Posts Tagged 12 Haziran Seçimleri

SEÇİM ANALİZİ 2: OYLAR MAĞDURA DEĞİL GÜÇLÜYE GİDER!

İlk seçim analizimizde, Türkiye’yi içine sokacağı zorluklardan hareketle, seçimlerin iki önemli sonucu üzerinde durmuştuk: Dış politika açısından; Erdoğan’ın “Ankara kazandı, Şam kazandı” demesini ve iç politika açısından; AKP-CHP-BDP arasında “Yeni Anayasa” ittifakı oluşturulacağının işaretinin verilmesini incelemiştik.

İkinci seçim analizimizde ise Ergenekon sürecinin ve mağduriyet konusunun seçime nasıl yansıdığını inceleceğiz:

‘ASKER KONUŞURSA, AKP BÜYÜR’ YALANI

Türkiye’de AKP’nin başarısına ve seçimlere yönelik “seçmen mağdura oy verir” diye bir “teori” üretildi…

Bu “teori”nin çok sayıdaki sözcüsüne göre:

2002 seçimlerini AKP almıştı çünkü mağdurdu; Kemalist rejim AKP liderini seçim yasaklısı ilan etmişti, ayrıca türban nedeniyle mağdurlardı… AKP, 28 Şubat oldu diye seçimi kazanmıştı…

Yine bu “teori”nin çok sayıdaki sözcüsüne göre:

2007 seçimlerini AKP almıştı çünkü yine mağdurdu; Kemalist yargı üzerine gidiyordu, asker darbe yapmaya çalışıyordu, askerin darbe istemeyen kanadı bile AKP’yi azarlıyordu, üstelik türban nedeniyle hâlâ mağdurlardı… AKP, 27 Nisan muhtırası verildi diye seçimi kazanmıştı…

CHP işte 12 Haziran 2011 seçimlerine AKP’nin sözde bu mağduriyet kartlarını elinden alarak girdi; türbanı çözdü(!), askeri hizaya getirdi… Diğer yandan AKP yargıyı zaten adım adım kontrol altına alıyordu, orada da mağduriyet kalmıyordu… Peki ya sonuç?

Tüm mağduriyetleri elinden alınan AKP oylarını yüzde 50’ye çıkardı!

Çünkü “seçmen mağdura oy verir” teorisi tam bir yalandı. Seçmen güçlüye, güçlü gözükene, güçlü gözüktürülene oy verirdi. Ki bunu anlamaları için çocukluklarına dönüp, mahallede zayıftan yana değil güçlüden yana durdukları günleri hatırlamaları yeterliydi… Çünkü toplumsal eğitimimiz böyleydi! Hatta bir bölümü, Erdoğan korkusu nedeniyle neleri yazamadığını düşünerek de bu yanlışı görebilirdi… Aslında sadece Erdoğan’ı neden desteklediklerini “samimiyetle” yanıtlayarak da, gerçeğe ulaşabilirlerdi…

Her neyse, biz teorinin yanlışlığı üzerinde duralım…

AKP’Yİ 28 ŞUBAT DEĞİL, ABD İKTİDAR YAPTI

Gelin bu mağduriyet teorisini önce 2002 seçimlerinde çürütelim:

AKP, 28 Şubat oldu diye 2002’de iktidar olmadı, Erdoğan seçim yasaklısı yapıldı diye Başbakan olmadı! Tersine 1997’deki 28 Şubat, 1999’da Ecevit’i iktidar yaptı.

Ki bu teoriye göre 28 Şubat mağduriyeti bir partiyi iktidar yapacaksa, o parti AKP yerine Saadet Partisi olmalıydı; bir lideri Başbakan yapacaksa, o lider Erdoğan yerine Erbakan olmalıydı!

Erdoğan’ı AKP’ye lider yapan, onu daha 1996’da Erbakan’ın yerine hazırlayan ABD’dir. AKP’yi 2002’de Türkiye’de iktidar yapan, Irak’a girmeye hazırlanan ABD silahlı kuvvetleridir!  Erdoğan’ın, seçim yasağını kaldırtmak üzere, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’le görüştürülmesini Pentagon’dan, Wolfowitz’den mektupla istediği; yasaklı Erdoğan’ın, ABD girişimlerinden sonra Cumhurbaşkanlığı’nda ve Genelkurmay Karargâhı’nda başbakan gibi ağırlandığı; Baykal’ın desteğiyle yasa değiştirilip, Siirt seçimlerinin yenilenip, Erdoğan’ın milletvekili seçtirildiği gerçeğinin üzerinden atlanarak “teori” üretilemez!

2007 SEÇİMLERİNİ, AKP’Yİ İNDİR(E)MEYENLER KAYBETTİ

Gelin şimdi de AKP’nin yine mağduriyet nedeniyle 2007 seçimlerini kazandığı yalanını çürütelim:

Önce o günleri anımsayalım: 2007 baharında Türkiye ayakta, milyonlar Cumhuriyet mitinglerinde AKP’yi protesto ediyordu. Türkiye tarihinin bu en büyük halk hareketi, AKP’yi baş aşağı götürüyordu. Dahası, 27 Nisan açıklaması, Cumhuriyet mitinglerinin daha da kitleselleşmesine güç vermişti!

Ancak… Sezer-Baykal ikilisi, halk hareketinin gücünü –belki kendilerini de silip süpüreceği korkusundan- kullanmadı, TBMM’de 367 sandalye cambazlığıyla Cumhuriyet’i koruyacaklarını sandılar! Ardından Dolmabahçe mutabakatı, TSK’nın 27 Nisan’ın arkasında duramaması, Cumhuriyet mitingleri kürsüsüne “ne darbe ne şeriat” anlayışının hâkim kılınması, o mitinglere katılan milyonlara kürsüden “solcular CHP’ye, sağcılar MHP’ye oy versin” denilmesi, AKP’yi kurtardı!

Kısacası AKP, 22 Temmuz 2007 seçimlerine mağdur olarak değil, tersine Cumhuriyet kalesindeki geri çekilmeler nedeniyle güçlenerek, güçlü gözükerek girdi ve yüzde 47 oy aldı!

Öte yandan Eylül’de açıklanacak Anayasa Mahkemesi’nin kapatma davası sonucunun, gizli ellerin devreye girmesiyle –üstelik kapatamama kararıyla- Temmuz sonuna alınması, AKP’yi 30 Ağustos stratejisinde daha da güçlendirdi!

Mağduriyeti değil gücü kullanan AKP de, TSK’ya karşı Ergenekon operasyonunu başlattı! Cumhuriyet kalesi, “hukuk” dedikçe, AKP operasyonun çapını büyüttü; “aman asker konuşmasın, AKP’yi mağdur etmesin” denildikçe, AKP Türk Ordusu’na baskısını artırdı… “Militarizm karşıtlığı” ile “asker karşıtlığını” birbirine geçirerek uygulanan psikolojik savaş, Türkiye’yi esir aldı!

