Archive for category Odatv Yazıları

İranlı kadınların davası

İran’da kadınların rejimin dinci baskısına başkaldırısı devrimcidir.

İran rejiminin ABD emperyalizmine karşı olması ve ABD emperyalizminin de İran rejimini hedef alan kadınların devrimci eylemine destek veriyor olması, bu eylemin haklılığını gölgelemez. Tersine ABD emperyalizminin ahlaksızlığını, çıkarları için her türlü siyasal pozisyonu alabileceğini gösterir. Unutulmamalı: Irak’ı kışkırtıp silahlandırarak İran’a saldırtan da ABD emperyalizmiydi, savaş uzasın diye İran’a el altından silah satan da!

Şimdiki kadın hareketi, çıkışı bakımından da, talepleri bakımından da, geçmiş yıllarda patlak veren, dış bağlantıları olan, kritik uluslararası meselelerle uğraşırken İran’ı içeriden zayıflatma amacı taşıyan karışıklıklardan farklıdır.  

Başörtüsü problemi, sınıf problemidir

Bu tablo karşısında asıl düşünmesi gereken İran rejimidir. ABD emperyalizmine karşı daha iyi mücadele etmesinin yolu, halk üzerindeki dinci baskıları kaldırmasından ve halkıyla birleşmesinden geçer.

Rejim karakteri nedeniyle bunu yapabilir mi? İran egemen sınıfı içerisinden dinciliği gemleyerek dindar vatandaşın üzerindeki baskıyı hafifletecek bir siyasi akım çıkabilir mi? Ya da halk hareketlerini siyasi bir güce dönüştürebilecek halkçı bir örgütlenme önümüzdeki süreçte olası mı?

Benzer tartışma, 2000’lerinde başında da vardı. Örneğin Tahran Belediye Başkanı Mahmud Ahmedinejad, 2004’teki cumhurbaşkanlığı kampanyası sırasında “kılık kıyafet yönetmelikleri” konusunda daha demokrat bir çizgi izlemişti. TV’de “İnsanların farklı zevkleri var ve hepsine hizmet götürmeliyiz” demişti. Ancak kılık kıyafet baskısının sembolü haline gelecek ahlak polisi niteliğindeki İrşad Devriyesi ise bir yıl sonra onun döneminde resmen kurulmuştu.

Bu örnek bile, İran devlet katındaki güç ilişkilerinin çok boyutluluğunu ortaya koymaktadır.

Devrimci örgüt sorunu

Son tahlilde iş her zaman gelip halka önderlik edebilecek halkçı ve devrimci bir örgütün var olup olmadığına dayanıyor. Bu her yerde böyledir:

Örneğin Mustafa Kemal önce Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerini birleştirerek bir örgüt kurmuş, sonra kurtuluşa soyunabilmiştir.

Örneğin Mısır’da, Süveyş Kanalı işçilerinin eylemleri ile başlayan ve dalga dalga grevlerle yayıldıktan sonra Tahrir Meydanı’na dayanarak Hüsnü Mübarek’i alaşağı edebilen halk hareketi, güçlü bir devrimci örgüt kumanda edemediği için, örgütlü bir kuvvet olan İhvan tarafından çalınabilmiştir. Arkasından bu kez İhvan’a karşı ortaya çıkan halk hareketini de daha örgütlü kuvvet olan ordu çalmıştır.

Örneğin Gezi, milyonların ayağa kalktığı çok büyük bir halk hareketiydi ve o büyüklükteki bir dalgayı yönlendirebilecek çapta ve olgunlukta bir devrimci karargâh olmadığı için adım adım sönümlendi.

Örneğin Kazakistan’da işçilerin grevleri ve haklı eylemleri, emperyalist işbirlikçisi kuvvetler tarafından saptırılarak bir turuncu darbeye çevrilmeye çalışılmıştı.

Özetle, günümüzde ABD her ülkedeki halk hareketine sızmaya ve onu kendi çıkarlarına uygun biçimde yönlendirmeye çalışılır. Bunun önüne geçmenin tek yolu, halk hareketinin antiemperyalist devrimci örgüt tarafından yönetilmesidir. Hareketin başarısı da buna bağlıdır.

Halkın değil devletin sorumluluğu

Emperyalist ABD elbette İran’ın antiemperyalist konumunu zayıflatabilmek için her durumu değerlendirmek ister. Buna, Mahsa Amini’nin ölümü sonrası başlayan başörtüsü karşıtı özgürlük eylemi de dahildir. Ancak ABD bundan yararlanabilir diye bu özgürlük eylemlerine karşı olunamaz.

ABD’nin bundan yararlanma sorunu, baskı altındaki halkın değil İran devletinin sorumluluğundadır. Kuşkusuz farklı bir perspektiften de, halk hareketini devrimci rotada tutma ve dış müdahaleleri engelleme sorumluluğu olan devrimci önderlerin sorunudur.

Sonuç olarak İran’da çözülebilmesi gereken en önemli siyaset denklemi şudur: ABD emperyalizminin İran’ın antiemperyalist konumunu zayıflatacağı bir koz olarak kullanamayacağı şekilde halkın özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükseltebilmek… 

Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
24 Eylül 2022

1 Yorum

Atatürk’ün denizcilere verdiği ödev: MİLGEM

MİLGEM, yani Milli Gemi Projesi beni hem bir Gemi İnşaatı ve Gemi Makineleri Mühendisi olarak, hem de milli güvenlik konularında yazmaya çalışan bir gazeteci-yazar olarak hep ilgilendirmiştir.

MİLGEM Projesi’yle henüz bir mühendis olmadan önce, dahası MİLGEM Projesi’nin ilk gemisi olan TGC Heybeliada’nın inşaatının bile başlamadığı yıllarda, 90’larda tanıştım: Aynı zamanda Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na danışmanlık yapan danışman hocam Prof. Dr. Yücel Odabaşı ile siyasi gelişmeleri tartıştığımız sohbetlerde, konu mutlaka şimdilik sadece fikren var olan MİLGEM’e de gelirdi.

Sonraki yıllarda, gazetecilik yapamadığım mühendislik dönemlerimde, projenin orasına burasına pek çok meslektaşım gibi ben de değdim: Gururla ve heyecanla…

Zira MİLGEM elbette öncelikle bir askeri projeydi ama aynı zamanda biz Gemi Mühendisleri’nin de üzerine titrediği bir hedefti…

İşte bunları da bildiği için, değerli yayıncı dostum Haluk Hepkon son yayımladığı kitabı ayrı bir mutlulukla paylaştı benimle: MİLGEM’in Öyküsü…

‘DIŞARIDAN ALINAN GEMİLERLE DONANMA YAPILMAZ’

Kitap, sıradan biri tarafından değil, bizzat projenin başında bulunan isimlerden biri olan Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Em. Oramiral Özden Örnek tarafından kaleme alınmıştı.

Heyecanla açtığım “MİLGEM’in Öyküsü” kitabı, Mustafa Kemal’in daha 1924 yılında söylediği şu sözle başlıyordu: “Dışarıdan alınan gemilerle donanma yapılmaz.”

Özden Örnek, Atatürk’ün bu sözünü, daha doğrusu biz denizcilere verdiği bu ödevi, “MİLGEM Öyküsü”nün başlangıcı saymıştı çok haklı olarak…

Özden Örnek, hem bu sözü başlangıç alarak, ama hem de MİLGEM öncesindeki GENESİS gibi projeleri ön doğumlar sayarak, aslında bu kitapla bize bir de kısa Deniz Kuvvetleri tarihi yazmış…

Kuşkusuz, MİLGEM’in önce Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na, sonra Genelkurmay Başkanlığı’na, ardından da Savunma Sanayi Müsteşarlığına (dolayısıyla hükümetlere) uzun kabul ettirilebilme süreçlerini de ayrıntılı anlatmış…

Tek başına yıllara yayılan bu kabul ettirebilme boğuşması bile projeyi başlı başına önemli kılıyor…

ABD MİLGEM’E KATEGORİK OLARAK KARŞI!

Uzun uzun kitabı anlatmayacağım, alın okuyun. Çünkü milli arabamız Devrim’in buruk öyküsüne karşın bu kez sonu iyi biten bir belgesel var karşınızda…

Fakat kısa bir itirazda bulunacağım: MİLGEM Projesi, Özden Örnek’in iddia ettiği gibi ABD’nin karşı çıkmadığı bir proje değildir!

Tersine Washington bu projeye de, bizim gibi ülkelerin ulusal savunmalarını geliştirmelerine de kategorik olarak karşıdır. Dahası MİLGEM, yapısal sonuçları bakımından pratikte başta Karadeniz olmak üzere ABD’nin somut çıkarlarının tam karşısındadır!

Kaldı ki, MİLGEM sadece bir savaş gemisi dizayn ve inşa etmek demek değildir. Bu proje sayesinde ulusal savunma sanayimiz son 10 yılda inanılmaz bir atılım gerçekleştirdi. Güdümlü mermiden, faz dizinli radar imalatına kadar pek çok hamlenin önünü açtı.

Dahası, yerli demir-çelik üretimi ile Cumhuriyet devriminin kamucu atılım yıllarının ardından ikinci bir hamle dönemi yarattı.

Atatürk’ün hep vurguladığı “ekonomide bağımsızlık” işte pratikte asıl budur!

O nedenle bu projeye emeği geçenleri, çeliği üreten ve kaynaklayan işçilerden, dizaynı yapan asker-sivil mühendislere ve projeyi yönetenlere ve elbette bu öyküyü bizlere anlatan Özden Örnek’e kadar herkesi bağımsızlık mücadelemize yaptıkları büyük katkı nedeniyle kutluyor, teşekkür ediyorum…

Not: Önümüzdeki günlerde Katılımcı Gemi Mühendisleri olarak Özden Örnek’le MİLGEM’in Öyküsü’nü konuşacağız. Emekli amirallerden askeri ve sivil tersane yöneticilerine, Türk Loydu’ndan Delta Marin gibi MİLGEM dizaynında görev almış firmalara kadar pek çok kesimin de katılacağı bu etkinlikte uzun uzun MİLGEM zaferinin tadını çıkaracağız. Odatv okurlarını da (ve tabi blog okurlarını da) şimdiden davet ediyoruz…

Mehmet Ali Güller
11 Ekim 2016

4 Yorum

IŞİD NASIL DURDURULUR?

49 diplomatımızın rehin alınmasından 16 saat önce Dışişleri Bakanlığı’nı uyarmasıyla dikkat çeken MHP 
milletvekili Sinan Ogan, Irak’ın kuzeyindeki gelişmeler hakkında yoğun çalışmaya ve kamuoyunu 
bilgilendirmeye devam ediyor.

Ancak önceki gün sosyal medyada paylaştığı şu bilgi hem gerçeği yansıtmıyor hem de konuya bakışta 
bir eksen sorunu olduğunu gösteriyor: “Türkmenleri IŞİD zulmünden ABD, Irak hükümeti ve Türkmenlerin 
kendisi kurtarıyor. Peki Türkiye nerede? Yok! Bu utanç AKP hükümetine yeter mi?” (Twitter, 31 
Ağustos 2014)

TÜRKMENLERİ ABD KURTARMIYOR!

Ogan’ın esas itibariyle AKP hükümetinin eksikliğine dikkat çekme niyetli bu mesajı kimi takipçilerinden 
tepki gördü. Bazı sosyal medya kullanıcıları Ogan’a “peşmerge de vardı, onu neden yazmıyorsun” yanıtı 
verdiler.

Haklıydılar; perdenin sadece önüne bakıldığında ABD ve peşmerge Türkmenleri kurtarmıştı!

Peki ya gerçek?

Bakınız IŞİD’in ABD manivelası olduğunu saptamadan yapılacak her analiz sorunlu olacaktır! 
Reagan için Taliban neyse, Bush için Usame Bin Ladin neyse, Obama için IŞİD odur! 
(E. Dışişleri 
Bakanı Hillary Clinton: “IŞİD ABD projesidir”. Senatör Rand Paul: “IŞİD’i biz silahlandırdık”. CIA şefi 
Graham Fuller: “IŞİD’in ana yaratıcısı ABD’dir”.)

AKP karşıtlığı yapabilmek adına ABD_IŞİD ilişkisine göz kapamak ve sadece AKP’nin IŞİD’e lojistik desteği 
üzerinden analizler yapmak esası görmemek olacaktır.

IŞİD ABD için Suriye’de iyi ama Irak’ta kötü olabilir mi? Esad’ı devirme cephesinde yer alan IŞİD, ABD ve 
AKP’nin tam karşısında olabilir mi?

Hep söyledik: IŞİD, ABD’nin BOP Koridoru’nu canlı tutabilme hamlesinin bir aracıdır.

O nedenle Musul’u işgal etmesine ve ABD’nin Irak’taki ikinci büyük silah stoğunu ele geçirmesine izin 
verilmiştir. O nedenle IŞİD’in Musul işgali bahane edilerek Barzani’nin Kerkük’ü işgal etmesi sağlanmıştır. 
O nedenle Irak’ın birliğini temsil eden Maliki devrilebilmiştir ve Maliki’nin izin vermediği Kuzey Irak 
petrollerinin  Türkiye üzerinden satışı yapılabilmiştir.

O nedenle BOP Koridoru’nun önünde engel oluşturan Türkmen bölgeleri IŞİD’in hedefi olmuş ve 
Türkmenler bulundukları yerden dağıtılmıştı.

IŞİD’LE MÜCADELE SINIR DENETİMİYLE BAŞLAR

Tüm bu gerçekleri yok sayarak Türkmenleri ABD’nin kurtardığını sanmak sadece bir yanılsamadır 
ama buradan hareketle ABD’nin IŞİD operasyonlarına destek vermek, siyasi hatadır!

Çünkü IŞİD’in yaratıcısı IŞİD’e panzehir olamaz! ABD, Almanya, İngiltere ve Fransa’nın IŞİD’e karşı 
peşmergeyi silahlandırması da IŞİD’e panzehir olamaz!

Tersine Batı’nın IŞİD’e hava operasyonu yapması da, IŞİD’e karşı peşmergeyi silahlandırması da 
IŞİD üzerinden hedeflenenlere hizmet eder!

IŞİD’in durdurulması gerçekte kolaydır:

1) Türkiye, Suriye ve Irak sınırlarını denetim altına alacak.

2) ABD siyasi ve askeri desteğini, Suudi Arabistan ve Katar da finans desteğini çekecek.

Bu destekler çekildiğinde Bağdat ve Şam IŞİD’i kolayca bitirecektir!

Bunun dışında aranan çözümler çözüm değildir ve ABD’nin yeniden Ortadoğu’ya el atabilmesinin 
gerekçesidir!

MISIR DEVREYE GİRECEK

Ve önemle belirtelim: ABD’nin stratejik savunma içinde yaptığı bu taktik saldırılar nihai sonucu 
değiştirmeyecektir. Çünkü ABD’nin IŞİD üzerinden dizayn etmeye çalıştığı bölgede üç önemli yeni 
gelişme vardır:

1) Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin, Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah Sisi ile Suriye ve 
IŞİD konusunda önemli bir anlaşmaya vardı. Kahire yeni süreçte bu konularda artık öne çıkan 
aktör olacaktır.

2) Kahire’nin Riyad üzerindeki etkisi ve Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un çeşitli temasları 
nedeniyle Suudi Arabistan’ın Suriye konusunda tavır değişikliğine yönelebileceği belirtiliyor.

3) Lübnan’daki Müstakbel Hareketi lideri Saad Hariri’nin, Esad’ı devrime hedefinden vazgeçtiği 
ve Hizbullah’ı silahsızlandırma iddiasını çektiği açıklandı.

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
2 Eylül 2014

1 Yorum

ULUDERE’Yİ DE ERGENEKON’A BAĞLADILAR!

Uludere’de istihbaratı ABD’nin verdiğini Aydınlık ilk günden yazdı, inanmadılar. 4,5 ay sonra Wall Street Journal yazdı, bir kısmı inandı; hatta “biz niye yazmadık” diyerek utandı!

Diğer kısmı hem utanmadı, hem de yalanladı. Üstelik Hükümet’ten önce yalanladı!

Ertesi gün hem Genelkurmay Başkanlığı, hem de Hükümet WSJ’yi yalanladı. Utanmayanlar, bu kez atağa geçip WSJ’nin “neo-çılgın” olduğunu, ABD’nin resmi açıklaması bulunmadığını yazdı.

Sonra Pentagon resmi olarak WSJ’yi Hürriyet’ten doğruladı!

Artık utanmayanların yeni bir manevraya ihtiyaçları vardı…

ULUDERE’DE HEDEF ERDOĞAN – ÖZEL İKİLSİYMİŞ!

Hemen buldular ve “Uludere Ergenekon işidir” diyerek saldırıya geçtiler!

Biri “Uludere olayı zaten başından beri kirli bir ittifakın eseriydi” dedi. Bu kirli işbirliğinin içinde koruculuk sistemi varmış, PKK varmış, Ergenekon sanıkları varmış… Dahası, PKK ile MOSSAD ilişkisini sağlayan Bağıstani’nin kampının bulunduğu bu bölge, tam anlamıyla Ergenekon vadisiymiş!

Zaten Uludere’de 34 yurttaşımız değil, aslında Başbakan Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel hedef alınmış!

Analiz diye operasyon yapanların, kuşkusuz mantık süzgeci çok geçirgendir. Biraz dar olsa, mecburen yazmadan önce kendine sorardı: “Erdoğan – Özel ikilisi hedefse, 4,5 ayda bu meseleyi neden aydınlatmadılar?

PKK’yle müzakere edenler kendileri, yüzde 95 anlaşan kendileri ama PKK’yle derin ilişki kuran TSK! Hadi canım sende…

MURDOCH ŞAKŞAKÇILARININ BÜYÜK KEŞFİ!

Diğeri daha deneyimli, kıdemli ve çaplı olduğundan, meseleye yandan giriyor.

WSJ’nin haberinden kuşkuluymuş. Niye? WSJ’yi 2007’de Rupert Murdoch almış. Murdoch’un WSJ’si ise artık Washington’daki “Neo-çılgın” kadrolarla içli dışlıymış. Ve Murdoch’un WSJ’si Türkiye’ye operasyon yapıyormuş!

Atlantik operasyonlarını çok iyi bilen birinin tüm operasyonlara sessiz kalıp, şimdi “aha operasyon” diye bağırması kuşkusuz başka bir operasyondur!

Yine de biz soralım: Peki, Murdoch Amerika’daki gazetesinden Türkiye’ye böyle bir operasyon yapabiliyorsa, Türkiye’deki gazetesinden daha kolay yapamaz mı?

Peki, daha iki ay önce Murdoch Sabah’ı alsın diye niye yanıp tutuşuyordunuz? Bu alım işi için 6 Mart’ta bir araya gelen Erdoğan – Murdoch ikilisini niye pışpışlıyordunuz?

HEDEF, YENİ ASKERİ YAPILANMAYMIŞ!

Bir diğeri Uludere’nin “yeni askeri yapılanmaya karşı planlanmış, farklı güç merkezleriyle hazırlanmış çok ince bir proje” olduğunu yazmış!

Bunu 4,5 ay sonra ancak “saptayabilmesini” hadi bir kenara koyalım ve soralım: Nedir bu yeni askeri yapılanma?

Kimi başka saptamalarından biliyoruz ki “yeni askeri yapılanma” dediği TSK’ye diz çöktürülmesidir! Yetkilerinin budanması, terörle mücadele edemez hale getirilmesi, subaylarının Silivri’de zindana atılmasıdır vs.

Haliyle “yeni askeri yapılanma” bunlarsa, kuşkusuz Uludere de Ergenekon işi olur!

UTANMAZLAR!

Ne Ergenekon’muş!

Mühimmatını gazeteye sarıp toprağa saklayan, binlerce sayfalık darbe belgesi hazırlayan, darbe CD’lerini ortalıkta unutan, çoğu üyesi emekli olan bu örgüt, üstelik yöneticileri 4-5 yıldır hapiste ama hâlâ Erdoğan’ın 4,5 ayda çözemediği türden profesyonel operasyonlara imza atabiliyor!

Onlar bu yalanları yazarken utanmıyorlar ama biz okurken utanıyoruz!

Ve asıl önemlisi, ABD’nin rolü ortaya çıkınca bu türden yalanlara sarılmalarından utanıyoruz!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
19 Mayıs 2012

, , , ,

Yorum bırakın

BU BİR HUKUK YAZISI DEĞİLDİR

TBMM Başkanı Cemil Çiçek, TV8’de yayımlanan “Erkan Tan ile Başkentten” programında ilginç bir şey söyledi: “Anayasa ilgili görüşleri ‘hukuka aykırıdır’ diye savcılığa vermiyoruz.

Durun, hemen “hukuka aykırı görüşlerle anayasa mı yapılıyor” diye tepki göstermeyin.

TBMM Başkanı Cemil Çiçek, bildiğiniz gibi Meclis’teki dört partiden 12 kişiyi bir komisyonda toplayarak, “Yeni Anayasa” çalışması yapıyor.

Daha doğrusu, bulunduğu makamın meşruiyetini mevcut anayasadan alan Cemil Çiçek, o meşruiyetle başka bir anayasa yapıyor.

Komisyonun ismi de “Anayasa Uzlaştırma Komisyonu.” Peki, bu komisyon hangi hukuki dayanağa göre kurulmuştur?

Yanıt aramayın, Anayasa Uzlaştırma Komisyonu hukuken sakattır.

AKP, HUKUKEN CUMHURİYET KARŞITIDIR

Nitekim ille de “Yeni Anayasa” diyen AKP’nin kendisi de hukuken sakattır.

Çünkü Anayasa Mahkemesi, AKP’nin Cumhuriyet’in ilkesi olan laikliğe karşı odak olduğuna hükmetti. Mahkemenin 11 üyesinden 6’sı, yani çoğunluğu AKP’nin kapatılmasına karar verdi. Ancak değişen yasa nedeniyle 7 oy gerekiyordu. AKP, sadece para cezasına çarptırıldı.

Yani Anayasa Mahkemesi’nin Cumhuriyet karşıtı olduğuna hükmettiği bir parti, Anayasa’yı değiştirmeye çalışmaktadır.

Peki, siz hâlâ hukuk mu diyorsunuz?

ÜÇ İKİDEN ÖNCE GELİYOR

Bir soru daha: Devletin iki numarası olan TBMM Başkanı Cemil Çiçek, kimden talimat alarak Anayasa Uzlaştırma Komisyonu oluşturmaya soyundu? Devletin üç numarasından, yani Başbakan’dan…

Demek ki, hukukta matematiğin tersine üç, ikiden önce gelir.

Peki devletin üç numarası, yani Başbakan Erdoğan’ın hukuktaki yeri nedir?

Siyasi yasaklıydı, parti kurdu, daha doğrusu kurduruldu… Seçimde isminin oy pusulasına yazılması yasaktı, yazıldı. Başbakan olamazdı, ama seçimden sonra başbakan gibi karşılandı Çankaya’da, Genelkurmay’da…

Milletvekili olamamıştı, üç ay sonra CHP desteğiyle yasa değiştirildi, Siirt seçimleri iptal ettirildi, bir AKP milletvekilinin vekilliği düşürüldü, Erdoğan seçime sokuldu, kazandı, önce milletvekili yapıldı, sonra Başbakan…

Vekilliği düşürülen AKP’li de ilk seçimde Siirt’e Belediye Başkanı yapıldı!

BÖLÜNME ANAYASASI

Devletin en ideolojik hukuk metnini oluşturacak komisyonun hikâyesi kısaca böyleydi…

Gelelim komisyona…

Komisyonun üç CHP’li üyesinden Anayasa Profesörü Süheyl Batum, anımsanacağı gibi ilk komisyon toplantısından önce, Anayasa’dan Türk kelimesinin çıkarılacağı mesajını vermişti.

Komisyon’un bir diğer CHP’li üyesi Rıza Türmen ise “masaya kırmızıçizgileri olmadan, önkoşulsuz” oturacaklarını ilan etmişti.

Komisyonun son CHP’li üyesi Atilla Kart ise Batum’un sözlerine “Bu aşamada bu tür açıklamalar sürece zarar verebilir” diyerek tepki göstermişti.

Tepki zamanlamayaymış.

Atilla Kart 23 Aralık akşamı, Ulusal Kanal’daki Ufuk Ötesi programında konuğumdu… Tam dört kez sordum, “Türklük kavramı kalacak mı, çıkacak mı?” diye… Yanıt vermemekte ısrar etti!

HANGİ HUKUK?

“Bulunduğu makamın meşruiyetini mevcut Anayasa’dan alan Cemil Çiçek, o meşruiyetle başka bir anayasa yapıyor” demiştik.

Aslında, AKP, tam 9 yıldır, meşruiyetini Cumhuriyet’ten alarak, yeni bir Cumhuriyet kuruyor!

Ve siz hâlâ “ille de hukuk” mu diyorsunuz?

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
29 Aralık 2011 

, , , ,

Yorum bırakın

PAPAZ ELBİSESİNDE ALEVİCİLİK

Başbakan Erdoğan, Dersim için “devlet adına“ özür diledi. Aynı Erdoğan, PKK ile kendilerinin değil, devletin görüştüğünü savunarak, sadece hükümet olduklarını, devlet olmadıklarını belirtmişti. Ancak devlet olmayan Erdoğan, şimdi devlet adına Dersim için özür diliyor!

Dersim Alevileri için özür dileyen Erdoğan’ın daha dün, “TSK’den ve Yargı’dan Alevileri temizlemek” üzerine inşa ettiği seçim kampanyası unutuldu nasılsa…

Tek başına bu olgu bile meselenin Alevilik ya da insanlık meselesi olmadığını göstermeye yetmeli. Zira hedefleri, Dersim üzerinden Cumhuriyet’e, Atatürk’e ve Devrim’e saldırmaktır.

YA MARAŞ ve SİVAS ALEVİLERİ?

Nitekim Kanlı Pazar, Malatya, Çorum ve Maraş ile Sivas katliamlarının yarattığı iklimde üretilen siyaset geleneğinden gelenlerin, Aleviler konusundaki kesin yargıları belleklerdedir.

Öyle bir düşmanlık zihniyetidir ki bu, sadece Türkiye’nin Alevilerini değil, Suriye’nin Alevilerini bile hedef alır! Ama bu düşmanlık tarihi Sünni – Şii mücadelesinden dolayı değil, Haçlı İrtica’dan dolayıdır.

HAÇLI İRTİCA

Haçlı İrtica ne mi demek? Artık daha da somutlaşmıştır bu kavram. Haçlı İrtica, Yahudilerin Erdoğan’a madalya takması, Hıristiyanların da Abdullah Gül’ü şövalye ilan etmesidir.

Böylece Irak’ta ve Libya’da Batı’nın Müslüman katliamına dolaylı destek imkânı sağlanmış olur, böylece Suriye Müslümanları hem iç savaşla hem de dış müdahale ile tehdit edilir!

ABD’deki Yahudi örgütü, Erdoğan’a cesaret madalyasını Irak saldırısı öncesinde takmıştı. Ki Erdoğan o madalyayı, “one minute” derken de, Mavi Marmara’da 9 yurttaşımız katledilirken de takmakta ısrar etti!

İngiltere Kraliçesi de, Abdullah Gül’ü Suriye’ye saldırı hazırlıklarının arifesinde şövalye ilan etmektedir!

‘KÜÇÜK BEYİN’ BENZETMESİ

Bunların sadece Dersim Alevileri’nden özürleri sahte değildir, yurttaşımıza bakışları da sahtedir! Daha dün “göbeğini kaşıyan adam” benzetmesi nedeniyle Bekir Coşkun’a ve “bidon kafalı” benzetmesi nedeniyle Yılmaz Özdil’e ölçüsüzce saldıranlar, bugün Türkiye’yi ve Türk insanını “küçük beyinli” ilan etmişlerdir.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kendilerinden önceki Türkiye’yi “kaslı kolları, boş bir midesi, küçük beyni ve titrek bir kalbi” olan adama benzetmesinin üzerinde “faşizm korkusundan” dolayı durulmadı.

Coşkun ve Özdil’e sözde halk sevgileri nedeniyle görevli saldıranlar da, Davutoğlu’na “AKP’yi de 2002’de o ‘küçük beyin’ seçti” demedi haliyle!

ERDOĞAN: PAPAZ ELBİSESİ DAHİ GİYERİM

Netice olarak Cumhuriyet’le hesaplaşmanın aracıysa Dersim Alevileri’nin yanında olurlar, yurttaşlarımıza yapılan benzetmelere savaş açarlar! Ancak mesele önlerinin açılmasıysa, Sivas sanıklarına kalkan da olurlar, Hizbullah katillerine yol da verirler, Türkiye’yi “küçük beyin” de ilan ederler, Yahudi madalyası da takarlar, Hıristiyan şövalyesi de olurlar!

Recep Tayyip Erdoğan 1995 yılında şu sözleri boşuna söylememişti: “Bu mücadeleyi iktidara getirme noktasında gerekiyorsa ne yaparım dedim. Papaz elbisesi dahi giyerim. Bu var mı usulün içinde? Var tabii ki.

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
25 Kasım 2011

, , , ,

Yorum bırakın

AKP ÖCALAN’I SERBEST BIRAKACAK

Recep Tayyip Erdoğan kontenjanından AKP Gaziantep Milletvekili olan Şamil Tayyar, yazdığı “Kürt Ergenekonu” kitabıyla gündemde. Ve Tayyar kitap satılsın diye, her gün bir gazetenin birinci sayfasında.

GÖZÜN AYDIN: PKK’Yİ MİT KURMUŞ!

Şamil Tayyar, PKK’yi MİT’in kurduğunu keşfetmiş! 31 Ekim tahrili Star gazetesinde böyle söylüyor. Doğrusu tebrik ediyoruz. Bu konuda Aydınlık’ın hacimli dosyalarını buradan hatırlatacak değiliz. Ancak Tayyar’ın ufkunu geliştirelim: MİT’e de ABD kurdurttu!

Bu keşfi yapan Şamil Tayyar, henüz oturduğu koltuğun anlamını kavrayamadı muhtemelen. Zira oturduğu makam haber yapma makamı değil, hesap sorma makamı. O nedenle bu keşfi yapan milletvekili Tayyar’ın, genel başkanına bağlı olan MİT’ten, PKK’nin kuruluşuna ilişkin bilgi sorması, dahası hesap sorması gerekir!

Biliyorum, mümkün değil diyeceksiniz. Ne de olsa Başbakan’ın özel temsilcisi olan MİT müsteşarı Hakan Fidan, zaten PKK ile pazarlık masasında!

Ancak Tayyar partisinin PKK ile pazarlıkta olduğunu atlayıp, yine PKK ile ilişkisi olduğu yalanını söyleyip, kurulmuş gibi, Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük’e saldırıyor. Bu yalanlardan ötürü Perinçek’e tazminat ödeme rekorları kıran gazetelerin, yine aynı yalanlara sayfa ayırması, görevlerinin gereğidir.

AKP İKTİDARI PKK’YLE PAYLAŞTI

Gelelim ikinci konuya. Şamil Tayyar yine milletvekili olduğunun farkında olmayarak şöyle konuşuyor: “Doğu ve güneydoğuda PKK vesayeti var, özgür düşünce, özgür ifade gelişmiyor. O nedenle orada diğer bölgelerdeki gibi bir uyanış olmuyor. Bu PKK vesayetinin kırılması lazım. Orada entelektüeli, siyasetçisi, aydını da vatandaşlarımız da maalesef özgür değil.”

İktidarın bir üyesi olan Tayyar, sizce de ülkenin bir bölümünde iktidar olmadıklarını itiraf etmiş olmuyor mu? Bu durumda AKP iktidarı PKK ile paylaşmış olmuyor mu? Daha da beteri, ülke paylaşılmış olmuyor mu?

PKK SİYASALLAŞACAK, ÖCALAN SERBEST KALACAK

Nitekim Şamil Tayyar, Öcalan’ı da zaman içinde serbest bırakacaklarını söylüyor: “Ben Abdullah Öcalan’ın kaderini PKK’nin belirleyeceğini düşünüyorum. Eğer PKK hesaplarını Türkiye’ye kan ve şiddet üzerinden ciro etmeye devam ederse Abdullah Öcalan oradan asla çıkamaz. Ama PKK tarihin akış yönünü iyi okur, iyi değerlendirir, barış sürecine katkıda bulunmak, silah bırakmak ve siyasallaşmak isterse ben buna zemin oluşturulacağını düşünüyorum. Oluşacak barış havasının Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki durumunu biraz daha netleştireceğini düşünüyorum. (…) Mandela 28 yıl hapishanede kaldı. Hayatı boyunca ırkçılığın çözümüyle ilgili talepleri kendi şahsına endekslemedi. Ama sorun çözüldüğünde o da dışarıdaydı. Eğer sorun çözülür, kan akmazsa o günün toplumsal şartları Türkiye’yi bu konuda bir yere taşır.”

Ülkenin bir bölümünün PKK kontrolünde olduğunu söyleyen bir AKP milletvekili, PKK’nin siyasallaşmasıyla, Öcalan’ın da serbest kalacağını söyleyebiliyor!

Kısmetse önce Diyarbakır’dan birinci sıra milletvekili yaparsınız! Sonra da…

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
2 Kasım 2011 

, , , , ,

1 Yorum

İTTİHATÇILARA SARILAN CUMHURİYET KARŞITLARI

Cumhuriyet’in çok da matah birşey olmadığını anlatabilmek için şu örneği veriyor yandaş:

“Sözgelimi Roma İmparatorluğu en parlak dönemlerinde cumhuriyetti. Roma Senatosu’nun Augustus’a olağanüstü yetkiler bağışlamasıyla Cumhuriyet sona ermiştir. Bizde ise Büyük Millet Meclisi benzer yetkileri bir kişiye verince Cumhuriyet doğmuştur!”

1908 TEMMUZ DEVRİMİNE ÖVGÜ

Yandaş Cumhuriyet karşıtlığında ilk sıraya yerleşebilmek için Roma örneğiyle yetinmiyor; daha düne kadar saldırdığı İttihatçılığa bile sarılıyor:

“1908 Devrimi’nden sonra ‘Osmanlı padişahı’ tamamen sembolik bir unvana dönüştü. Aslında meşrutiyet demek adı konmamış fiili cumhuriyet demektir ve bu ikisinin arasında hiçbir önemli fark yoktur. Dolayısıyla ‘cumhuriyetin ilanı’ da bir devrim falan değildir, mevcut düzenin adının konulmasıdır sadece.”

Oysa yandaş, hemen hergün Ergenekoncuların İttihatçı olduğunu, İttihatçıların da Osmanlı’yı perişan ettiğini, müslümanlara zulmettiğini iddia edip duruyordu köşesinde. Bugün ise sırf Cumhuriyet karşıtlığından İttihatçılara sarılıyor, İttihatçıların 1908 Temmuz Devrimi’ni bile övüyor:

Cumhuriyetin sözgelimi meşrutiyetten ‘daha faziletli’ olduğunu söylemek anlamsızdır. Zaten bizde cumhuriyet adını alan idare meşrutiyet adını taşıyan önceki idareden daha demokratik olmadı. Mesele de budur. Meşrutiyet döneminde savaş yıllarında bile iyi kötü demokratik seçimler yapıldı. Cumhuriyet döneminde 1946’ya kadar gerçek anlamda seçime izin verilmedi. Hangisi daha faziletli?”

ABDÜLHAMİD PADİŞAH DEĞİL BAŞKANMIŞ!

Cumhuriyet karşıtlığında yarışan bir başka yandaş ise İdris Küçükömer ve Kemal Karpat’ı okuyup şu sonucu çıkarmış:

“Türkiye’nin ortaçağı sayılan 1900’lü yıllarda İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş, Sultan Abdülhamid’in 33 yıl düşe kalka yürüttüğü ‘başkanlık sistemi’ yıkılıp, yerine ‘çok partili parlamenter sistem’ ikame edilmiş…

Meğer Abdülhamid padişah değil en gözde, en sivil, en demokratik yönetim olan “Başkanlık sistemi”nin yürütücüsüymüş! Pes!

Bu durumda, pankartlarda Sultan ilan edilen Recep Tayyip Erdoğan’ın, padişahlığını bizzat başkanlık sistemi üzerinden kuracağı mı anlaşılmalı acaba?

ESKİ TAKİYECİLER, YENİ TARİH HIRSIZLARI

Eskinin takiyecileri, şimdinin tarih hırsızları, ellerinde bulundurdukları medya gücünü her türlü yalanı rahatça söylemekte kullanıyorlar. Örneğin yandaş, gayet rahat bir şekilde Milli Kurtuluş Mücadelesi’ni “Osmanlı Mebusan Meclisi”nin başlattığını söyleyebiliyor:

Millî Kurtuluş Mücadelesi’ni başlatan ve 1920 yılında Ankara’ya taşınarak TBMM adını alan ‘Osmanlı Mebusan Meclisi’nin bazı üyeleri, ya parlamento dışında bırakıldı, ya da 150’likler listesinden sürgüne gönderildi.”

DÖRDÜNCÜ DEVRİM ZAMANI

İktidara geldiklerinde Cumhuriyet’e “84 yıllık karanlığa son” diyerek saldırıya geçtiler. Mevzi mevzi ilerleyip, 2007’de Cumhuriyet’i yıktılar. 2012’de yeni anayasa ile başkanlık sistemine geçip, yeni rejimi ilan edecekler!

1876’da 1. Meşrutiyet, 1908’de 2. Meşrutiyet ve 1920’de 3. Devrim’le ilerleyen ama 1945’te kesintiye uğrayan Türkiye’nin milli demokratik devrim süreci 4. Devrim’in arifesindedir!

Yeni Temmuz devimleri, yeni Mayıs ve Ekim devrimleri Türk milletinin zorunlu gündemidir artık!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
1 Kasım 2011

,

Yorum bırakın

İKİ ABD KOMPLOSU

ABD Irak’tan çekilirken, bölgede yeni döneme dair düzenlemeler kotarılıyor. Bir yanda ABD, bölge ülkeleriyle ilişkilerini düzenliyor, bir yanda İran, ABD sonrası dönem için konumunu güçlendirmeye çalışıyor.

ABD ve İran arasında bölgeye dair süren bu çatışmanın kendileri dışında üç temel aktörü daha var; Türkiye, Suudi Arabistan ve İsrail.

Suriye’de Kürt liderlerden Meşal Temmo’nun öldürülmesi ile İran’ın Suudi Arabistan Büyükelçisi Adil El Cübeyr’e suikast düzenleyeceği iddiası, işte bu bölgesel düzenlemeler içindir ve aynı adreslidir.

MEŞAL TEMMO SUİKASTI

Temmo suikastı, Batı’nın kışkırtmalarına destek vermeyen ve Suriye birliği içinde kalmaya özen gösteren Kürtleri, Beşar Esad rejimine karşı ayaklandırabilmek içindi…

Nitekim Suriye Kürt Ulusal Girişimi Başkanı Ömer Osi, suikastın hedefini net tarif etmişti: “Bu, bir fitnedir. Suriyeli Kürtlerle Suriye’nin halkçı, antiemperyalist yönetimini ayırma çabasıdır. Eli kanlı silahlı şebekelerin işlediği bu menfur suikast, 7 aydır haklarını barışçı yollarla almaya çalışan Kürt halkının olgun tavrını hazmedemeyenlerin kışkırtıcılığıdır.”

Temmo suikastının aslında Suriye’yi aşan ve Irak Kürtlerini de kapsayan bir boyutu vardı. İlginçtir, hem Mesud Barzani hem de Celal Talabani, Suriye’deki Esad karşıtı ayaklanmalara Kürtlerin katılmamasını istiyorlardı. İkili, kimi Kürt liderlere Esad’la müzakere etmeleri çağrısında bile bulundu.

Ancak Temmo suikastı sonrası, durum Barzani ve Talabani açısından da değişiklik göstermeye başladı. Zira Barzani, Suriye lideri Beşar Esad’ın geçen günlerde gelen davetini reddetti!

CÜBEYR’E SUİKAST İDDİASI

İran’ın, Suudi Arabistan’ın Washington Büyükelçisi Adil El Cübeyr’e suikast yapacağı iddiasının hiç inandırıcı olmadığı ortada. ABD’nin müttefikleri bile Hollywood senaryolarını aratmayan iddiayı gülünç buldular. Ancak iddia, ABD ve Suudi Arabistan’ın ikili ilişkisini belli ölçüde tamir etti.

Son dönemde Washington ile Riyad hattında önemli kırılmalar yaşanıyordu. Suudi Arabistan’ın Bahreyn’deki halk hareketini bastırmak konusunda ABD direktiflerine uyması ve bu ülkeye asker göndererek muhalefeti ezmesi örneği, tek başına yanıltıcı olur. Çünkü Bahreyn rejiminin ayakta olması, Suudi Arabistan’ın İran’a karşı ülke çıkarlarıyla ilgiliydi…

Gerçekte ise Mübarek rejiminin devrilmesinden bu yana Washington ile Riyad hattında sorunlar var. Suudi Arabistan, ABD’nin Mübarek’in arkasında duramamasından rahatsızlığını açıkça dile getirmişti. Ancak Washington açısından bu bir zorunluluktu; ABD bir süre Mübarek’e destek vermiş ancak ayakta tutamayacağını görünce de “Mübarek’i verip, rejimi kurtarma” çizgisine soyunmuştu.

İşte Cübeyr’e suikast iddiası, Mübarek’in devrilmesiyle başlayan ve ABD’nin Filistin Devleti konusunda veto kartını masaya sürmesine kadar süren bu gerilimi atlatmada, ilaç etkisi gösterdi.

ABD’NİN ÇARESİZLİĞİ

Bu iki gelişmeden, ABD’nin bölgede hâlâ tek belirleyici olduğu sonucu çıkmıyor elbette… Çünkü Washington’un müttefikleriyle ilişkilerini düzenlemek için suikastlara ya da suikast masallarına ihtiyaç duyması bile, ABD’nin tepe taklak gittiğinin, tek başına göstergesidir.

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
28 Ekim 2011 

, , , ,

Yorum bırakın

İDEOLOJİSİZ ANAYASA’DA KİMİN MÜHRÜ VAR?

Başbakan Erdoğan’ın “PKK ile ben görüşmedim, özel temsilcim görüştü. Hükümet görüşmedi, devlet görüştü” şeklindeki tuhaf sözlerinin bir benzerini Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den dinledik.

GÜL’ÜN İDEOLOJİSİZ ANAYASA BEKLENTİSİ

Gül, TBMM’nin 24. dönem 2. yasama yılının açılışında yaptığı konuşmada, “yeni anayasa” beklentisini şöyle tarif etti: “Yeni anayasa hiçbir özel fikrin, partinin, ideolojinin ve doktrinin mührünü taşımamalıdır. Anayasanın taşıması gereken tek mühür, milletimizin mührü olmalıdır.

Erdoğan’ın “devlet görüştü” derken, hükmedemediğini söylemesinde bir mantık varsa da, Gül’ün “ideolojisiz” anayasa beklentisinde zerre mantık yoktur.

İdeoloji kelimesine Türk Dil Kurumu sözlüğünden bakalım: “Siyasal ve toplumsa bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dini, moral, estetik düşünceler bütünü.

Bu en basit tanımdan da görüldüğü gibi ideoloji dışı, ideoloji üstü dahası ideolojisiz bir anayasa mümkün değildir. Hatta anayasa, devletin stratejisi olduğundan, en ideolojik metindir!

Gül’in “ideolojisiz anayasa” istemesinde zerre mantık yoktur dedik ama aslında Gül’ün kendi ideolojisi vardır: Karşı devrimcilik! Ve o ideolojide kavramların içi boşaltılmaktadır…

LAİK OLMAYAN BAŞBAKAN

Erdoğan, anımsayacağınız gibi Kahire’de, Mısır anayasasının laik olması gerektiğini söylemişti. Kuşkusuz Erdoğan, tepki de toplayan bu çıkışını, ABD’nin ihtiyaçları doğrultusunda, “ılımlı İslam”ı dayatmak adına yapmıştı. Erdoğan konuşmasında “Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslüman’ım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım.” demişti.

Oysa Erdoğan’ın “Anayasa’da mührünün taşınması istenilen milletin” kürsüsünden ettiği yemin şöyleydi:

“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant
içerim.”

Peki, bu durumda laik olmayan Erdoğan, laik Cumhuriyete nasıl bağlı kalacaktır?

Nitekim, Anayasa Mahkemesi Erdoğan’ın partisinin “laik Cumhuriyete bağlı” olmadığına, hatta “laiklik karşıtı odak” olduğuna hükmetti 2008’de

Ya yeminde yer alan “anayasaya sadakat” sözü?

Erdoğan ve Gül, ideoloji kelimesini yok saysalar da, demokrasi kelimesini hiç ağızlarından düşürmüyorlar; ABD askerlerinin Irak’ta ölmemesi için duacı olurlarken de bu kelimeye sığınıyorlar, doğalgaza zam yaparlarken de…

Oysa bu konuda arşivlerde duran en dürüst tanımları şudur: “Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince
ineriz.”

ANAYASA’DA ABD MÜHRÜ VAR

Sonuç olarak, laik olmayan Erdoğan-Gül ikilisi, durakta inmiş ve “ideolojisiz” diyerek karşı devrimin anayasasını yapmaktadırlar.

Ve o anayasada milletin mührü değil, AKP ile BDP’nin mühürleri var. Üstelik CHP ve MHP, bu mühre ortak olmaktadırlar.

Türkiye, doğrudan TBMM’den bölünmektedir!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
3 Ekim 2011

, ,

Yorum bırakın

%d blogcu bunu beğendi: