşan ABD’nin bu zorluktaki Avrasya hesabını hayata geçirebilmek için kullanacağı aygıt ise NATO’dur; daha doğrusu “Yeni NATO”dur. ABD’nin, yeni NATO’yla başarıya ulaşmasının yolu ise 3 devletle ilişkisine bağlıdır.

  1. AB ile ortaklık.
    1. Washington, AB’nin çıkarlarının son tahlilde Batı ittifakı içinde olduğuna Brüksel’i ikna etmek zorunda.
    2. Fransa’nın NATO’ya dönüşüyle Avrupa Ordusu kurulması projesi bir kez daha rafa kaldırıldı.
    3. ABD olası bir kutup potansiyeli taşıyan AB’yi, NATO ilişkileri içerisinde 1991 öncesinde olduğu gibi yine denetim altında tutacak.
    4. ABD olası bir kutup potansiyeli taşıyan AB’yi derinleşmek yerine genişlemeye zorlayacak. Washington AB içine daha çok Truva Atı yerleştirmeyi ve AB’nin bağlarını zayıflatmayı amaçlıyor.
    5. Türkiye ile “model ortaklık”.
      1. Washington Irak’tan çekilirken Kuzey Irak’ta kurduğu devleti, Türkiye’nin himayesine kabul ettirmeye çalışacak. ABD bu plan için yıllarca kullandığı PKK’yı da “kısmen” tasfiye edecek.
      2. ABD Baltık devletlerinden başlayarak Orta Asya’ya uzanan hattın en önemli bileşeni olan Türkiye’yi, “Rusya-Çin-İran” seçeneğinin oluşmaması koşullarını sağlamamaya zorlayacak. İç politik baskı aracı olarak NATO geleneksel rolünü yeniden oynayacak.  ABD Ankara’yı NATO-Gladyo aracılığıyla denetim altında tutmaya çalışacak.
      3. Rusya ile çatışma konularında ısrar etmeme ve bekleme.
        1. ABD Ukrayna’yı NATO’ya üye yaparak Rusya’yla direkt karşı karşıya gelmektense, Ukrayna’nın öncelikle AB’ye üye olmasını bekleyecek.
        2. ABD “Doğu Avrupa’ya füze kalkanı kurma” projesi için fırsat kollayacak.
        3. ABD Gürcistan için de Kafkas dengelerini lehe çevirme politikalarına devam edecek.
        4. ABD NATO-Rusya Konseyi’ni yeniden canlandıracak.

“AMERİKAN LİDERLİĞİNİ YENİLEMEK”

NATO’nun yeni dönem stratejisini ya da “Yeni NATO”yu analiz etmeye yarayacak en önemli belgelerden biri ABD Devlet Başkanı Barack Obama’nın, Foreign Affairs’in Temmuz/Ağustos 2007 sayısında yayınlanan “Amerikan liderliğini yenilemek” başlıklı makalesidir.

Obama bu makalede, Washington’un (NATO’nun) yeni dönemde uygulayacağı politikaları genel hatlarıyla özetlemiştir. Daha doğrusu ABD Devleti bu makalede, Bush’la erozyona uğrayan “ABD’nin küresel liderliğini” yeniden canlandırmanın yol haritasını çiziyor.

Obama, “tehditlerin küresel terörden, haydut devletlerden ve ülkelerini kontrol edemeyen zayıf devletlerden geldiğini” belirtiyor ve “bu tehditlerin varlığının aslında ABD liderliğine çağrı olduğunu” savunuyor. (2)

“ABD’NİN DİKKATİNİ BÜYÜK ORTADOĞU’YA YÖNELTMEK”

Clinton Doktrini’nin devamı niteliği taşıyacak Obama’lı dönemde, “Washington’un önceliği Irak savaşını sona erdirmek ve ABD’nin dikkatini Büyük Ortadoğu’ya yöneltmek”! Obama “Irak’tan çekilmenin ve bu ülkede iyi kötü bir çözüm bulunmasının ABD’nin Büyük Ortadoğu’daki diğer planları için hayati olduğunu” savunuyor. (3)

Obama, “yeni dönemde askeri gücü savunma amaçlı durumların dışında, küresel istikrarın temin edilmesi için de kullanmanın gerekebileceğini” belirtiyor ve “bu durumda uluslararası desteğin sağlanması gerektiğinin şart olduğunu” vurguluyor. (4)

“YENİDEN ANTİ-KOMÜNİST İŞBİRLİĞİ”

Obama, bu noktada “yeni dönem ABD/NATO politikalarının merkezinde Afganistan ve Pakistan’ın olacağını, Keşmir ve Peştun krizlerini çözme çabası göstereceklerini” belirtiyor. “Diplomatik çaba ve girişimlerin yanında askeri yöntemlere de ağırlık verileceğini” söyleyen Obama, Washington’un “Soğuk Savaşı kazanan anti-komünist işbirliğine benzer bir oluşumu” hayata geçireceğini ve “Cibuti’den Kandahar’a kadar saldırıya hazır bir şekilde konuşlanacak güçlü bir askeri oluşum kurmayı” hedeflediğini belirtiyor. Obama “Küresel Amerikan Liderliği için yeni ittifaklar, ortaklıklar ve kurumlar kurmayı” hedefliyor. (5)

YENİ NATO İLE YENİ YÖNTEMLER

3-4 Nisan 2009 tarihli son NATO Zirvesi, NATO’nun “Yeni NATO”ya dönüştürülmesinin karara bağlandığı bir zirve oldu. Yeni NATO “Stratejik Kavram” ve “Kapsamlı Yaklaşım” adını taşıyan iki yeni konsept çerçevesinde dönüştürülecek. “Stratejik Kavram” konsepti, Yeni NATO’nun yeni ilgi alanlarını, tehdit algılamalarını ve misyon anlayışını belirliyor. “Kapsamlı Yaklaşım” konsepti ise “askeri yöntem dışında başvurulacak siyasi, ekonomik ve sosyal yöntemleri” belirliyor. Sami Kohen, bu iki projenin olgunlaştırılmasıyla, “eskisinden farklı, günün koşullarına uygun yeni bir NATO’nun ortaya çıkacağını” belirtiyor. (6)

YENİ NATO VE YENİ(DEN) ORTAKLIKLAR

ABD’nin AB, Türkiye ve Rusya ile olumlu-olumsuz ilişkileri, hesaplarının gerçekleşip gerçekleşmemesini gösterecek.

  1. 1. ABD/YENİ NATO – AB ORTAKLIĞI

ABD’nin AB ile ilişkisi iç içe geçmiş halkalar şeklindedir. ABD’nin Yeni NATO üzerinden AB ile kurduğu ilişki hem AB lehine hem aleyhine cereyan etmektedir.

Clinton’un “AB’nin ABD yararına genişletilmesi” politikası Obama döneminde de sürecek. Clinton, NATO’nun genişlemesi konusunda “NATO’yu 1999 yılından başlayarak genişletmeliyiz. Böylece bir zamanlar düşmanımız olan ülkeler müttefikimiz olacaktır… Genişletilmiş NATO, Amerika için iyidir” demekteydi. (7) Obama döneminde bu politika daha da teşvik edilecek.

ABD’nin en önemli dört politika yapım kurumu tarafından  hazırlanan “İttifakın yeniden doğuşu: 21. Yüzyıl için Atlantik Sözleşmesi – Washington’un NATO Projesi” başlıklı kapsamlı raporda, ABD ve AB’nin NATO üzerinden birbirine yeniden bağlanması-çapalanması gerektiği belirtiliyor. (8)

  1. ABD’nin tek kutuplu dünya politikasına karşı çıkan Almanya-Fransa merkezli AB, son 10 yıl içinde belirlediği coğrafyaya kadar genişledi. Brüksel, son dönemde de genişlemeyi bırakıp derinleşmeyi/entegrasyonu önüne görev koydu.

ABD’yle Ortadoğu konusunda çıkar çatışması yaşayan AB, hem Irak konusunda Washington’u yalnız bıraktı hem de başta enerji olmak üzere önemli bazı konularda Rusya’yla yakınlaştı.

Washington, Avrasya’ya hakim olmak için AB ile ortaklık kurmak ve AB’nin çıkarlarının son tahlilde batı ittifakı içinde olduğuna Brüksel’i ikna etmek; geleneksel anti-komünist (şimdi de anti-Avrasya) ittifakı hayata geçirmek zorunda.

  1. Washington, 1999 yılından beri “Avrupa Ordusu” kurmaya çalışan AB’nin karşısına şimdi de “Yeni NATO” engeli çıkardı. ABD, Avrupa Ordusu’nu engellemek için NATO’yu AB içinde daha da genişletiyor. ABD, 60. yıl zirvesinde Hırvatistan ve Arnavutluk’u da NATO saflarına katarak 28 üyeli bir yapı oluşturdu. Avrupa’da genişleyen NATO, bir kez daha “Avrupa Ordusu” arzusunun önüne geçti.

“NATO’yu genişleterek” ABD’nin etki alanını büyütmek isteyen Barack Obama,  60. Yıl zirvesinden hemen önce Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile yaptığı görüşmenin ardından AB’ye şu önemli mesajı verdi: “Avrupa’nın savunma yeteneklerini güçlendirmesini bekliyoruz… Biz Avrupa’nın patronu olmak istemiyoruz, Avrupa ile ortak olmak istiyoruz. Avrupa savunma alanında ne kadar daha güçlü olursa, bugün yüz yüze kaldığımız ortak sorunlara karşı daha uyumlu hareket edebiliriz.” (9)

Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, De Guelle’nin 1966’da NATO’nun askeri kanadından çıkardığı Paris’i yeniden NATO’nun askeri kanadına döndürdü! Fransa’nın bu hamlesine, savunma harcaması yapmak istemeyen ve NATO güvencesinden memnun olan bazı AB ülkelerinin tutumu da eklenince, Almanya “Avrupa Ordusu” kurma konusunda yalnız kalmış oldu.

Avrupa Parlamentosu’nda 19 Şubat 2009 tarihinde alınan “AB güvenliğinde NATO’nun rolü” konulu karar AB’yi NATO’ya sıkı sıkı bağlamıştır. Gelişme, Le Monde Diplomatique’de şöyle değerlendirilmiştir: “Askeri gücü olmayan Avrupa Birliği ‘havlayan, ama ısırmayan bir köpek’ haline getirilmiştir. (10)

  1. NATO’nun “savunma/saldırı örgütü” olmasının ötesindeki başat özelliği yani üyesi olan devletleri ABD adına denetim altında tutma görevi, Obama’lı yeni dönemde tekrar hayata geçiyor. Washington, yeni dönemde de NATO aracılığıyla AB’yi denetim altında tutmaya çalışacak.
  2. ABD olası bir kutup potansiyeli taşıyan AB’yi derinleşmek yerine genişlemeye zorlayacak. Washington AB içine daha çok Truva Atı yerleştirecek ve AB’nin bağlarını zayıflatacak.

ABD, tüm AB ülkelerini NATO’ya alacak ve NATO’ya almak istediği tüm ülkeleri de AB’ye tam üyelik ya da imtiyazlı ortaklık şeklinde yerleştirmeye çalışacak.

  1. 2. ABD/YENİ NATO – TÜRKİYE İLE MODEL ORTAKLIK

ABD’nin Avrasya Hesabı’nda Irak’ın kuzeyi özel bir öneme sahip. Washington bu konuda yıllardır Türkiye’yi sıkıştırıyor. ABD, Irak’ın kuzeyinde kuracağı Kukla Devlet ile hem İsrail’in güvenliğini sağlamayı, hem Türkiye’yi kontrol edilebilir şekilde bölmeyi hem de bu devleti bir tramplen gibi kullanarak Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu arasında kritik bir siyasi üs oluşturmayı hedefliyor. ABD, Kukla Devlet içinde dünyanın en büyük askeri üssünü zaten kurmuş durumda.

Irak’ın kuzeyi, Washington için bir devlet olmanın ötesinde, ABD’nin Türkiye’yi ve İran’ı denetim altında tutmak açısından büyük önem taşıyor.

1 Mart tezkere kriziyle önemli bir kırılma yaşayan Türk-ABD ilişkileri Obama döneminde hem Clinton politikalarıyla tamir edilmeye çalışılacak hem de Yeni NATO üzerinden biçimlendirilecek.

Clinton, TBMM’de yaptığı konuşmada Türkiye’yi ABD’nin Avrasya hesabına kapı açacak ya da kapatacak bir “kilit” olarak tanımlamıştı. Clinton döneminin en önemli politikası da, Ankara’yı Rusya-Çin-İran eksenine kaymaması için AB kapısına bağlamaktı.

Obama Clinton’un kaldığı yerden devam etme yolunda. ABD devleti Obamalı dönemde Türkiye’ye Clinton’un kilit tanımı benzeri bir tanım getirdi: “Model ortaklık”.

Türkiye ziyaretinde “Küresel ve bölgesel sorunların çözümü Türkiye-ABD arasında model ortaklık kurulması ile mümkündür” diyen Obama “model ortaklık” tanımını da şu şekilde yaptı: “Türkiye’nin önemini vurgulamak istiyorum. Türkiye Batı ve Doğu arasında köprü görevi gören bir ülke olarak adlandırılır. Sıradışı ve zengin bir mirasa sahip. Söz konusu eski medeniyet ve yeni ulus devletlerin birlikte barındığı, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye önem veren, canlı ekonomisi olan, NATO üyesi ve çoğunluğu Müslüman olan, bu anlamda özgün bir yere sahip. Bölgesel ve stratejik anlamda son derece önemli. Bunun sonucu olarak birlikte çalışmamız bizi heyecanlandırıyor. Birlikte çalışmak Müslüman dünyası ile Batı dünyası arasında birleşmeyi sağlayacak,  bizi refah ve güvenliğe götüren bir yol olacak. Başarı Türkiye ve ABD’nin model ortaklık oluşturmasıyla mümkün olabilir. Baskın bir Hıristiyan ulusla Müslüman ulus bir araya gelecek ve iki kıtayı birleştirecek. Bizim son derece büyük bir Hıristiyan nüfusa sahip olmamıza rağmen biz kendimizi vatandaşların oluşturduğu, ideallerin birbirine bağladığı bir ulus olarak görüyoruz. Laik bir ülke vaadinin ve hukuk üstünlüğüne saygı gösterme vaadinin sürdürülmesinin Batı ve Doğu olarak birlikte hareket edebilecek olursak son derece sıradışı bir etkisi olacaktır.” (11)

  1. Model Ortaklık tanımı yeniyse de, ABD Devleti Türkiye ile bu dönemde uygulayacağı politikaları Bush’un son yılında olgunlaştırmaya başlamıştı. ABD devleti için bu dönemin temel çizgisi “PKK’nın tasfiyesi karşılığında Kukla Devleti Türkiye’ye tanıtmak” şeklinde özetlenebilir.

Kademe kademe Irak’tan Irak’ın kuzeyine çekilecek yani kukla devletine yerleşecek olan ABD, Türkiye’nin bu devleti himaye etmesine mecbur. Türkiye’nin himaye etmediği bir Kukla Devlet’in yaşaması mümkün olmayacak.

ABD bu plan için, yıllarca kullandığı PKK’yı da “kısmen” tasfiye edecek. Washington’un hedefinde Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin tamamen Barzanileştirilmesi var.

  1. b. ABD, 90’ların başında “hizadan çıktığını” tespit ettiği Türk Ordusu’nu yeniden hizaya sokmak için uzun süredir uğraşıyor. Hükümetler üzerinden denetlemeye çalışmak ve içerden bölmek üzerine inşa edilen TSK karşıtı hesaplarında başarı kazanamayan ABD, Yeni NATO’yu Türkiye’de çoktan harekete geçirdi. Washington Ergenekon tertibiyle, Yeni NATO’yu yine Ankara’yı denetim altında tutmak için araç olarak kullanıyor.
  2. c. ABD ve Türkiye’nin ulusal menfaatleri şiddetli çatışma halindedir. Irak, Kıbrıs, Ermeni sorunu önde gelen çatışma alanlarıdır. Öyle ki, Türkiye dünyanın en anti-Amerikan dalgasının yükseldiği ülke olmuştur.

1 Mart 2003 tezkere kriziyle büyük kırılma yaşayan Türk-Amerikan ilişkilerini onarmak ve Türkiye’ye “stratejik ortak” ve “model ortak” kavramlarıyla BOP politikaları uygulatmak, Washington açısından olmazsa olmazdır.

CIA Türkiye Masası eski şefi Graham Fuller, “Esasen Türkiye’nin, ABD politikalarının hala Türk çıkarlarına hizmet ettiğine ikna edilmesi gerekmektedir” demektedir. (12) İşte Yeni NATO bu “ikna” sürecinin aygıtı olacaktır!

  1. 3. ABD/YENİ NATO – RUSYA İLE ÇATIŞMA KONULARINDA ISRAR ETMEME

ABD/Yeni NATO, Rusya’yı askeri-siyasi çevreleme politikasını sürdürecek ancak Bush döneminden farklı olarak “kontrollü çatışma” politikası izleyecek. Washington’un 2001-2008 yıllarına damga vuran “ya bendensin, ya düşmandansın” politikası, yeni dönemde “kontrollü çatışma” denilen, “çatışma konularında ısrar etmeme, bekleme, ortaklıklarla çevreleme” politikasına dönüşecek.

“Washington’un NATO Projesi” raporunda ilişki “nişanlanma ve sorunları yeniden çözme” şeklinde tarif ediliyor. Rapor Moskova’yla yürütülecek politika için Washington’un önüne iki aşamalı yol çiziyor. Buna göre izlenecek ilk yol, ABD’nin, potansiyel yarar sağlayacak konuları somutlaştırması ve önde tutması; ikinci yol da, sorunları BM ve Helsinki prensipleri gibi uluslararası kurallar içinde ele alınmaya Moskova’yı zorlaması. (13)

Rusya’nın ABD’nin kışkırttığı Gürcistan’a 2008 Ağustos’unda verdiği sert yanıt sonrası rafa kaldırılan NATO-Rusya Konseyi çalışmaları, yeni dönemde tekrar hayata geçiyor. ABD, 5 Mart 2009’daki NATO Dışişleri Bakanları toplantısında, NATO-Rusya Konseyi’nin yeniden harekete geçirilmesi kararını aldırdı.

  1. Yeni NATO’nun Rusya’yla ilişkiler konusunda en sıkıntılı olacağı çatışma alanlarının başında Ukrayna geliyor. Avrasya’yı çevreleme hattının önemli bir noktasında yer alan Ukrayna, ABD’nin son 5 yılda üzerine olanca abanmasına rağmen, başarı elde edemediği bir ülke oldu.

ABD/Yeni NATO bu dönemde Ukrayna’ya direkt abanmaktan vazgeçecek ve Rusya’yla dolaylı çatışmayı sürdürecek. Zbigniew Brzezinski ve Brent Scowcroft gibi politika yapıcıların ABD’ye bu konuda çizdiği yol haritası “AB’yi dışarıya uzanması için özendirmek” ve “AB’yi bu bölgelere itmek ve durumun günbegün gelişmesine izin vermek” şeklinde. Brzezinski ve Scowcroft şöyle diyor: “AB’nin tüm üyeleri NATO üyesi olacak. Bu nedenle eğer Ukrayna bir gün AB’nin bir parçası haline gelirse, NATO üyesi olmanın yollarını arayacaktır.” (14)

ABD Doğu Avrupa’ya füze kalkanı projesini de kısmen rafa kaldırıyor. Bush dönemimin önemli çatışma alanlarından biri olan bu konu, Rusya’nın sert tepkisine yol açmış ve Washington bu konuda ilerleme sağlayamamıştı.

Washington, yeni dönemde bu konuda da “kontrollü çatışma” politikası izleyecek ve AB’yi ileri cepheye sürecek.

  1. Gürcistan da ABD’nin Bush döneminde abandığı ama Rusya engeline sert çarptığı bir çatışma alanı.

Kafkaslara Gürcistan üzerinden girmeye çalışan ABD/NATO, Rusya’nın Ağustos 2008’de verdiği sert yanıtla büyük gerileme yaşadı. Karadeniz’e dahil olmaya çalışan ABD, Rusya’nın bu hamlesiyle önemli mevziler kaybetti. Üstelik Rusya Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlıklarını tanıdı. Moskova Abhazya’nın Gudauta ve Güney Osetya’nın Şinvali kentinde, 2010 yılında aktif hale gelecek iki üs hazırlıklarına başladı.

Gürcistan’ın NATO’ya üyeliği konusu Moskova açısından kırmızı çizgi olma özelliği taşıyor. Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, “Rusya ile Gürcistan arasında yaşanan savaş, NATO’nun genişleme politikalarının ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceğinin ispatıdır” diyerek ABD ve AB’ye uyarıda bulundu. “Gürcistan NATO’ya üye yapılırsa Ağustos krizi tekrarlanır” mesajı veren Moskova’nın kararlılığı yankı buldu ve Aralık ayındaki NATO zirvesinde, Almanya’nın bloke etmesiyle Gürcistan’ın “üyelik aksiyon planı”na dahil edilmesi engellenmiş oldu.

  1. ABD 5 Mart 2009 tarihindeki NATO Dışişleri Bakanları toplantısında NATO-Rusya Konseyi’nin yeniden işlerlik kazanmasını karara bağlattı. Washington böylece, yeni dönemin “kontrollü çatışma” politikasını izleyecek aygıtı devreye sokmuş oldu. Ancak bu aygıt, yani NATO-Rusya Konseyi, aynı zamanda Moskova’nın NATO içine kama gibi girmesine de olanak vermekte.

SONUÇ

1990-2000 yılları arasında kısmen “dünyanın hakimi” olan ABD, Bush döneminde 2025’ten sonra da bu egemenliği sürdürebilmek için, stratejik hamleler yaptı ama kazanamadı. Üstelik 2000-2008 dönemi Rusya’nın yeniden toparlandığı, Çin’in dünya siyaset sahnesine daha ağırlıklı çıktığı, Hindistan’ın Avrasya ekseninde yükseldiği, Brezilya’nın ABD’nin arka bahçesini değiştirdiği, İran’ın Washington’a kafa tuttuğu bir dönem oldu.

2009’a ağır ekonomik bunalımla giren ABD emperyalist devleti, ilerleyen yıllarda da süper güç olabilmek adına önüne koyduğu Büyük Ortadoğu Projesi’nde ilerleme sağlayabilmek için Obama döneminde taktik değişikliklere gidiyor.

İşte Yeni NATO bu taktik değişikliğin uygulanmasının aracı olarak karşımıza çıkacak/çıkmaya başladı.

Yeni NATO’nun karşısında da günbegün etkinliği artacak olan Şangay İşbirliği Örügütü’nü göreceğiz. Rusya ve Çin’in ABD’ye karşı askeri işbirliği aygıtı olan ŞİÖ, aynı zamanda ABD’nin hedefinde olan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ne de kalkan görevi görüyor.

ABD, son tahlilde dünyanın değişen dengeleri içinde başarı şansına asla sahip değil. 21 yy. ABD’nin gerilemesine ve Avrasya’nın yükselmesine sahne olacak.

Çıkarları ABD ile çelişen Türkiye de, er geç NATO’dan çıkacak ve yükselen Avrasya içindeki yerini alacaktır.

DİPNOTLAR
(1) (The Afghan-Pakistan War: New NATO/ISAF Reporting on Key Trends, Center for Strategic and International Studies, 10 Şubat 2009)
(2) (Barack Obama, Renewing American Leadership, Foreign Affairs, July/August 2007)
(3) (Barack Obama, Renewing American Leadership, Foreign Affairs, July/August 2007)
(4) (Barack Obama, Renewing American Leadership, Foreign Affairs, July/August 2007)
(5) (Barack Obama, Renewing American Leadership, Foreign Affairs, July/August 2007)
(6) (Sami Kohen, Milliyet, 3 Nisan 2009)
(7) (6 Şubat 1999, Yeni Yüzyıl)
(8) (Alliance Reborn: An Atlantic Compact for the 21st Century – The Washington NATO Project, Atlantic Council of the United States, Center for Strategic and International Studies, Center for Technology and National Security Policy NDU, Center for Transatlantic Relations, Johns Hopkins University SAIS, Şubat 2009)
(9) (Deutsche Welle, 3 Nisan 2009)
(10) (Le Monde Diplomatique, Mart 2009, Serge Halimi)
(11) (7 Nisan 2009 tarihli günlük gazeteler)
(12) (Graham Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Timaş Yayınları)
(13) (Alliance Reborn: An Atlantic Compact for the 21st Century – The Washington NATO Project, Atlantic Council of the United States, Center for Strategic and International Studies, Center for Technology and National Security Policy NDU, Center for Transatlantic Relations, Johns Hopkins University SAIS, Şubat 2009)
(14) (Zbigniew Brzezinski-Brent Scowcroft, Amerika ve Dünya, Profil Yayınları)

Yorum bırakın

TAYYİP ERDOĞAN İSRAİL-FİLİSTİN SORUNUNUN NERESİNDE?

Mehmet Ali Güller

Teori Dergisi– Şubat 2009

ABD, Büyük Ortadoğu Projesi’nin yeni aşaması gereği, İsrail’i Filistin halkının üzerine sürdü. Bir hafta boyunca hava harekatıyla hedef gözetmeksizin Gazze’yi füze saldırısı altında tutan İsrail, ardından da kara harekatıyla Filistin topraklarını işgal etti.

Biz yazımızda iki konu üzerinde duracağız. Birincisi, İsrail’in işgalini Hamas’a bağlayanların teorisini çürüteceğiz. İkincisi ve daha önemlisi de, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İsrail-Filistin sorununun aslında neresinde durduğunu göstereceğiz.

ABD-İSRAİL’İN HAMAS YALANLARI

İsrail’in işgaline ABD penceresinden bakan kesimlerin ürettiği tezlerin en başında geleni, “İsrail’in kendisini terörist Hamas’a karşı savunduğu” idi. Bu tezin sözcüleri İsrail’in Filistin’i değil, Hamas’ı hedef aldığını propaganda etmeye çalıştılar. Kullandıkları psikolojik savaş malzemesinin en başta geleni de “ateşkesi Hamas bozdu” ve “Hamas uluslararası hukuka uymuyor” yalanlarıydı.

“İSRAİL KENDİNİ SAVUNUYOR” YALANI

Öncelikle, İsrail’in kendini terörist Hamas’a karşı savunmadığını, tam tersine İsrail’in daha Hamas bile yokken, 1947’den beri aşama aşama, topraklarını genişletmek için, saldırı-işgal-katliam siyaseti uyguladığını belirtelim. Bunun en önemli kanıtı 60 yılın sonunda gelinen durumu gösteren aşağıdaki haritalardır:

İsrail bu genişleme siyasetini 60 yıldır kanla uyguluyor. Haritalarda da görüldüğü gibi, İsrail yerleşim bölgeleriyle, Filistin yerleşim bölgeleri oranı, 60 yılda birbirinin tam tersi duruma gelmiştir.

Daha Hamas diye bir örgüt bile yokken, İsrail bu işgalleri, bu katliamları defalarca yapmıştır.

Hamas iktidarından önce İsrail Filistin’e saldırmıyor muydu? Hamas’ın değil, El Fetih’in lideri olan Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat’ı Ramallah’ta abluka altına alan ve zehirleyen İsrail değil miydi?

“HAMAS ATEŞKES’E UYMUYOR” YALANI

Ateşkes’i bozan Hamas değil İsrail’dir! İsrail, 4 Kasım’da yaptığı sınır saldırısında 6 Hamas militanını öldürerek, ateşkesi bozan taraf olmuştur!

Kaldı ki, İsrail İç İstihbarat Örgütü Shin-Bet’in 23 Aralık’ta İsrail kabinesine verdiği bilgiye göre Hamas her şeye rağmen ateşkesin uzatılmasını istedi. Ama Ateşkes anlaşmasında olan ve İsrail’in uymadığı iki konuda ısrarcı oldu Hamas. Nedir anlaşmada olan ama İsrail’in uymadığı bu iki madde? Ambargonun kaldırılması ve ateşkesin Batı Şeria’da da uygulanması. Böylesi bir gerçeği atlayan “bir kısım medya”, “İsrail’in sivilleri öldürmesini kınıyoruz ama Hamas da ateşkese uymuyor” yalanıyla okurlarını yönlendirmeye çalıştı günlerce.

İsrail’in yıllarca süren işgalleri boyunca 380 km karelik alana sıkışıp kalan 1.5 milyon Filistinli’nin yaşadığı Gazze abluka altındaki bir açıkhava hapishanesi durumundadır. İnsanlar ekmek için yer altı tünelleri kullanıyor! Mısır’ın Refah sınır kapısı bile ABD ve İsrail baskısı nedeniyle kapalıydı. Hamas, ateşkes şartları içinde elbette ambargonun kaldırılmasını talep edecekti! Bundan daha doğalı ne olabilir?

İsrail’in ateşkes karşısındaki gerçek tutumunu bir de Amerikalı Musevi akademisyen Prof. Norman Finkelstein’dan dinleyelim. Prof. Finkelstein’a göre İsrail’in son Gazze işgalinin iki temel hedefi var. (Zaman 19 Ocak 2009)

“Birincisi Arap devletleri arasında korku yayarak caydırıcılık gücünü tekrar takviye etmek. Bu İsrail’in stratejik doktrininin temel ilkelerinden biridir. Arap ülkeleri İsrail’in büyük askerî kuvvetinden korkmalı, İsrail’in istediklerini yapmalı ve emirlerine itaat etmelidir.”

“İkinci gaye ise Filistin’in barış ‘hücumunu’ akamete uğratmaktı. Araplarla barışı müzakere etmemek de İsrail’in diğer temel ilkelerinden biridir. İsrail, Araplara her zaman emir vermek ister ama müzakere etmek istemez. Hamas, çok ılımlı bir çizgiye doğru geliyordu. 1967 öncesi sınırlar çerçevesinde barışa ‘evet’ diyebileceğinin kuvvetli sinyallerini göndermeye başlamıştı. Suriye ve Batı Şeria’daki Filistin liderliği de bu yönde işaretler veriyordu. İsrail, milletlerarası camianın son 30 yıldır desteklediği bu barış planına mecbur edilebileceği endişesine kapıldı. Bu tür barışa ABD ya da şöyle diyelim, ABD destekli İsrail itiraz ediyor. Hamas gittikçe ılımlı bir çizgiye doğru ilerliyor, 2008 Haziran’ında kabul edilen ateşkese riayet ederek de güvenilir bir barış ortağı olabileceğinin işaretlerini veriyordu. Yani sözünü tutuyordu. Bu arada İsrail ne yapıyordu? İsrail ateşkesin mühim şartlarından biri olan Gazze tecridinin kaldırılması için hiçbir şey yapmadı. İsrail’in stratejisi Filistinlilerin bu barış ‘hücumunu’ öldürmekti ki İsrail, bunu her zaman yapar. Filistinlileri her zaman tepki vermeye zorlar. Ya Hamas’ı tamamen tahrip etmek istiyor ya da o kadar fazla zarar vererek Hamas’ın ‘biz hiçbir zaman İsrail ile müzakere etmeyiz’ demesini temin etmeye çalışıyor. Bu da tam olarak İsrail’in istediğidir. İsrail hiçbir zaman karşısında ılımlı, makul bir barış muhatabı görmek istemez. Böyle bir muhatap ortaya çıkarsa milletlerarası baskının artacağını çok iyi bilir. Hamas şu an çözümden yana, sözlerini tuttu. Sözlerini tutmayan ve müzakere etmek istemeyen taraf İsrail’dir.”

“HAMAS ULUSLARARASI HUKUKA UYMUYOR” YALANI

Bir de İsrail Dışişleri Bakanı Livni’nin ağzından “Hamas uluslararası hukuka uymuyor” yalanına sarılanlar var. Hangi uluslararası hukuk? 1972’den bu yana BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail aleyhine çıkarılmak istenen 44 tasarıyı ABD veto etmedi mi?

Kara harekatından hemen önce, İsrail’in Gazze’yi işgaline karşı protesto metni yayınlamak isteyen Güvenlik Konseyi’nde yine veto hakkını kullanmadı mı ABD?

İsrail’in 2004’ten beri süren Gazze operasyonlarını sonlandırması için hazırlanan 5 tasarıyı ABD engellemedi mi?

“Hamas uluslararası hukuka uymuyormuş”! Hangi uluslararası hukuk?

ABD uluslararası hukuk içinde mi işgal altında tutuyor Irak’ı?

TAYYİP ERDOĞAN’UN ORTADOĞU MİSYONU

Başbakan Erdoğan, işgal boyunca İsrail karşıtı sözler sarfetti. Gerçi, İsrail’e karşı tek bir somut yaptırım uygulamadı ama her sözü, Filistin için yüreği çarpan vatandaşlarımızın gazını aldı. Peki, durum gerçekte nedir? Tayyip Erdoğan ve de AKP, İsrail-Filistin sorununun neresindedir? Birkaç önemli olguyu hatırlatalım:

KİM İSRAİL, KİM FİLİSTİN DOSTU?

340 AKP milletvekilinin bulunduğu TBMM’nin Türkiye-İsrail Dostluk Grubu üyesi kaç? 361. Evet, tam 361 milletvekilimiz, İsrail-Türkiye Dostluk Grubu’nun üyesi.

Peki kaç milletvekilimiz İsrail-Filistin Dostluk Grubu’nun üyesi? Sadece 61.

İsrail’in Gazze’yi işgali sırasında Türkiye-İsrail Dostluk Grubu’ndan istifalar oldu. Ama şu günler geçsin, göreceksiniz, yine hızla koşup İsrail dostluğuna sarılacaklar!

ERDOĞAN “YAHUDİ CESARET ÖDÜLÜ”NDEN VAZGEÇMEDİ!

İş lafa geldi mi “Müslüman kardeşliğini” ağzında düşürmeyenlerin daha 5 yıl önce, 2004’ün Ocak ayında, ABD’de Amerikan Musevi Komitesi’nden “cesaret ödülü” aldığını unutmayalım! Amerikan Musevi Komitesi, İsrail’e hizmet edenlere verdiği bu ödülü, 2004 yılında ilk defa Yahudi olmayan bir isme, Tayyip Erdoğan’a vermişti!

Sözde, hergün İsrail karşıtı açıklamalar yapan Tayyip Erdoğan, bırakın İsrail’e ciddi bir yaptırım uygulamayı, aldığı bu ödülü bile iade edemedi.

İsrail dostluğuna büyük önem veren AKP’nin, bir yandan “Müslüman kardeşliği” derken diğer yandan da İsrail’le en çok anlaşma imzalayan hükümeti oluşturduğunu da belirtelim.

ERDOĞAN-OLMERT GÖRÜŞMESİ

İsrail’İn Gazze’yi işgalinden hemen önce, Başbakan Erdoğan, İsrail Başbakanı Olmert ile Ankara’da 5 saatlik bir görüşme yaptı. Basına da yansıdığı üzere bu görüşme esnasında İsrail’in Gazze’ye saldıracağı zaten konuşulmuş. Ancak bu 5 saatlik görüşme konusunda kamuoyunun baskısına rağmen, Başbakan Erdoğan herhangi bir ciddi açıklama yapmadı. Erdoğan sadece “Olmert’le görüşmem çarpıtılmasın” dedi.

“ERDOĞAN MAHMUT ABBAS’I SATTI”

İsrail işgalinden sonra Ortadoğu turuna çıkan Başbakan Erdoğan İsrail’le temaslarından bahsederken şöyle bir cümle sarfediyor: “İsrail’in en yetkili ağzı, Filistin lideri Mahmut Abbas’ın tutuklu Hamas milletvekillerinin serbest bırakılmasını istemediğini söyledi”

Olmert’le 5 saatlik görüşmesi hakkında bir açıklama yapmayan Erdoğan, sonraki temasları sırasında ise “bir gizli” bilgiyi ifşa ederek Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ı kendi halkı önünde küçük düşürüyor, uluslararası kamuoyu önünde de zor durumda bırakıyor!

KINAMAK KOLAY, YAPTIRIM NEREDE?

İsrail’in Gazze işgali, öylesine büyük bir nefret topladı ki, “kınamak” hemen her devlet adamı için yapılabilecek en kolay politika oldu. Kaldı ki, İsrail, bu tip işgaller karşısında, kendi kamuoyunu rahatlatmak için “protesto ve kınama” yapan devlet adamlarının durumunu gayet anlayışla karşılıyor!

İsrail’in Gazze’yi işgaline karşı somut beklentiler içinde olan Türk milleti, boşuna bekledi. Erdoğan, değil diplomatik ilişkileri dondurmak, Büyükelçimizi bir süreliğine bile geri çekmedi.

Dünyada sadece dört devlet ciddi yaptırım uyguladı. Chavez’in Venezuela’sı İsrail’le diplomatik ilişkileri kesen ilk ülke oldu. Ardından Bolivya ve Moritanya ile Katar.

BOP EŞBAŞKANLIĞI GÖREVİ

AKP lideri Tayyip Erdoğan’ın İsrail karşıtı görünen çizgisi BOP Eşbaşkanlığı görevi gereğidir. Açıklayalım.

Bir kere İsrail’in Gazze’yi işgali BOP kapsamındadır. İsrail işgale Obama’nın resmi olarak ABD Başkanı olmasından önce başlamış ve yemin töreninden hemen önce de ateşkes istemiştir. Yeri gelmişken dünyaya “küresel lider” olarak empoze edilen Obama’nın “Kudüs, İsrail’in bölünmemiş başkenti olacaktır” sözünü de hatırlatalım.

Tayyip Erdoğan’ı BOP eşbaşkanlığı görevi üzerinden Ortadoğu’da öne çıkartan bir politika izleniyor. Nerede sorun var, Tayyip Erdoğan orada bitiyor! İsrail Lübnan’a saldırıyor. Geri çekiliyor. Boşluğu Erdoğan hükümeti kararıyla Türk Ordusu dolduruyor!

ABD Ortadoğu’da İran etkisini kırmak için, Tayyip Erdoğan’ı öne çıkarıyor. Bölgede İran-Suriye-Hizbullah-Hamas şeklindeki ABD karşıtı hattın önüne Erdoğan-Mısır bloğu yerleştiriliyor. Ahmet Davutoğlu diploması dehası ilan ediliyor, Tayyip Erdoğan da arabuluculuğa soyunduruluyor.

“TÜRK ORDUSU GAZZE’YE” PLANI

Dikkat ediniz, İsrail Gazze işgaline başlar başlamaz AKP’nin yürüttüğü sözde diplomasinin merkezine hemen “Türk Ordusu Gazze’ye” formülü yerleştirildi. Tıpkı Lübnan’da olduğu gibi İsrail’in geri çekildiği boşluğa TSK’yı yerleştirmek istiyorlar.

ABD, Türkiye’ye Gazze’de uluslararası güç oluşturma görevi veriyor, Abdullah Gül-Tayyip Erdoğan-Ali Babacan üçlüsü hemen köşkte toplanıp, ardından da basına şu bilgiyi servis ediyorlar: “Köşk’te gerçekleştirilen toplantıda, öncelikle Gazze’de ‘ateşkes’ sağlanması için Ankara’nın atacağı diplomatik adımlar, ardından da bölgeye bir “gözlemci gücü” yerleştirilmesinin yolları üzerinde duruldu” (Hürriyet 5 Ocak 2009)

Ardından BOP’un İsrail ayağı devreye giriyor ve şu bilgi basına servis ediliyor: “Türk askerinin Gazze’de gözlemci statüsünde görev yapma önerisine İsrail de yakın”. (6 Ocak tarihli tüm dünya gazeteleri)

SONUÇ

ABD, Bush’un yitirilen itibarıyla sekteye uğrayan Büyük Ortadoğu Projesi’ni, Obama’yla sürdürecek. Obama bu yüzden biraz Müslüman, biraz zenci, biraz Hüseyin’dir…

Projenin kilit oyuncusu ise Tayyip Erdoğan’dır. Çünkü kilit ülke Türkiye’nin Başbakanıdır ve bu yüzden de kendisine projenin eşbaşkanlığı görevi verilmiştir.

Türkiye direnirse, ABD BOP’u uygulayamaz.

Türkiye direnirse, Filistin yaşar!

, , ,

Yorum bırakın