Adım adım operasyonların hangi boyuta geldiği artık ortada!

2010 HALK OYLAMASINI, ŞURA’DA TSK’YA BOYUN EĞDİREN AKP KAZANDI

Ya 12 Eylül 2010 halk oylaması sonucunu ne belirledi? AKP yine mağdur olduğu için mi yüzde 58 oy çıkardı?

Hayır, tersine AKP 30 Ağustos terfilerine müdahale edebildiği için, Yüksek Askeri Şura’da TSK’ya boyun eğdirebildiği için halk oylamasına güçlü girebildi ve kazandı! Buna bir de kuşkusuz CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “genel af” söyleminin MHP saflarında yarattığı çekinceyi ve kaybettirdiği oyları eklememiz gerekiyor…

AKP GÜÇLÜ GÖZÜKTÜKÇE OYUNU ARTIRDI

Gelelim 12 Haziran 2011 seçimlerine…

AKP hangi mağduriyetle girdi bu kez seçimlere? AKP türban mağduru mu, asker mağduru mu?

CHP bu mağduriyetleri güya teker teker almadı mı? İlk seçim analizimizde altını çizmiştik: CHP AKP’nin güya türban ve dini mağduriyetini ortadan kaldırmak için türbanı üniversitelere soktu, “cemaatlere saygılıyız” dedi, “laiklik tehlikede değil” dedi, “tekke ve zaviyelerin kapatılması yanlıştı” dedi… CHP AKP’nin asker mağduriyetini gidermek için 27 Mayıs’ı eleştirdi, 27 Nisan’ı kötüledi, 25. maddayi kaldıracağını ilan etti, profesyonel askerliğe ve bedelli askerliğe evet dedi, askerliği 6 aya indireceklerini taahhüt etti, gençlere staj kabilinde askerlik yapma sözü verdi…

Hepsinden önemlisi CHP askere “sus, sakın konuşma” dedi: CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi, Genelkurmay’ın balyoz davasına ilişkin açıklamasını doğru bulmadıkları ilan etti. Bir ay sonra Harp Akademileri Komutanı Org. Balanlı tutuklandığında ise CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu çıkıp Genelkurmay’a “sakın ola ki herhangi bir tepki vermeyin, kendi kışlanızda oturun” dedi!

İşte AKP’nin hem türban hem de asker mağduriyeti giderilmişti…

Sonuç ne oldu peki?

AKP yüzde 50’ye çıktı!

Çünkü mağduriyeti giderelim derken, aslında AKP güçlendirilmişti.

Arkasına ABD’yi alan AKP, orduya boyun eğdirebilen, generali içeri atabilen, aydını mahkemelerde süründürebilen, yargıyı ele geçirebilen, emekçi hareketini şiddetle bastırabilen, kısacası “güçlü” bir profil sergilemiş oldu… Buna bir de İsrail’e sözde posta koyan bir hükümet görüntüsü eklendiğinde, AKP daha da güçlü bir görüntü sergilemiş oldu.

Kısacası, AKP mağdur olduğu için değil, güçlü gözüktüğü için oy aldı!

Keza BDP de, mağdur olduğu için değil, “güçlü” durduğu için seçimlerde başarı elde etti ve neredeyse milletvekili sayısını iki katına çıkardı. Silahlı siyasetin etkisi ortada… BDP’nin YSK’nın kararı karşısında Türkiye’yi içine soktukları savaş görüntüleri ile YSK’ya kararlarını geri aldırtmaları, seçimlere girerken en büyük kozları oldu! Aynı durum karşısında tam ters tavır takınan ÖDP’nin ise hali ortada…

Not: Üçüncü seçim analizimizde, partileri kurumsal yapıları ve dayandıkları sınıflar ile sosyo-ekonomik tabakalar üzerinden inceleyeceğiz…

Mehmet Ali Güller
14 Haziran 2011

, , , , ,

Yorum bırakın

SEÇİM ANALİZİ -1- SEÇİMİ “AKP-BDP-CHP” İTTİFAKI KAZANDI!

12 Haziran 2011 Genel Seçimleri için pek çok sonuç dile getirilebilir. Ama biz Türkiye’yi içine sokacağı zorluklardan hareketle, bu ilk incelememizde, iki önemli sonuç üzerinde duracağız:

1.) Dış politika açısından; Başbakan Erdoğan “Balkon konuşmasında” yaptığı değerlendirmede “Ankara kazandı, Şam kazandı” dedi.

2.) İç politika açısından; AKP-CHP-BDP arasında “Yeni Anayasa” ittifakı oluşturulacağının işareti verildi.

Açalım:

“ANKARA KAZANDI, ŞAM KAZANDI”

Başbakan Erdoğan, partisinin yüzde 50 oy kazandığı seçimlerden sonra yaptığı geleneksel balkon konuşmasında kurdu bu bağı: “İnanın bugün İstanbul kadar Saraybosna kazanmıştır; İzmir kadar Beyrut kazanmıştır; Ankara kadar Şam kazanmıştır; Diyarbakır kadar Ramallah, Nablus, Cenin, Batı Şeria, Kudüs, Gazze kazanmıştır. Bugün Türkiye kadar Orta Doğu, Kafkasya, Balkanlar, Avrupa kazanmıştır. Bugün, demokrasi kadar, özgürlük kadar, barış, adalet, istikrar kazanmıştır.”

İlk bakışta ilgisiz gibi duran bu denklem, AKP’nin varlık nedeniyle doğrudan ilgilidir. Bu denklem, Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı olmasının gereğidir.

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı aynı zamanda BOP eşbaşkanı olursa, doğal olarak kazandığı seçim nedeniyle Şam da kazanmış olur!

ABD’nin Suriye’yi parçalama planında görev alacak muhalefete Antalya’da evsahipliği yapan bir parti için, seçimleri elbette Şam kazanmış olur! “ABD’nin BOP’u içinde Diyarbakır’ı bir merkez yapacağız” diye 7 yıl önce taahhütte bulunan bir Başbakan için, seçimleri elbette Diyarbakır-Gazze ekseni kazanmış olur! (Diyarbakır ile Gazze’yi eşitlemenin siyaseten Türkiye’yi içine sokacağı sıkıntı, başlı başına bir yazı konusudur).

Kısacası, seçimleri “yüzyıllık hesaplaşma” olarak değerlendiren AKP, seçim başarısını da ABD’nin BOP’unun bir ayağı olan yeni-Osmanlıcılık içinde tanımlamıştır!

“YENİ ANAYASA” İTTİFAKI

Seçimler, üç partili bir TBMM’nin, AKP ne denli yüksek oranda oy alırsa alsın, tek başına anayasa değiştirecek 367 milletvekili sayısına ulaşamayacağı gerçeğini somut olarak gösterdi. AKP açısından TBMM’yi MHP’siz şekillendirmek, bu nedenle çok önemliydi. Seçim süreci boyunca AKP’nin “Kürt Açılımı”nı sanki başka parti yapmış gibi yüksek perdeli milliyetçi bir görüntü verme gayreti, bu hesabın gereğiydi.

Başbakan Erdoğan, “balkon konuşmasında” bunun seçim gereği olduğunu, yeniden eski sözlerine dönerek ortaya koydu!

Erdoğan, yüzde 50 oya rağmen düşen ve 326 olan milletvekili sayısıyla artık yeni Anayasa konusunda doğal müttefiki olan BDP’ye yeniden dönmek durumunda. Seçim sürecinde “Ben olsam Apo’yu asardım” diyen Erdoğan’ın balkon konuşmasında, “kalbini kırdığım herkesten helallik istiyorum” demesine bakalım BDP nasıl tepki verecek?

AKP ve BDP arasındaki doğal “yeni Anayasa” müttefikliği, her iki partinin milletvekili sayısının 361’de kalması nedeniyle sayısal olarak mümkün değil. Ancak sayısal olarak mümkün olsa da CHP’siz, siyaseten yine de mümkün değildir.

Daha önce çok vurguladığımız için kısaca değinelim: CHP, bu ülkenin kurucu partisidir. Onun mazbatası, imzası, onayı olmadan rejim değişikliği yapılması mümkün değildir. AKP’nin gücü üniter yapıyı değiştirmeye yetmez. “Başkanlık Sistemi” gibi, “Federal Anayasa” gibi değişikliler ve “Özerklik” sonrası “federatif bir Türkiye” için CHP onayı şarttır, “İstanbul ve Diyarbakır başkentli Türk-Kürt Federe Devleti” için CHP’nin imzası şarttır.

İşte “yeni CHP” bu gerçeğin bir sonucudur!

Bu bakımdan seçimleri CHP düzleminde de incelememiz gerekmektedir:

CHP KAYBETTİ, YENİ CHP KAZANDI

CHP her ne kadar 2007 Genel Seçimleri’ne göre hem oy oranını hem de milletvekili sayısını artırdıysa da, Kılıçdaroğlu ve yeni ekibinin ortaya koyduğu hedefler bakımından kesinlikle başarısızdır.

Kılıçdaroğlu, bir kısmı CHP’ye yabancı olan yeni ekibiyle birlikte inşa ettiği yeni partinin iktidar olabilmesinin formülünü “2D’ye karşı 2Y” olarak belirlemişti. Kılıçdaroğlu CHP’ye Genel Başkan olduktan sonra yaptığımız analizlerde, bu formülün başarılı olmayacağını ısrarla vurgulamıştık. Güya “yeni CHP” AKP’yi, 2D’ye yani “Din ve Darbe” kartına karşı 2Y ile yani “Yolsuzluk ve Yoksulluk” silahıyla vuracaktı. Kılıçdaroğlu Erdoğan’ın elinden din ve darbe silahını alacaktı!

Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’si bu formüle uygun olarak AKP’nin elinden “din”i almak için Cumhuriyet’i tahrip eden şu tavizleri verdi:

Kılıçdaroğlu 2007 yılından beri gündemde olmayan türban konusunu eline aldı ve üniversitelerde serbest olmasının yolunu açtı. Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin çekincesini geri çektiğini ifade etmesi, YÖK’ün Anayasa Mahkemesi kararlarını hiçe sayarak bir genelge yayımlamasına ve türbanı üniversitelere sokmasına neden oldu. Bunu fırsat bilen çeşitli tarikat ve cemaatler, türbanı ilköğretim okullarına kadar soktu.

Türban kartını bu hamleyle AKP’nin elinden aldığını sanan Kılıçdaroğlu, hemen ardından “cemaatlere saygılıyım” dedi, “laiklik tehlikede değil” beyanatları verdi. Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışı, seçim döneminde cemaat bağlantılı kimi yeni CHP’lilerce “tekke ve zaviyelerin kapatılması yanlıştı” gibi Kemalist Devrim’e en sert yönelen hamlelere dönüştü.

AKP’nin sözde “din” kartına darbe vuran CHP, ardından “darbe” konusuna yöneldi. 27 Mayıs’ın yanlış olduğunu söyleyerek bu alandaki açılımlarına soyunan Kılıçdaroğlu, CHP’nin 2007 yılında desteklediği 27 Nisan’ı da eleştirdi. (Öyle ki, Başbakan Erdoğan bile bunu fırsata çevirip seçim döneminde “27 Nisan muhtıra değildi” açıklaması yaptı). Yetinmeyen Kılıçdaroğlu 35. maddeyi kaldıracaklarını, profesyonel askerliğe geçeceklerini, bedelli askerlik getireceklerini, askerliği 6 aya indireceklerini, üniversite öğrencilerine yazları staj kabilinde askerlik yaptıracaklarını söyledi… Önüne AKP’nin “darbe karşıtlığı” kartını almayı hedef koyan yeni CHP, bu açılımlarla militarizm karşıtı bir parti yerine asker karşıtı bir partiye dönüşmüş oldu. Bunu seçime tahvil etmeye soyunan AKP de, taktik olarak, CHP’ye karşı TSK savunuculuğuna soyundu. (İlginçtir, askeri her konuya itiraz eden Kılıçdaroğlu, TSK’nın Libya’ya gönderilmesine ise TBMM’de açık destek verdi).

Bu iki açılımın kısmen sınanacağı ilk çarpışma 12 Eylül halk oylamasıydı. Ancak orada da Kılçdaroğlugenel afdiyerek “hayır” cephesinde yer alan MHP seçmenlerini kaybetti.

12 Haziran Genel Seçim süreci ise “yeni CHP”nin misyonunu daha da somut ortaya koymasına dönüştü: Dersim’i tartışmaya açarak seçim sürecini başlatan ve AKP’ye İnönü üzerinden Cumhuriyet’e saldırma imkânı sunan yeni CHP, son adım olarak da “özerklik” dedi!

CHP’nin, dış ve iç cephede yaratılan rüzgâra rağmen “anlamlı oy artışı” sağlayamaması, işte değişim yerine dönüşüm hatta başkalaşım yaşamasının sonucudur!

Not: Bir sonraki seçim analizimizde, Ergenekon sürecinin ve mağduriyet meselesinin seçimlere etkisini işleyeceğiz…

Mehmet Ali Güller
13 Haziran 2011

, , ,

Yorum bırakın

YARGITAY NASIL ELE GEÇİRİLDİ?

YARGITAY NASIL ELE GEÇİRİLDİ?

AKP 12 Eylül referandumunu “10” seçim öneminde sayıyor, 12 Haziran genel seçimini de “20” referandum öneminde100 yıllık İttihatçı rejimle son hesaplaşma olarak görüp, yazan çizenler bile var; tıpkı 2004 yerel seçimlerinde, “84 yıllık karanlığa son” dedikleri gibi…

Artık açık ve netler: Cumhuriyet’le hesaplaşıyorlar; Cumhuriyet’in kurumlarını yönetmek için değil, parçalamak için ele geçiriyorlar!

Bir darbe de Yargıtay’a vurdular!

Anımsayalım:

İLK HEDEF HSYK

Yargı uzun süre, iş yükünün ağırlığı nedeniyle ek daire talep etti. Yürütmenin umurunda olmadı. Ki yürütme yargıyı önünde engel olarak gördüğünü zaten söyleyip duruyordu… Yargıtay’a ek daireler için şartlar henüz oluşmamıştı. Daire şimdi oluşturulsa, oraya yürütmenin “baş belası” HSYK üye belirleyecekti. (Zaten HSYK’nın diğer görevlerde de atama yapmaması için, kurul başkanı bir süredir toplantılara katılmıyordu!) Bu, iş yükü pahasına kabul edilemezdi.

Derken ajandadan “anayasa değişiklik paketi” çıkarıldı ve “yetmez ama evetçi”lerin de desteğiyle, paket 12 Eylül referandumunda geçti. Paketin en önemli unsuru HSYK’nın genişletilmesiydi. Evet, artık şartlar oluşmuştu!

Adalet Bakanlığı’nın “desteklediği” liste, yeni HSYK’yı oluşturdu. Kimi hâkimlerin “Adalet Bakanlığı eşeği aday gösterse oy veririm” dediği medyaya da yansıdı. Sıra Yargıtay’daydı artık.

YARGITAY’A 160 YENİ ÜYE

İş yüküne bağlı zaman aşımından dolayı Hizbullah üyelerinin serbest bırakılmasının kamuoyunda yarattığı rahatsızlığı değerlendiren yürütme, aradığı fırsatı bulmuştu: Ek daireler ve Yargıtay’a yeni 160 üye seçildi… Elbette Adalet Bakanlığı’nın seçtiği yeni HSYK üyeleri, Yargıtay’a da istenilen üyeleri seçmişti!

Ve geldik bugüne…

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker 1 Haziran’da emekli oldu. Yerine aday olanlar arasında, sadece 11 ay sonra yaş haddinden emekli olacak 6. Hukuk Dairesi Başkanı Nazım Kaynak da vardı.

Ve Kaynak, 2 Haziran günü, yeni HSYK’nın seçtiği 160 yeni üyenin firesiz blok oyunu da alarak 197 oyla, hem de ilk turda Yargıtay Başkanı seçildi!

Kaynak’a ilk kutlama Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’tan geldi: “Benim güzel arkadaşım. Pırıl pırıl bir Anadolu delikanlısı. Çok şükür birinci turda seçildi” dedi.

AKP’NİN ASIL HAMLESİ 11 AY SONRA

Ancak AKP’nin asıl hamlesi 11 ay sonra, yani Nazım Kaynak zorunlu emekliye ayrıldığında olacak. Yani Nazım Kaynak da, tıpkı “yetmez ama evetçi”ler gibi, tıpkı YARSAV’ın karşısına “demokrat yargı” diye çıkanlar gibi, “değerlendirilip” bir köşeye bırakıldığında olacak!

Böylece AKP, önündeki bir engelden daha kurtulmuş olacak!

12 Haziran seçimleri, bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği için kritik öneme sahiptir. AKP’nin yeni hedefleri olan “federatif anayasa” ve “başkanlık sistemi”ne direnecek bir ekibi TBMM’ye sokmak, ülkenin geleceğini belirleyecektir!

Cumhuriyet, Cumhuriyet Güçbirliği ile savunulacaktır! TBMM’ye giren Güçbirliği, CHP’yi de MHP’yi de Türkiye Cumhuriyeti’nde ve vatan savunmasında birleştirecektir!

Mehmet Ali Güller
3 Haziran 2011

, , , , ,

Yorum bırakın

ARINÇ’IN DİYARBAKIR GEZİSİ NEREDEN ÇIKTI?

AKP’nin Bursa’dan milletvekili adayı gösterdiği, Manisa Milletvekili Bülent Arınç Diyarbakır’ı ziyaret etti. Peki, Arınç’ın “Kürt sorunu vardır” söyleminin öne çıkarıldığı Diyarbakır gezisi nereden çıktı?

Öncelikle şu olguları saptayalım:

AKP, 12 Haziran 2011 sonrası için planlanan “sistem” için, yani anayasası değiştirilmiş, idari yapısı değiştirilmiş yeni bir Türkiye için, öncelikle 330’dan fazla milletvekili çıkarmaya ihtiyaç duyuyor. Bunun tek yolu var: TBMM’nin iki parti ve BDP’nin bağımsızlarından oluşması. Çünkü AKP, oy oranı düşse bile, iki partili bir TBMM’de anayasa değiştirecek sandalye sayısına ulaşacaktır.

MHP’YE F-AKP OPERASYONU

İşte AKP, TBMM’nin üçüncü partisi olan MHP’yi bu nedenle Meclis dışı bırakmaya gayret ediyor. Bunun iki yolla yürütüldüğünü görüyoruz:

Birincisi F Tipi operasyonla uygulanan psikolojik savaştır: Eski ülkücülerin cemaat yayın organlarında her gün boy göstermesi, tıpkı 12 Eylül referandumu öncesinde olduğu gibi bu isimlerin MHP tabanına seslenmesi ve kasetler…

İkincisi AKP operasyonuyla uygulanan seçim propagandasıdır: Başbakan Erdoğan, bu amaçla “seçim açılımı” yürütmeye başladı ve yılbaşından itibaren Ermenistan, Kıbrıs ve Kürt sorunu gibi konularda, seçmen nezdinde “milli” bir görüntü sergilemeye çalıştı.

Bu imaj çalışmasının zirvesi, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimizin bireysel sorunu vardır” demesiydi.

ÖCALAN’IN OLUMLU BULDUĞU İSİM: ARINÇ

1.) İşte Bülent Arınç’ın Diyarbakır gezisi, öncelikle Erdoğan’ın bu sözleriyle ilgilidir.

Çünkü Erdoğan’ın MHP oylarına yönelmek üzere yaptığı bu açıklamayla bir tarafa yatan AKP teknesinin, seçimlere kısa bir süre kala yeniden dengeye oturtulması için, ters istikamete bir parça yatırılması gerekmektedir. Arınç bu nedenle Diyarbakır’a gönderilmiş ve “Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimizin bireysel sorunu vardır” diyen Erdoğan’ın tersine(!) “Kürt sorunu vardır” demiştir!

2.) Peki bu operasyon için neden Bülent Arınç seçilmiştir? Bu sorunun yanıtı da, avukat görüşmelerine yansıyan “demeçlerinde” görüldüğü gibi, Öcalan’ın Bülent Arınç’ı, “AKP’nin içinde Kürt sorununun çözümünden yana olan kanatta” gördüğünü söylemiş olmasıdır.

3.) Arınç’ın öne çıkartılmayan ama Diyarbakır’daki en önemli mesajı ise şöyleydi: “Göreceksiniz 12 Haziran’dan sonra daha güçlü geleceğiz ve bugün bu sorunların çözümü için yaptıklarımızın 10 mislini yapacağız. Halkımız bunu biliyor ve buna güveniyor. Sanıyorum 1 Haziran’da Sayın Başbakanımız geldiğinde bu sorun ve bu sorunun çözümü konusunda herkesi tatmin edecek açıklamalar yapacaktır.”

Arınç bu açıklamasıyla, birincisi, AKP’nin “Kürt Açılımı”nı bitirdiği şeklindeki eleştirilere yanıt vermiş ve bugüne kadar yapılanın 10 mislini yapacaklarını ilan etmiştir. Sırf bu vaat bile “Kürt Açılımı”nın bir Atlantik projesi olduğunun tek başına göstergesidir.

İkincisi, Arınç, Başbakan Erdoğan’ın 1 Haziran’da, Diyarbakır’da “herkesi” tatmin edeceğini ilan etmiştir. Peki, “herkes” kimdir? Tatmin edilmesi planlanan kesimler kimlerdir? AKP PKK’yı da tatmin edecek midir?

Bu sorunun yanıtı ortadadır!

“BÜYÜK PLAN” NASIL BOZULUR?

Başbakan Erdoğan’ın 2004 yılı başında dile getirdiği “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde, Diyarbakır’ı merkez yapma” görevi sürmektedir. 12 Haziran 2011’de oluşturulacak Meclis aritmetiğine göre de, bu merkez yapma süreci ilerletilecektir:

Diyarbakır Kürdistan’ın, İstanbul Türkiye’nin başkenti yapılarak, federal anayasalı, başkanlık sistemiyle idare edilen yeni bir Türkiye, yani “Türk-Kürt Federe Devleti” oluşturulacaktır.

Bu “büyük planın” bozulması için 12 Haziran seçimleri kritik önemdedir. Bu bakımdan CHP dışında MHP ve “Cumhuriyet Güçbirliği Platformu” adaylarının da TBMM’ye girmesi gerekmektedir.

Mehmet Ali Güller
16 Mayıs 2011

, , ,

Yorum bırakın

8 MADDEDE YSK’NIN BDP VETOSUNUN ANALİZİ

Yüksek Seçim Kurulu’nun 12 milletvekili adayını veto etmesi, aynı zamanda BDP’nin AKP’yi, AKP’nin de BDP’yi komplo yapmakla suçlamasına neden oldu. Ancak üç günlük süreç analiz edilirse, aslında her iki partinin de, sonuçları bakımından, Türkiye’ye komplo yaptığı görülecektir!

Gelin sürecin en önemli parametrelerini tek tek ele alalım:

YSK’NIN BDP VETOSU NE ANLAMA GELİYOR?

1..) 2002 seçimlerinde ABD Büyükelçisi’nin talebi doğrultusunda yasaklı Tayyip Erdoğan’ın ismini seçim pusulasına dahil eden, Siirt’te uydurma seçimlere alan açan YSK’nın tarafsızlığı ve pozisyonu zaten soru işaretlidir. YSK’nın bu durumu, süreci kullanmanın zeminini oluşturmuştur.

2..) BDP, bazı milletvekili adaylarının veto edilmesine, ilk dakikadan itibaren “savaşa engel olmayız” şeklinde tepki göstermiştir. Bu tepki en yalın haliyle, Türkiye’yi PKK terörü üzerinden tehdit etmektir!

Nitekim YSK’nın kararından bir saat sonra, Türkiye’nin pek çok kesiminde BDP taraftarları sokağa çıkmış ve türü tipik “kalkışma” olarak nitelendirilecek eylemlere imza atmışlardır. BDP taraftarlarının YSK’nın karına tepkisi, İstanbul gibi şehirlerde dükkânlara, araçlara hatta içinde yolcu taşıyan belediye otobüslerine molotof atmak şeklinde olurken, Diyarbakır gibi BDP’li belediyelerin bulunduğu illerde, belediyenin iş makineleriyle emniyet güçlerine saldırmak biçimine dönüşmüştür.

3..) YSK’nın kararı BDP dışında AKP ve CHP tarafından da ilk dakikadan itibaren kınanmıştır! Hemen tüm siyasi partiler, BDP’nin arkasında saf tutmuşlardır! BDP, YSK’nın vetosuyla birlikte, yapmayı planladığı ve yapabileceği seçim çalışmasından kat be kat fazla etkiye sahip bir olanak bulmuştur.

İKİNCİ HABUR REZALETİ

4..) PKK ve BDP taraftarlarının sokakları zapt etmesi, Türkiye Cumhuriyeti devletini “esir” almıştır. Hükümetin yönettiği devlet, kalkışma karşısında aciz bıraktırılmıştır! Türkiye’ye, üç gün boyunca ikinci Habur rezaleti yaşatılmıştır. YGS’deki şifre skandalını protesto eden gençleri “karşılarına 10 bin genç” sürmekle tehdit eden iktidarın başı, emrindeki kolluk kuvvetlerini gereği gibi kullanmamıştır. Hak arayan işçiye, memura, öğrenciye yetkisi dışında zulmeden kolluk kuvvetleri, iktidarın tavrı nedeniyle BDP taraftarlarına “hoşgörülü” davranmıştır. Kolluk kuvvetleri nadiren “hoşgörü” dışına çıktığında ise her ne hikmetse “Türk – Kürt ayrışmasına” hizmet edecek nitelikte işlere imza atmışlardır; Öldürücü maksatlı ateşli silah kullanmak gibi, ya da Diyarbakır’da olduğu gibi yakaladığı BDP taraftarlarını, sanki karakolmuş gibi AKP Diyarbakır İl Başkanlığı’na sokmak gibi…

Sokakları esir alan bu görüntüler, AKP’den CHP’ye, ılımlı İslamcılardan muhafazakârlara, sosyal demokratlardan liberallere, geniş yelpazede doğrudan ve dolaylı destek görmüştür. Hemen her kesim sokakları esir alan bu kalkışmaları “demokratik hak” olarak değerlendirmiştir.

“Ergenekon” soruşturmasında sağdan sola “hukuk”  çığırtkanlığı yapanlar, yargıya saygı isteyenler, bir yargı kurumu olan YSK’nın –doğru ya da yanlış- kararına değil saygı göstermek, kararı boğmak için sokakları zapt edenlere alkış tutmuşlardır.

11 seçimin 8’inde hapiste olan Doğu Perinçek’in ve Ergenekon soruşturması kapsamında üç yıldır tutuklu yargılanan ama hâlâ suçlarını bilmeyen siyasi parti başkanları ve yöneticilerinin siyasal hakları konusunda en küçük bir “demokratlık” sergilemeyen bu kesimler, terör örgütü üyeliğinden hüküm giymiş BDP’li isimleri ise militanca savunmuş ve TBMM’ye girmelerine kimsenin engel olamayacağını ekranlardan haykırmışlardır!

5..) Üç günlük sürecin en dikkat çeken görüntüsü ise “eli taşlı bölücülerle”, “eli sopalı dincilerin” karşı karşıya geldiği sahneydi! İşte Türkiye bu sahnenin hâkimiyetine hazırlanmaktadır.

Bu sahneyi AKP ve BDP’nin seçim listelerindeki şu olgularla birlikte okumamız gerekmektedir.

GÜNEYDOĞU ADAY LİSTELERİ NASIL OKUNMALI

6..) AKP, Güneydoğu Anadolu’daki mevcut milletvekillerinin yüzde doksanının üzerini çizdi. Kürt Açılımı’nın kilit isimleri olan Dengir Mir Mehmet Fırat, İhsan Arslan, Abdurrahman Kurt gibi isimlerin liste dışı bırakılması dikkat çekicidir. Bu isimlerin yerini BDP-HADEP kökenli Mehmet Metiner ve İslamcı Kürt kimlikli kişiler almıştır. Daha önce AKP’nin aday göstereceği ifade edilen Barzanici Haşim Haşimi’nin ise listede yer almaması ilginçtir.

BDP’nin listesinin en önemli özelliği ise -AKP’nin tersine- Barzanici parti KADEP’in Genel Başkanı Şerafettin Elçi’ye yer vermesiydi. İkinci önemli özellik ise AKP’nin Kürt Açılımı’nı destekleyen Altan Tan’ın listede bulunmasıydı. (HADEP kökenli Mehmet Metiner AKP listesine girerken, Refah Partisi kökenli Altan Tan BDP listesine girdi). Bu ittifaklar dışında ana gövde olarak PKK/BDP’nin üç ana akımın da listede yer alması dikkat çekiciydi.

Son iki genel seçimde bölgede başa baş yarışan iki parti arasındaki ağırlık, şimdi BDP lehinedir. AKP, listesine bakılırsa, sanki bölgede yarıştan çekildiğini en baştan ilan etmiş gibidir. AKP’nin bölge örgütleri de listeleri şaşkınlıkla karşılamıştır. Hatta kimi AKP’liler, bunun bilerek yapıldığını düşünmektedirler.

Peki, bölgede BDP’nin yeni rakibi kim olacaktır? CHP mi?

Kemal Kılıçdaroğlu’nun bölgenin oyuna talip olmak için üye yaptığını söylediği eski Diyarbakır Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu’nu, bölge yerine İstanbul’dan aday göstermesi, CHP’nin bölgede yarışmayacağı şeklinde okunmaktadır.

ERDOĞAN’IN SEÇİM AÇILIMI

Şimdi gelin YSK vetosundan dolayı yaşananlara ve partilerin bölgedeki aday listelerine, sondan başa giderek, şu üçüncü grup olguları da ekleyelim:

7..) Başbakan Erdoğan, “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımızın bireysel sorunu vardır” diyerek, “Kürt Açılımı”nın Kürtlerin anladığı şekliyle bittiğini ilan etmiştir. (Kürt Açılımı, Kuzey Irak üzerinden bir ABD projesi olarak devam ediyor). Türk sözcüğünü kullanmaktan imtina eden Erdoğan, son dönemde “tek devlet, tek millet, tek bayrak” çizgisine soyunmuştur.

“İyi ki bunlarla savaşa girmemişiz” diyecek kadar TSK karşıtı bir çizgi izleyen AKP, CHP’den TSK’ya gelen salvoları fırsat bilip, TSK avukatlığına soyunmuştur. Hatta “kâğıttan kaplan” benzetmesi yaptı diye CHP Genel Başkan Yardımcısı Süheyl Batum hakkında suç duyurusunda bulunmuştur. (Ama AKP gerçekte TSK’yı etkisizleştirme politikasını sürdürmektedir).

Başbakan Erdoğan, seçim startını Avrupa Konseyi toplantısında, Strazburg’da vermiştir. Erdoğan’ın konuşması, holding ve yandaş medya tarafından aynı kulaklıkla dinlenmiş ve Erdoğan’ın Avrupa’ya rest çektiği, fırça kaydığı şeklinde okura sunulmuştur. Oysa konuşmanın satır araları vahimdir. Daha önce Papa heykeli altında AB anayasasını imzalayan Tayyip Erdoğan, işi Haçlı seferlerini övmeye kadar götürmüştür: “Haçlı Seferleri, iki kültürün, iki medeniyetin, iki dinin karşı karşıya gelmesinden ziyade, birbirini tanıması, birbirini anlaması ve birbirinden etkilenmesi sonucunu da doğurmuştur. Bilimde, sanatta, mimaride, dilde, musikide, günlük yaşam alışkanlıklarında, hatta yeme-içme kültürlerinin transferinde Haçlı Seferleri son derece etkili olmuştur. Bugün, Batı medeniyetinin temellerinde de Doğu medeniyetinin temellerinde de bu karşılaşmanın etkisini hiç kimse inkâr edemez”.

Bugüne kadar “ver kurtul” politikası izleyen AKP ve Başbakan Erdoğan, seçim sürecine girilince “Kıbrıs’ta stratejik ilgilerinin olduğunu” ilan etmiştir. (Ancak ABD ve AB ile en temel konuda, yani Türk Ordusu’nun adada işgalci olduğu iddiasında müttefik olmayı sürdürmektedirler. Erdoğan, Papandreu’nun Erzurum’da yaptığı bu suçlamayı yanıtsız bırakmıştır).

AKP’li belediye tarafından, Ermeni Açılımı’nın bir sembolü olarak dikilen “İnsanlık Anıtı”, bölgede güçlenen MHP’nin etkisini kırmak üzere, ansızın “ucube”ye dönüşmüş ve yıkılma aşamasına gelinmiştir!

Seçim sürecine girildiğinde ortaya çıkan bu sözde politikaların en önemli hedefi, AKP’yi MHP ve CHP karşısında güçlendirmektir. MHP’nin baraj altında kalması, AKP’nin anayasa değiştirecek sandalyeye kavuşmasının anahtarıdır.

HEDEF: TÜRK-KÜRT FEDERE DEVLETİ

8..) Ancak BOP Eşbaşkanı olan Tayyip Erdoğan’ın temel hedefi AKP’yi “Türklerin” partisi yapmaktır.

Açalım:

12 Haziran seçimleriyle oluşturulan Meclis, artık BDP milletvekili adaylarının da ifade ettiği gibi “kurucu Meclis” işlevi görecektir. Yani, 1923 Cumhuriyeti yıkılacak ve yerine yenisi yani “Türk – Kürt Federe Devleti” ilan edilecektir. AKP’nin “yeni anayasa” ve “başkanlık sistemi” ısrarı Atlantik merkezli bu projenin gereğidir. ABD’nin Büyük Ortaoğu Projesi içinde AKP’nin yaptığı yeni-Osmanlıcılık politikasının esası budur.

İşte AKP, federasyonun İstanbul başkentli Türk parçasının, BDP de Diyarbakır başkentli Kürt parçasının temsilcisi olacaktır. “Kurucu Meclis”te kurucular olarak federasyona imza atacaklardır. AKP’nin Güneydoğu Anadolu’yu BDP’ye karşı boşaltması ve ülkenin batısında ulusalcı, milliyetçi oylara yönelmesi bu nedenledir.

Erdoğan’ın 2004 yılında verdiği “BOP içinde Diyarbakır’ı merkez yapma” sözü ile İstanbul’u üç yıldır finans başkenti yapmaya dönük hamleleri işte bu projede birleşmektedir.

Atlantik merkezli bu proje konusunda Abdullah Gül’ün deyimiyle “tarihi fırsat” yakalanmıştır, yani “kurumlar arası işbirliği” sağlanmıştır. TÜSİAD başta olmak üzere işbirlikçi sermayeyle, milli devletin tasfiyesi konusunda uzlaşılmıştır.

Ancak son tahlilde, yıkmak da, kurmak da projelerle değil “silahla” olacaktır!

Her türlü iç savaş senaryosuna, yaratılmak istenen Türk ve Kürt düşmanlığına karşı ülkemizin önemli bir sermayesi vardır:

Türkler ve Kürtler, bin yıllık ortak yaşama dayanan ve 80 yıl önce emperyalizme karşı “kardeşlik formülü” olarak ete kemiğe bürünen birlikteliklerine sıkı sıkıya sarılmayı sürdüreceklerdir! Türk’ü Kürt’e, Kürt’ü Türk’e düşman edecek girişimlere elbirliği ile karşı duracaklardır! Çünkü Kürtsüz Türk’ün ve Türksüz Kürt’ün emperyalizme yem olacağı artık görülmektedir!

Bu nedenle, 12 Haziran seçimleri tarihidir. Nitelik olarak bu sürece karşı çıkabilecek, dur diyecek adayları TBMM’ye sokmak kritik önemdedir.

MEHMET ALİ GÜLLER

, , , ,

Yorum bırakın

TÜRK-KÜRT FEDERE DEVLETİ’NE DOĞRU

Milletvekili adayı olan sinemacı – köşe yazarı Sırrı Süreyya Önder, önceleri reddettiği BDP teklifini, sonra neden kabul ettiğini açıkladı: “Hayatın içinde bir mevzi olarak sinemayla uğraşmanın, köşe yazmanın da Meclis’te olmak kadar önemli yer tuttuğunu düşünüyordum. Ama arkadaşlar önümüzdeki dönemin tarihsel öneme sahip olduğu, neredeyse kurucu Meclis olacağı konusunda beni ikna ettiler”.[1]

Sırrı Süreyya Önder’in ikna olup olmaması değil de, AKP ve BDP’nin “yeni döneme” aynı gözlükten -Atlantik- bakıyor olmaları bizi ilgilendiriyor. İlginçtir, her iki taraf da, “yeni dönem”i benzer şekilde tarif ediyor. Ki bu tarif, ikiliyi aynı taraf yapıyor! (CHP’nin “Yeni CHP”ye dönüştürülmesi gayretleri de Atlantik kaynaklıdır)

KURUCU MECLİS

Kurucu Meclis” lafı önemli… Kurmak eylemi, bir önceki dönemin yıkılması anlamını da taşır!

Artık daha açıklar: AKP ve BDP 1923’te kurulan (aslında 1920) Cumhuriyetin yıkılmasına ve yenisinin kurulmasına işaret ediyorlar.

Biri Türklerin temsilcisi olarak, biri de Kürtlerin temsilcisi olarak yeni devletin tapusuna “kurucu” imzası atmaya hazırlanıyorlar.

Nedir o yeni devlet?  Türk-Kürt Federe Devleti!

ABD’nin 1965 yılında Süleyman Demirel’e getirdiği ama o dönemde reddedilen bu proje yıllar içinde olgunlaştırılarak, son haline getirildi.[2]

AKP’nin dile getirdiği ve yeterli sandalye sayısına ulaştığı takdirde 12 Haziran sonrasında uygulamaya geçireceğini ilan ettiği “yeni anayasa” ve “başkanlık sistemi” kavramları, işte bu yeni döneme ve yeni devlete aittir.

YENİ DÖNEM – YENİ DEVLET

“Türk-Kürt Federe Devleti”nin idari sistemi “Başkanlık” olacaktır. Nitelikli Sanayi Bölgeleri ve Kalkınma Ajansları ile ekonomik altyapısı hazırlanan bu idari yapılanmayla ilgili dile getirilen “eyalet” tartışmalarının, müzakerelerinin geldiği son aşama “demokratik özerklik”tir. (CHP’nin “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”na konulan çekinceleri kaldıracağını ilan etmesi, projenin bütünlük kazanması bakımından anlamlıdır).

“Türk-Kürt Federe Devleti”nin anayasası, AKP’nin hazırladığı (ve TÜSİAD’ın anayasa çalışmasıyla örtüşen) “yeni Anayasa” olacaktır. (Sermayenin en önemli kanadı, milli devletin tasfiyesini kabul etmiştir)

“Türk-Kürt Federe Devleti”nin sosyal yapısı; tarikat ve cemaat üzerine inşa edilecektir. “Kürt Açılımı” ile etnik ayrıştırmaya tabi tutulan yurttaşlarımızın federasyon içindeki tek bağı, dinsel bağ olacaktır!

“Türk-Kürt Federe Devleti”nin ekonomisi; uluslararası tekellerin izin verdiği “eski-yeni” kompradorların koordinatörlüğünde olacaktır. Bu ekonominin odağında Kuzey Irak petrollerinin Batı’ya taşınması bulunacaktır.

“Türk-Kürt Federe Devleti”nin ordusu, Soros’un dile getirdiği “en iyi ihraç malınız, ordunuzdur” sözüne uygun olarak, NATO’nun hizmetinde, cephelerden cephelere sürülecektir.

ABD’nin “ 3 İsrail” (İsrail, büyük Kürdistan, küçültülmüş Türkiye) planına göre dizayn edilmiş bölge, Büyük Ortadoğu Projesi’nin de temelini oluşturacaktır.

CUMHURİYET GÜÇBİRLİĞİ

Sonuç olarak, yeni dönem, ne Türklerin ne de Kürtlerin çıkarlarını esas alacaktır!

Bin yıllık kardeşlik, kendi yatağında kendi çözümünü bir gün mutlaka bulacaktır, ama o sürece kadar çok sancılı bir dönem yaşayacağız…

Türkiye’yi bu sürece savrulmaktan kurtaracak formüler gittikçe azalıyor. Bu formüllerin neden uygulanmadığı, kimlerin hangi gerekçelerle reddettiğini tartışmanın şimdi bir yararı yoktur.

Elde kalan son formüllerden biri, Cumhuriyet Güçbirliği Platformu’nun bağımsız adaylarını TBMM’ye taşımaktır. Platformun adaylarını TBMM’ye taşımak CHP’yi zayıflatmaz; çünkü platform, sınırlı yerden, toplam 31 aday göstermiştir. Dahası, Cumhuriyet Güçbirliği’nin TBMM’de olması, 12 Haziran sonrası için CHP’nin TBMM’de elini güçlendirecektir!


[1] Sırrı Süreyya Önder, “Bana bir avans verin, size nasıl vekillik yapılır göstereyim”, Radikal, 16 Nisan 2011, s:16-17

[2] Projenin tarihsel süreç içindeki yeri için bakınız: Mehmet Ali Güller, “ABD’nin Neo-Osmanlı Projesi: Büyük Kürdistan”, Kaynak Yayınları, Aralık 2010, 2. Baskı

MEHMET ALİ GÜLLER

, ,

1 Yorum

KÜRT MESELESİ AÇISINDAN LİSTELERİN ANALİZİ

12 Haziran seçimlerinin kritik önemi, AKP’nin önüne konulan görevden kaynaklanıyor: AKP’nin yeterli sandalye sayısına ulaşmasının, yeni anayasa, başkanlık sitemi ve federal Türkiye demek olduğu artık sır değil. Durum böyle olunca, “Kürt meselesi” daha da önem kazanıyor. Özellikle AKP, CHP ve BDP’nin bölgedeki milletvekili adaylarının kimler olduğu, bu bakımdan önem kazanıyor.

İnceleyelim:

AKP

Başbakan Erdoğan, mevcut AKP milletvekillerinin yaklaşık yüzde 50’sini listeye almadı. Ancak bu rakam Güneydoğu Anadolu’da yüzde 90’a çıktı. AKP, önceki seçimlerde BDP’yle yarıştığı bölgede, neredeyse listesini baştan aşağı yeniledi.

İsmi Kürt Açılımı ile özdeşleşen Dengir Mir Mehmet Fırat, İhsan Arslan, Abdurrahman Kurt gibi isimlerin aday yapılmaması dikkat çekti. Bu isimlerin yerini “Kürt ve İslamcı” özellikleri öne çıkan Mehmet Metiner gibi isimler aldı. Erdoğan’ın Refah Partisi İl Başkanı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde danışmanı olan Metiner, daha sonra HADEP Genel Başkan Yardımcılığı da yapmıştı.

AKP’nin kesin aday göstereceği konuşulan Haşim Haşimi’nin listede yer almaması da dikkat çekti. Eski bir milletvekili olan Haşimi, bölgede Barzanici olarak anılmaktaydı.

Bölgede ağırlık oluşturmaya çalışan Gülen cemaati mensuplarının, AKP listesinde ne oranda yer aldığı sorusunun yanıtı, önümüzdeki dönem açısından büyük önem kazanıyor.

CHP

12 Eylül halk oylamasında CHP’nin tersine “evet” için çalışan ama buna rağmen Kemal Kılıçdaroğlu tarafından CHP’ye davet edilen eski Diyarbakır Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu, Diyarbakır yerine İstanbul’dan aday gösterildi.

Kılıçdaroğlu’nun niyetinin Diyarbakır’dan milletvekili çıkarmak olmadığı, tersine, Kürt meselesini ona emanet edebilmek için Tanrıkulu’nu seçilmesi garanti olan yerden gösterip, TBMM’ye taşımak istediği anlaşılmaktadır.

Kılıçdaroğlu’nun Tanrıkulu seçimi, bir bakıma CHP’nin bölgedeki AKP – BDP yarışına girmeyeceğini ilan etmesi anlamına geliyor.

BDP

BDP’nin bağımsız listesi bir önceki seçimden farklı olarak daha geniş bir cephe görüntüsü sergiledi. KCK ağırlıklı listede BDP’nin üç ana akımının temsilcileri de yer aldı.

Ancak daha önemlisi BDP’nin rakibi olan KADEP’in Genel Başkanı Şerafettin Elçi’yi de listesine alması oldu. Elçi’nin en önemli özelliği, Barzanici olarak bilinmesidir. Barzanici Haşim Haşimi’nin AKP’den aday olmaması ama Barzanici Şerafettin Elçi’nin BDP listesinden aday olması, yeni dönem açısından dikkat çekiyor.

BDP’nin listesinde yer alan bir diğer önemli isim ise Altan Tan’dı. Kürt Açılımı’nın ilk aşamada yan yana getirdiği Altan Tan ile Mehmet Metiner’in seçimlerde ayrı düşmeleri daha ilk günden büyük kavgaya sahne oldu. Tan ve Metiner, ekrandan birbirlerini MİT’teki dosyaları üzerinden tehdit ettiler!

Diğer yandan BDP, salt bölgede değil, bazı batı illerinden de bağımsız aday gösterdi. BDP’nin bu hamlesi, daha çok kendisine yöneltilen, “bölge partisi, Kürt partisi” şeklindeki suçlamalara yanıt verebilmek niyeti taşıyor.

SONUÇ

ABD’nin Kuzey Irak planının bir sonucu olan AKP’nin Kürt Açılımı, bu aşamada, yan yana olanları karşı karşıya getirdi. Bunun temel nedeni, baş aktörün kim olacağı kavgasıdır. “Barzani mi, PKK mı” esas aktör olacak kavgası, anımsanacağı gibi, kimi zaman AKP’nin bölge için Barzani’den destek istemesine, kimi zaman da Öcalan’ın Gülen cemaatine el uzatmasına neden oluyordu.

ABD’nin “Yeni Türkiye” yani “Türk-Kürt Federe Devleti” sürecinin aktörleri olarak sahneye sürdüğü bu kuvvetler bazen kavga ederek, bazen işbirliği yaparak süreci ilerletmeye çalışacaklar.

Bu bakımdan, 12 Haziran’la ilgili temel soru şudur: ABD mi kazanacak, Türkiye mi kazanacak?

MEHMET ALİ GÜLLER

,

1 Yorum

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın