Archive for category Odatv Yazıları
8 MADDEDE YSK’NIN BDP VETOSUNUN ANALİZİ
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 21/04/2011
Yüksek Seçim Kurulu’nun 12 milletvekili adayını veto etmesi, aynı zamanda BDP’nin AKP’yi, AKP’nin de BDP’yi komplo yapmakla suçlamasına neden oldu. Ancak üç günlük süreç analiz edilirse, aslında her iki partinin de, sonuçları bakımından, Türkiye’ye komplo yaptığı görülecektir!
Gelin sürecin en önemli parametrelerini tek tek ele alalım:
YSK’NIN BDP VETOSU NE ANLAMA GELİYOR?
1..) 2002 seçimlerinde ABD Büyükelçisi’nin talebi doğrultusunda yasaklı Tayyip Erdoğan’ın ismini seçim pusulasına dahil eden, Siirt’te uydurma seçimlere alan açan YSK’nın tarafsızlığı ve pozisyonu zaten soru işaretlidir. YSK’nın bu durumu, süreci kullanmanın zeminini oluşturmuştur.
2..) BDP, bazı milletvekili adaylarının veto edilmesine, ilk dakikadan itibaren “savaşa engel olmayız” şeklinde tepki göstermiştir. Bu tepki en yalın haliyle, Türkiye’yi PKK terörü üzerinden tehdit etmektir!
Nitekim YSK’nın kararından bir saat sonra, Türkiye’nin pek çok kesiminde BDP taraftarları sokağa çıkmış ve türü tipik “kalkışma” olarak nitelendirilecek eylemlere imza atmışlardır. BDP taraftarlarının YSK’nın karına tepkisi, İstanbul gibi şehirlerde dükkânlara, araçlara hatta içinde yolcu taşıyan belediye otobüslerine molotof atmak şeklinde olurken, Diyarbakır gibi BDP’li belediyelerin bulunduğu illerde, belediyenin iş makineleriyle emniyet güçlerine saldırmak biçimine dönüşmüştür.
3..) YSK’nın kararı BDP dışında AKP ve CHP tarafından da ilk dakikadan itibaren kınanmıştır! Hemen tüm siyasi partiler, BDP’nin arkasında saf tutmuşlardır! BDP, YSK’nın vetosuyla birlikte, yapmayı planladığı ve yapabileceği seçim çalışmasından kat be kat fazla etkiye sahip bir olanak bulmuştur.
İKİNCİ HABUR REZALETİ
4..) PKK ve BDP taraftarlarının sokakları zapt etmesi, Türkiye Cumhuriyeti devletini “esir” almıştır. Hükümetin yönettiği devlet, kalkışma karşısında aciz bıraktırılmıştır! Türkiye’ye, üç gün boyunca ikinci Habur rezaleti yaşatılmıştır. YGS’deki şifre skandalını protesto eden gençleri “karşılarına 10 bin genç” sürmekle tehdit eden iktidarın başı, emrindeki kolluk kuvvetlerini gereği gibi kullanmamıştır. Hak arayan işçiye, memura, öğrenciye yetkisi dışında zulmeden kolluk kuvvetleri, iktidarın tavrı nedeniyle BDP taraftarlarına “hoşgörülü” davranmıştır. Kolluk kuvvetleri nadiren “hoşgörü” dışına çıktığında ise her ne hikmetse “Türk – Kürt ayrışmasına” hizmet edecek nitelikte işlere imza atmışlardır; Öldürücü maksatlı ateşli silah kullanmak gibi, ya da Diyarbakır’da olduğu gibi yakaladığı BDP taraftarlarını, sanki karakolmuş gibi AKP Diyarbakır İl Başkanlığı’na sokmak gibi…
Sokakları esir alan bu görüntüler, AKP’den CHP’ye, ılımlı İslamcılardan muhafazakârlara, sosyal demokratlardan liberallere, geniş yelpazede doğrudan ve dolaylı destek görmüştür. Hemen her kesim sokakları esir alan bu kalkışmaları “demokratik hak” olarak değerlendirmiştir.
“Ergenekon” soruşturmasında sağdan sola “hukuk” çığırtkanlığı yapanlar, yargıya saygı isteyenler, bir yargı kurumu olan YSK’nın –doğru ya da yanlış- kararına değil saygı göstermek, kararı boğmak için sokakları zapt edenlere alkış tutmuşlardır.
11 seçimin 8’inde hapiste olan Doğu Perinçek’in ve Ergenekon soruşturması kapsamında üç yıldır tutuklu yargılanan ama hâlâ suçlarını bilmeyen siyasi parti başkanları ve yöneticilerinin siyasal hakları konusunda en küçük bir “demokratlık” sergilemeyen bu kesimler, terör örgütü üyeliğinden hüküm giymiş BDP’li isimleri ise militanca savunmuş ve TBMM’ye girmelerine kimsenin engel olamayacağını ekranlardan haykırmışlardır!
5..) Üç günlük sürecin en dikkat çeken görüntüsü ise “eli taşlı bölücülerle”, “eli sopalı dincilerin” karşı karşıya geldiği sahneydi! İşte Türkiye bu sahnenin hâkimiyetine hazırlanmaktadır.
Bu sahneyi AKP ve BDP’nin seçim listelerindeki şu olgularla birlikte okumamız gerekmektedir.
GÜNEYDOĞU ADAY LİSTELERİ NASIL OKUNMALI
6..) AKP, Güneydoğu Anadolu’daki mevcut milletvekillerinin yüzde doksanının üzerini çizdi. Kürt Açılımı’nın kilit isimleri olan Dengir Mir Mehmet Fırat, İhsan Arslan, Abdurrahman Kurt gibi isimlerin liste dışı bırakılması dikkat çekicidir. Bu isimlerin yerini BDP-HADEP kökenli Mehmet Metiner ve İslamcı Kürt kimlikli kişiler almıştır. Daha önce AKP’nin aday göstereceği ifade edilen Barzanici Haşim Haşimi’nin ise listede yer almaması ilginçtir.
BDP’nin listesinin en önemli özelliği ise -AKP’nin tersine- Barzanici parti KADEP’in Genel Başkanı Şerafettin Elçi’ye yer vermesiydi. İkinci önemli özellik ise AKP’nin Kürt Açılımı’nı destekleyen Altan Tan’ın listede bulunmasıydı. (HADEP kökenli Mehmet Metiner AKP listesine girerken, Refah Partisi kökenli Altan Tan BDP listesine girdi). Bu ittifaklar dışında ana gövde olarak PKK/BDP’nin üç ana akımın da listede yer alması dikkat çekiciydi.
Son iki genel seçimde bölgede başa baş yarışan iki parti arasındaki ağırlık, şimdi BDP lehinedir. AKP, listesine bakılırsa, sanki bölgede yarıştan çekildiğini en baştan ilan etmiş gibidir. AKP’nin bölge örgütleri de listeleri şaşkınlıkla karşılamıştır. Hatta kimi AKP’liler, bunun bilerek yapıldığını düşünmektedirler.
Peki, bölgede BDP’nin yeni rakibi kim olacaktır? CHP mi?
Kemal Kılıçdaroğlu’nun bölgenin oyuna talip olmak için üye yaptığını söylediği eski Diyarbakır Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu’nu, bölge yerine İstanbul’dan aday göstermesi, CHP’nin bölgede yarışmayacağı şeklinde okunmaktadır.
ERDOĞAN’IN SEÇİM AÇILIMI
Şimdi gelin YSK vetosundan dolayı yaşananlara ve partilerin bölgedeki aday listelerine, sondan başa giderek, şu üçüncü grup olguları da ekleyelim:
7..) Başbakan Erdoğan, “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımızın bireysel sorunu vardır” diyerek, “Kürt Açılımı”nın Kürtlerin anladığı şekliyle bittiğini ilan etmiştir. (Kürt Açılımı, Kuzey Irak üzerinden bir ABD projesi olarak devam ediyor). Türk sözcüğünü kullanmaktan imtina eden Erdoğan, son dönemde “tek devlet, tek millet, tek bayrak” çizgisine soyunmuştur.
“İyi ki bunlarla savaşa girmemişiz” diyecek kadar TSK karşıtı bir çizgi izleyen AKP, CHP’den TSK’ya gelen salvoları fırsat bilip, TSK avukatlığına soyunmuştur. Hatta “kâğıttan kaplan” benzetmesi yaptı diye CHP Genel Başkan Yardımcısı Süheyl Batum hakkında suç duyurusunda bulunmuştur. (Ama AKP gerçekte TSK’yı etkisizleştirme politikasını sürdürmektedir).
Başbakan Erdoğan, seçim startını Avrupa Konseyi toplantısında, Strazburg’da vermiştir. Erdoğan’ın konuşması, holding ve yandaş medya tarafından aynı kulaklıkla dinlenmiş ve Erdoğan’ın Avrupa’ya rest çektiği, fırça kaydığı şeklinde okura sunulmuştur. Oysa konuşmanın satır araları vahimdir. Daha önce Papa heykeli altında AB anayasasını imzalayan Tayyip Erdoğan, işi Haçlı seferlerini övmeye kadar götürmüştür: “Haçlı Seferleri, iki kültürün, iki medeniyetin, iki dinin karşı karşıya gelmesinden ziyade, birbirini tanıması, birbirini anlaması ve birbirinden etkilenmesi sonucunu da doğurmuştur. Bilimde, sanatta, mimaride, dilde, musikide, günlük yaşam alışkanlıklarında, hatta yeme-içme kültürlerinin transferinde Haçlı Seferleri son derece etkili olmuştur. Bugün, Batı medeniyetinin temellerinde de Doğu medeniyetinin temellerinde de bu karşılaşmanın etkisini hiç kimse inkâr edemez”.
Bugüne kadar “ver kurtul” politikası izleyen AKP ve Başbakan Erdoğan, seçim sürecine girilince “Kıbrıs’ta stratejik ilgilerinin olduğunu” ilan etmiştir. (Ancak ABD ve AB ile en temel konuda, yani Türk Ordusu’nun adada işgalci olduğu iddiasında müttefik olmayı sürdürmektedirler. Erdoğan, Papandreu’nun Erzurum’da yaptığı bu suçlamayı yanıtsız bırakmıştır).
AKP’li belediye tarafından, Ermeni Açılımı’nın bir sembolü olarak dikilen “İnsanlık Anıtı”, bölgede güçlenen MHP’nin etkisini kırmak üzere, ansızın “ucube”ye dönüşmüş ve yıkılma aşamasına gelinmiştir!
Seçim sürecine girildiğinde ortaya çıkan bu sözde politikaların en önemli hedefi, AKP’yi MHP ve CHP karşısında güçlendirmektir. MHP’nin baraj altında kalması, AKP’nin anayasa değiştirecek sandalyeye kavuşmasının anahtarıdır.
HEDEF: TÜRK-KÜRT FEDERE DEVLETİ
8..) Ancak BOP Eşbaşkanı olan Tayyip Erdoğan’ın temel hedefi AKP’yi “Türklerin” partisi yapmaktır.
Açalım:
12 Haziran seçimleriyle oluşturulan Meclis, artık BDP milletvekili adaylarının da ifade ettiği gibi “kurucu Meclis” işlevi görecektir. Yani, 1923 Cumhuriyeti yıkılacak ve yerine yenisi yani “Türk – Kürt Federe Devleti” ilan edilecektir. AKP’nin “yeni anayasa” ve “başkanlık sistemi” ısrarı Atlantik merkezli bu projenin gereğidir. ABD’nin Büyük Ortaoğu Projesi içinde AKP’nin yaptığı yeni-Osmanlıcılık politikasının esası budur.
İşte AKP, federasyonun İstanbul başkentli Türk parçasının, BDP de Diyarbakır başkentli Kürt parçasının temsilcisi olacaktır. “Kurucu Meclis”te kurucular olarak federasyona imza atacaklardır. AKP’nin Güneydoğu Anadolu’yu BDP’ye karşı boşaltması ve ülkenin batısında ulusalcı, milliyetçi oylara yönelmesi bu nedenledir.
Erdoğan’ın 2004 yılında verdiği “BOP içinde Diyarbakır’ı merkez yapma” sözü ile İstanbul’u üç yıldır finans başkenti yapmaya dönük hamleleri işte bu projede birleşmektedir.
Atlantik merkezli bu proje konusunda Abdullah Gül’ün deyimiyle “tarihi fırsat” yakalanmıştır, yani “kurumlar arası işbirliği” sağlanmıştır. TÜSİAD başta olmak üzere işbirlikçi sermayeyle, milli devletin tasfiyesi konusunda uzlaşılmıştır.
Ancak son tahlilde, yıkmak da, kurmak da projelerle değil “silahla” olacaktır!
Her türlü iç savaş senaryosuna, yaratılmak istenen Türk ve Kürt düşmanlığına karşı ülkemizin önemli bir sermayesi vardır:
Türkler ve Kürtler, bin yıllık ortak yaşama dayanan ve 80 yıl önce emperyalizme karşı “kardeşlik formülü” olarak ete kemiğe bürünen birlikteliklerine sıkı sıkıya sarılmayı sürdüreceklerdir! Türk’ü Kürt’e, Kürt’ü Türk’e düşman edecek girişimlere elbirliği ile karşı duracaklardır! Çünkü Kürtsüz Türk’ün ve Türksüz Kürt’ün emperyalizme yem olacağı artık görülmektedir!
Bu nedenle, 12 Haziran seçimleri tarihidir. Nitelik olarak bu sürece karşı çıkabilecek, dur diyecek adayları TBMM’ye sokmak kritik önemdedir.
MEHMET ALİ GÜLLER
TÜRK-KÜRT FEDERE DEVLETİ’NE DOĞRU
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 17/04/2011
Milletvekili adayı olan sinemacı – köşe yazarı Sırrı Süreyya Önder, önceleri reddettiği BDP teklifini, sonra neden kabul ettiğini açıkladı: “Hayatın içinde bir mevzi olarak sinemayla uğraşmanın, köşe yazmanın da Meclis’te olmak kadar önemli yer tuttuğunu düşünüyordum. Ama arkadaşlar önümüzdeki dönemin tarihsel öneme sahip olduğu, neredeyse kurucu Meclis olacağı konusunda beni ikna ettiler”.[1]
Sırrı Süreyya Önder’in ikna olup olmaması değil de, AKP ve BDP’nin “yeni döneme” aynı gözlükten -Atlantik- bakıyor olmaları bizi ilgilendiriyor. İlginçtir, her iki taraf da, “yeni dönem”i benzer şekilde tarif ediyor. Ki bu tarif, ikiliyi aynı taraf yapıyor! (CHP’nin “Yeni CHP”ye dönüştürülmesi gayretleri de Atlantik kaynaklıdır)
KURUCU MECLİS
“Kurucu Meclis” lafı önemli… Kurmak eylemi, bir önceki dönemin yıkılması anlamını da taşır!
Artık daha açıklar: AKP ve BDP 1923’te kurulan (aslında 1920) Cumhuriyetin yıkılmasına ve yenisinin kurulmasına işaret ediyorlar.
Biri Türklerin temsilcisi olarak, biri de Kürtlerin temsilcisi olarak yeni devletin tapusuna “kurucu” imzası atmaya hazırlanıyorlar.
Nedir o yeni devlet? Türk-Kürt Federe Devleti!
ABD’nin 1965 yılında Süleyman Demirel’e getirdiği ama o dönemde reddedilen bu proje yıllar içinde olgunlaştırılarak, son haline getirildi.[2]
AKP’nin dile getirdiği ve yeterli sandalye sayısına ulaştığı takdirde 12 Haziran sonrasında uygulamaya geçireceğini ilan ettiği “yeni anayasa” ve “başkanlık sistemi” kavramları, işte bu yeni döneme ve yeni devlete aittir.
YENİ DÖNEM – YENİ DEVLET
“Türk-Kürt Federe Devleti”nin idari sistemi “Başkanlık” olacaktır. Nitelikli Sanayi Bölgeleri ve Kalkınma Ajansları ile ekonomik altyapısı hazırlanan bu idari yapılanmayla ilgili dile getirilen “eyalet” tartışmalarının, müzakerelerinin geldiği son aşama “demokratik özerklik”tir. (CHP’nin “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”na konulan çekinceleri kaldıracağını ilan etmesi, projenin bütünlük kazanması bakımından anlamlıdır).
“Türk-Kürt Federe Devleti”nin anayasası, AKP’nin hazırladığı (ve TÜSİAD’ın anayasa çalışmasıyla örtüşen) “yeni Anayasa” olacaktır. (Sermayenin en önemli kanadı, milli devletin tasfiyesini kabul etmiştir)
“Türk-Kürt Federe Devleti”nin sosyal yapısı; tarikat ve cemaat üzerine inşa edilecektir. “Kürt Açılımı” ile etnik ayrıştırmaya tabi tutulan yurttaşlarımızın federasyon içindeki tek bağı, dinsel bağ olacaktır!
“Türk-Kürt Federe Devleti”nin ekonomisi; uluslararası tekellerin izin verdiği “eski-yeni” kompradorların koordinatörlüğünde olacaktır. Bu ekonominin odağında Kuzey Irak petrollerinin Batı’ya taşınması bulunacaktır.
“Türk-Kürt Federe Devleti”nin ordusu, Soros’un dile getirdiği “en iyi ihraç malınız, ordunuzdur” sözüne uygun olarak, NATO’nun hizmetinde, cephelerden cephelere sürülecektir.
ABD’nin “ 3 İsrail” (İsrail, büyük Kürdistan, küçültülmüş Türkiye) planına göre dizayn edilmiş bölge, Büyük Ortadoğu Projesi’nin de temelini oluşturacaktır.
CUMHURİYET GÜÇBİRLİĞİ
Sonuç olarak, yeni dönem, ne Türklerin ne de Kürtlerin çıkarlarını esas alacaktır!
Bin yıllık kardeşlik, kendi yatağında kendi çözümünü bir gün mutlaka bulacaktır, ama o sürece kadar çok sancılı bir dönem yaşayacağız…
Türkiye’yi bu sürece savrulmaktan kurtaracak formüler gittikçe azalıyor. Bu formüllerin neden uygulanmadığı, kimlerin hangi gerekçelerle reddettiğini tartışmanın şimdi bir yararı yoktur.
Elde kalan son formüllerden biri, Cumhuriyet Güçbirliği Platformu’nun bağımsız adaylarını TBMM’ye taşımaktır. Platformun adaylarını TBMM’ye taşımak CHP’yi zayıflatmaz; çünkü platform, sınırlı yerden, toplam 31 aday göstermiştir. Dahası, Cumhuriyet Güçbirliği’nin TBMM’de olması, 12 Haziran sonrası için CHP’nin TBMM’de elini güçlendirecektir!
[1] Sırrı Süreyya Önder, “Bana bir avans verin, size nasıl vekillik yapılır göstereyim”, Radikal, 16 Nisan 2011, s:16-17
[2] Projenin tarihsel süreç içindeki yeri için bakınız: Mehmet Ali Güller, “ABD’nin Neo-Osmanlı Projesi: Büyük Kürdistan”, Kaynak Yayınları, Aralık 2010, 2. Baskı
MEHMET ALİ GÜLLER
KÜRT MESELESİ AÇISINDAN LİSTELERİN ANALİZİ
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 12/04/2011
12 Haziran seçimlerinin kritik önemi, AKP’nin önüne konulan görevden kaynaklanıyor: AKP’nin yeterli sandalye sayısına ulaşmasının, yeni anayasa, başkanlık sitemi ve federal Türkiye demek olduğu artık sır değil. Durum böyle olunca, “Kürt meselesi” daha da önem kazanıyor. Özellikle AKP, CHP ve BDP’nin bölgedeki milletvekili adaylarının kimler olduğu, bu bakımdan önem kazanıyor.
İnceleyelim:
AKP
Başbakan Erdoğan, mevcut AKP milletvekillerinin yaklaşık yüzde 50’sini listeye almadı. Ancak bu rakam Güneydoğu Anadolu’da yüzde 90’a çıktı. AKP, önceki seçimlerde BDP’yle yarıştığı bölgede, neredeyse listesini baştan aşağı yeniledi.
İsmi Kürt Açılımı ile özdeşleşen Dengir Mir Mehmet Fırat, İhsan Arslan, Abdurrahman Kurt gibi isimlerin aday yapılmaması dikkat çekti. Bu isimlerin yerini “Kürt ve İslamcı” özellikleri öne çıkan Mehmet Metiner gibi isimler aldı. Erdoğan’ın Refah Partisi İl Başkanı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde danışmanı olan Metiner, daha sonra HADEP Genel Başkan Yardımcılığı da yapmıştı.
AKP’nin kesin aday göstereceği konuşulan Haşim Haşimi’nin listede yer almaması da dikkat çekti. Eski bir milletvekili olan Haşimi, bölgede Barzanici olarak anılmaktaydı.
Bölgede ağırlık oluşturmaya çalışan Gülen cemaati mensuplarının, AKP listesinde ne oranda yer aldığı sorusunun yanıtı, önümüzdeki dönem açısından büyük önem kazanıyor.
CHP
12 Eylül halk oylamasında CHP’nin tersine “evet” için çalışan ama buna rağmen Kemal Kılıçdaroğlu tarafından CHP’ye davet edilen eski Diyarbakır Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu, Diyarbakır yerine İstanbul’dan aday gösterildi.
Kılıçdaroğlu’nun niyetinin Diyarbakır’dan milletvekili çıkarmak olmadığı, tersine, Kürt meselesini ona emanet edebilmek için Tanrıkulu’nu seçilmesi garanti olan yerden gösterip, TBMM’ye taşımak istediği anlaşılmaktadır.
Kılıçdaroğlu’nun Tanrıkulu seçimi, bir bakıma CHP’nin bölgedeki AKP – BDP yarışına girmeyeceğini ilan etmesi anlamına geliyor.
BDP
BDP’nin bağımsız listesi bir önceki seçimden farklı olarak daha geniş bir cephe görüntüsü sergiledi. KCK ağırlıklı listede BDP’nin üç ana akımının temsilcileri de yer aldı.
Ancak daha önemlisi BDP’nin rakibi olan KADEP’in Genel Başkanı Şerafettin Elçi’yi de listesine alması oldu. Elçi’nin en önemli özelliği, Barzanici olarak bilinmesidir. Barzanici Haşim Haşimi’nin AKP’den aday olmaması ama Barzanici Şerafettin Elçi’nin BDP listesinden aday olması, yeni dönem açısından dikkat çekiyor.
BDP’nin listesinde yer alan bir diğer önemli isim ise Altan Tan’dı. Kürt Açılımı’nın ilk aşamada yan yana getirdiği Altan Tan ile Mehmet Metiner’in seçimlerde ayrı düşmeleri daha ilk günden büyük kavgaya sahne oldu. Tan ve Metiner, ekrandan birbirlerini MİT’teki dosyaları üzerinden tehdit ettiler!
Diğer yandan BDP, salt bölgede değil, bazı batı illerinden de bağımsız aday gösterdi. BDP’nin bu hamlesi, daha çok kendisine yöneltilen, “bölge partisi, Kürt partisi” şeklindeki suçlamalara yanıt verebilmek niyeti taşıyor.
SONUÇ
ABD’nin Kuzey Irak planının bir sonucu olan AKP’nin Kürt Açılımı, bu aşamada, yan yana olanları karşı karşıya getirdi. Bunun temel nedeni, baş aktörün kim olacağı kavgasıdır. “Barzani mi, PKK mı” esas aktör olacak kavgası, anımsanacağı gibi, kimi zaman AKP’nin bölge için Barzani’den destek istemesine, kimi zaman da Öcalan’ın Gülen cemaatine el uzatmasına neden oluyordu.
ABD’nin “Yeni Türkiye” yani “Türk-Kürt Federe Devleti” sürecinin aktörleri olarak sahneye sürdüğü bu kuvvetler bazen kavga ederek, bazen işbirliği yaparak süreci ilerletmeye çalışacaklar.
Bu bakımdan, 12 Haziran’la ilgili temel soru şudur: ABD mi kazanacak, Türkiye mi kazanacak?
MEHMET ALİ GÜLLER
209 YIL ÖNCEKİ İLK ABD-LİBYA SAVAŞI
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 11/04/2011
Emperyalist ABD’nin Fransa ve İngiltere ile birlikte başlattığı, sonrasında Türkiye’nin desteğiyle NATO saldırısına dönüştürdüğü ve kimi Arap ülkelerinin de katıldığı Libya saldırısı, tarihe mutlaka Batı’nın kara bir sayfası olarak geçecektir.
Peki, ABD’nin kendi karasuları dışında yürüttüğü ilk askeri müdahalesinin de yine Libya’ya olduğunu biliyor muydunuz? Evet, bundan tam 209 yıl önce ABD ile Trablusgarp (Libya) arasında bir savaş oldu. 1802’de deniz savaşı olarak başlayan ve sonrasında kara savaşına dönüşen ABD’nin saldırısı, 1805 yılında imzalanan bir antlaşmayla sonuçlandı.
Gelin önce savaşın hemen öncesindeki yıllara dönelim ve bugünün Kuzey Afrika’sını inceleyelim.
18. Yüzyıl’ın sonunda Kuzey Afrika’daki Trablus, Cezayir ve Tunus Osmanlı İmparatorluğu’na bağlıydı. Ancak Mağrip denilen bu bölgeyle başkent İstanbul arasındaki bağlar, Osmanlı’nın zayıflaması nedeniyle gün geçtikçe çözülüyordu. Bölge 1 yüzyıl öncesinden itibaren, yeniçeriler tarafından seçilen ve “dayı” denilen askeri komutanlar tarafından yönetilmeye başlanmıştı.
Çünkü Osmanlı Devleti zayıfladıkça, hem İstanbul’un Mağrip’e atadığı paşaların konumu sembolik olmaya başlamış hem de bölge gittikçe özerkleşmişti. Sonunda, dayılar özerkliklerini iyice genişletmiş ve 18. Yüzyıl’ın son çeyreğinde Mağrip bölgesi babadan oğla geçen bir tür hıdivlik şekline dönüşmüştü.
AKDENİZ’DE 100 ABD GEMİSİ
Osmanlı Devleti’ne bağlı ama ayrı bayrak ve yöneticileri olan bu “devletler”, Akdeniz’deki ticaret gemilerini vergilere bağlıyordu. İşte ABD’nin bölgeyle ve Mağrip devletleriyle ilişkisi, Akdeniz’de ticaret yapmaya başlamasıyla oluşmuştu. Gerçi kuzey Amerikan kolonilerine ait gemiler, bağımsızlık savaşından önce de İngiltere bayrağı çekip Akdeniz’de ticaret yapıyordu.
Başını ABD’nin Paris Büyükelçisi olan Thomas Jefferson’ın çektiği bir grup, ABD’nin başka devletlerin himayesi olmadan ayakta kalabilmesinin ticarete bağlı olduğunu savunuyordu. Ancak İngiltere ticareti bağımsızlık savaşıyla kesilen ABD, Fransa ve İspanya ile de gümrük sorunları yaşıyordu. Jefferson, dünyada kâr getiren her bölgeyle ticareti savunuyordu. Bu görüşün hâkim olmasından sonra, ABD’nin Akdeniz’de ticaret yapan gemilerinin sayısı hızla arttı ve kısa zaman içinde 100’ü buldu.
İNGİLTERE BİLE VERGİ VERİYORDU
Ancak önemli bir sorun vardı: Fas, Cezayir, Tunus ve Trablusgarp antlaşma imzalamadıkları her ülkeyi düşman kabul ediyor ve o ülkenin gemilerine el koyuyordu. Avrupa’nın en güçlü donanmasına sahip ülkeleri olan İngiltere, Fransa ve İspanya bile güvenliklerini bu özerk yapılara yıllık vergiler ödeyerek sağlıyordu.
İşte bu şartlar altında Akdeniz’de ticarete soyunan ABD, kısa zamanda kendisine pahalıya patlayan saldırılara maruz kaldı. Üstelik ABD gemilerine saldırı İngiltere’nin iki kez işine geliyordu: İngiliz şirketleri, ABD gemilerini iki katına sigortalıyorlardı.
Peki üst üste ticaret gemilerini Mağrip ülkelerine kaptıran ABD ne yapacaktı?
FAS VE CEZAYİR İLE İLK ANLAŞMALAR
Bağımsızlığını yeni kazanmış, askeri gücü sınırlı, donanması bile olmayan ABD’nin bu saldırılar karşısında Mağrip ülkeleriyle anlaşmaktan başka çaresi yoktu.
ABD Kongresi Mayıs 1784’te, Benjamin Franklin, Thomas Jefferson ve John Adams gibi Bağımsızlık Savaşı’nın önde gelen isimlerinden oluşmuş üç kişilik bir heyeti Mağrip ülkeleriyle anlaşmak üzere görevlendirdi. Ancak heyette yer alan Paris Büyükelçisi Jefferson ile Londra Büyükelçisi Adams arasında görüş ayrılığı vardı. Jefferson, anlaşmak ve vergi ödemek yerine, güçlü bir donanma oluşturup Mağrip ülkelerine savaş açılmasını savunuyordu. Adams ise tüm Avrupa’nın benzer anlaşmalar imzaladığını belirtiyor ve ABD’nin sonu belli olmayan bir maceraya girmemesini savunuyordu. Sonuçta Kongre Adams’ın görüşlerini benimsedi.
İLK ANLAŞMA ARAPÇA
ABD, yola Mağrip ülkelerinin en ılımlısı sayılan Fas ile başlamak istedi. Üstelik Fas, diğer Mağrip ülkelerinden farklı olarak Osmanlı Devleti’ne bağlı değildi. ABD heyeti, Mart 1785’te Fransa’dan arabuluculuk yapmasını istedi, ama reddedildi. ABD, bir yıl sonra Fas’taki İspanya Konsolosu’nun yardımıyla 23 Haziran 1786’da Marakeş’te iki ayrı anlaşma imzalanmasını sağladı. ABD’nin Mağrip ülkeleriyle bu ilk antlaşması Arapçaydı.
Cezayir, Temmuz 1785’te iki ABD ticaret gemisini ele geçirdi ve 21 denizciyi esir aldı. Jefferson ve Adams esir Amerikalılar için Cezayir Dayısı Mehmed Paşa ile John Lamb üzerinden temas kurdu. Ancak Dayı’nın fidye talebi ABD’nin karşılayabileceğinin ötesindeydi. ABD tam beş yıl boyunca esirlerini kurtarabilmek için Cezayir ile anlaşma yolları aradı ama bulamadı.
ABD Kongresi, artan kamuoyu baskısı sonucu, 1790 yılında Başkan Washington’a gerekli girişimlerin yapılması için tam yetki verdi. Bu arada, 1791 yılında ölen Cezayir Dayısı Mehmed Paşa’nın yerine yeğeni Hasan Paşa geçmiş, ancak o da ABD’den istenilen fidyede indirim yapmamıştı!
1793 yılında Cezayir gemileri Cebelitarık Boğazı’nı geçti, Atlas Okyanusu’nda tam10 ABD gemisini ele geçirdi ve 105 ABD vatandaşıyla birlikte Cezayir Limanı’na çekti. Bu gelişme ABD’de büyük etki yarattı. Kongre, 27 Mart 1794’te Başkan Washington’a altı gemiden oluşan bir donanma kurulması için yetki verdi. Savaş gemileri kısa sürede inşa edilip Akdeniz’e yollandı.
HASAN PAŞA İKNA OLDU
Bu arada Akdeniz’de dengeler de önemli oranda değişiyordu. İngiltere, savaş halinde olduğu Fransa ile ABD arasındaki ticarete karşıydı. Fransa ise bu ticareti sürdürebilmek için Cezayir ile ABD arasında anlaşma imzalanmasını istiyordu. Fransa’nın arabuluculuğu sonucunda Cezayir Dayısı Hasan Paşa ABD ile 5 Eylül 1795’te antlaşma imzaladı. ABD’nin ikinci Mağrip ülkesiyle yaptığı bu anlaşma Türkçeydi!
ABD’nin Cezayir ile imzaladığı antlaşmaya göre Hasan Paşa’ya esirler için 2 milyon 274 bin Meksika Doları fidye ödeyecek ve her yıl 12 bin Cezayir altını tutarında vergi verecekti.
5 SAVAŞ GEMİSİ HEDİYE
Ancak antlaşma konusunda çok istekli olmayan Cezayir Dayısı Hasan Paşa, ödemelerdeki gecikmeyi gerekçe göstererek 7 Nisan 1796’da ABD’yi tehdit etti: Ödeme ya 1 ay içinde yapılacaktı ya da antlaşma iptal edilecekti.
Zaman kazanmak isteyen ABD Elçisi, sürenin 6 aya çıkarılması karşılığında Hasan Paşa’ya bir savaş gemisi hediye etmeyi teklif etti. Hasan Paşa 5 savaş gemisi istedi! ABD Hasan Paşa’nın şartlarını kabul etti.
YILDA 30 BİN DOLAR VERGİ
Bu arada Benjamin Franklin, Paris Büyükelçisi Thomas Jefferson ve Londra Büyükelçisi John Adams’dan oluşan ABD heyeti, Fas ve Cezayir’den sonra Trablusgarp (Libya) ile de antlaşma yapmak istedi. Ancak Trablusgarp Dayısı Yusuf Paşa’nın istediği yıllık vergi tam 30 bin dolardı! Adams verginin ödenmesinden yanaydı. Jefferson ise karşı çıkıyordu.
ABD’nin 5 savaş gemisi hediye ettiği Cezayir Dayısı Hasan Paşa’nın araya girmesiyle şartlar kolaylaştırıldı ve 4 Kasım 1796’da Trablus Limanı’nda antlaşma imzalandı. ABD antlaşmanın karşılığında Trablusgarp ve Cezayir dayılarına 40 bin İspanyol doları ödemeyi kabul etti. Ayrıca antlaşma içinde elmas ve safir gibi hediyeler de vardı. Dahası Trablus’a tayin edilecek ilk ABD Konsolosu da Trablusgarp Dayısı Yusuf Paşa’ya 12 bin İspanyol doları ödeyecek ve çeşitli hediyeler verecekti. Antlaşma Arapça’ydı!
BABIALİ’DEN YARDIM İSTEĞİ
ABD, son Mağrip ülkesi Tunus’la da antlaşma imzalamak istiyordu. Ancak Tunus Dayısı Hamuda Paşa 107 bin dolar istiyordu! ABD önce Cezayir Dayısı Hasan Paşa’dan ricacı oldu. Ancak Hasan Paşa’nın girişimleri Hamuda Paşa’yı ikna etmedi. ABD İstanbul’a mektup göndererek, Babıali’nin anlaşma için Hamuda Paşa’yı zorlamasını istedi. Tunus Dayısı, Babıali’nin isteğini kabul etmeyince Cezayir Tunus’a savaş ilan etti! Hamuda Paşa bu durum karşısında antlaşma yapmayı kabul etmek zorunda kaldı.
ABD ile Tunus arasındaki 23 maddelik antlaşma 28 Ağustos 1797’de imzalandı ve Türkçe’ydi!
Böylece ABD, Akdeniz’de güvenlik içinde ticaret yapabilmenin şartlarını oluşturmuştu. Ama bu uzun sürmeyecekti. ABD ile en zayıf antlaşmayı imzalayan Trablusgarp, fesih için fırsat kolluyordu. Çünkü Trablusgarp ABD’den yıllık vergi almayan tek ülkeydi. Trablusgarp Dayısı Yusuf Paşa esir karşılığında yüklü para almış, ancak antlaşmada yıllık vergi hükmüne yer verilmemişti. Yusuf Paşa aldatıldığını savunuyordu.
Ekonomisi de kötüye giden Trablusgarp mevcut düzenlemeyi geçersiz saydı ve ABD’den yıllık vergi istedi. Yusuf Paşa, isteği karşılanmayınca, 14 Mayıs 1801’de, geleneklere göre ABD Konsolosluğu’nun bayrak direğini yerinden söktürdü ve böylece ABD’ye savaş ilan etti.
AKDENİZ’E SAVAŞ FİLOSU
Geçen zaman içinde yeni savaş gemileri de inşa eden ABD, savaş ilanı karşısında Akdeniz’e bir filo yolladı. Tuğamiral Richard Dale komutasındaki Filo, 1 Temmuz 1801’de, Cebelitarık girişindeki iki Trablusgarp gemisi engelini kolay aştı ve 24 Temmuz günü Trablus açıklarına demirledi. ABD, Danimarka Konsolosu’nun aracılığıyla Yusuf Paşa ile anlaşma yolu aradı ama bulamadı. Bunun üzerine Trablus Limanı’nı ablukaya aldı.
Murat Reis’in komutasındaki Trablusgarp donanması kayıplar verince, bu kez Yusuf Paşa anlaşmaya istekli davrandı ama Tuğamiral Dale’nin müzakere yürütmek ve antlaşma imzalamak yetkisi yoktu. Bu yetkiye sahip birinin gelmesi beklenecekti.
Öte yandan ABD’nin Tunus Konsolosu Eaton, Tuğamiral Dale’e Yusuf Paşa’yı tahttan indirecek bir plan sundu. Plana göre Eaton, Trablusgarp tahtının gerçek sahibi saydığı ve Tunus’ta sürgün olan Yusuf Paşa’nın ağabeyi Hamid Paşa’ya bağlı birliklerle karadan Trablus’a yürüyecek ve denizden yapılacak bombardımanın da yardımıyla Yusuf Paşa devrilecekti. Tuğamiral Dale planı kabul etmedi.
JEFFERSON’UN KARARI
Dale, antlaşma imzalama yetkisi kazanabilmek için, abluka sürerken 1802 Mart’ında ABD’ye gitti. Bu arada Mağrip ülkeleriyle 16 yıl önce antlaşma yapma yetkisi verilen Thomas Jefferson artık ABD Başkanı’ydı. Jefferson, Yusuf Paşa ile anlaşmak yerine ezici bir galibiyetten sonra müzakere masasına oturmak istiyordu. Yıllar önce bu ülkelere vergi vermek yerine güçlü donanma kurup savaşmak gerektiğini düşünen Jefferson, aradığı koşulları artık sağlamıştı.
Kaldı ki Jefferson, Dale‘in antlaşma yetkisi istemek için ABD’ye geldiği sırada, çoktan yola yeni bir filo daha çıkarmıştı. Trablus’u ablukaya alan gemilere katılan Tuğamiral Richard V. Morris komutasındaki bu beş gemiye, 1803’te de Tuğamiral Edward Preble komutasındaki yeni bir beş gemilik filo eklendi. Ve böylece ABD Trablus ablukasını iyice ağırlaştırdı.
KOZ HAMİD PAŞA
Ancak Trablusgarp 1803 yılının Ekim ayında, ABD’nin Philadephia isimli bir savaş gemisini ele geçirdi ve 307 Amerikalı denizciyi esir aldı. ABD, beklenmedik bu kayıp karşısında, daha önce Eaton’un gündeme getirdiği plana sarıldı.
Öte yandan plandan haberdar olan Yusuf Paşa, ABD’nin kozunu elinden almak için ağabeyi Hamid Paşa’ya Derne Valiliği’ni önermişti. Eaton, Hamid Paşa’yı Malta’ya götürüp Amerikalı komutan Murray ile görüştürmüştü. Bu görüşmenin neticesinde Hamid Paşa Derne Valiliği’ni kabul etmişti. 1802 Ağustos’unda göreve başlayan Hamid Paşa, Yusuf Paşa’ya karşı ayaklanan Araplara destek vermiş ama isyan başarısız olunca Mısır’a kaçmıştı.
Eaton, planının yeniden gündeme gelmesi üzerine 1804 Kasım’ında İskenderiye’ye gitti ve Hamid Paşa’yı ikna etti. İskenderiye’deki İngiliz Briggs Brothers Şirketi, Hamid Paşa’ya güçlü bir ordu kurulması için kredi sağladı. Eaton, 23 Şubat 1805’te Hamid Paşa ile bir sözleşme imzaladı.
DERNE’YE SALDIRI
8 Mart 1805’te Eaton ve Hamid Paşa kurulan orduyla Derne’ye doğru harekete geçti. 26 Mart’ta Derne’ye ulaşan ordu, ABD savaş gemilerinin denizden verdiği destekle kenti kısa sürede ele geçirdi.
Yusuf Paşa bu gelişme karşısında şartlarını gözden geçirerek ABD ile antlaşmayı kabul etti. Yusuf Paşa ile ABD’nin Cezayir Konsolosu Tobias Lear arasında imzalanan 4 Haziran 1805 tarihli antlaşmaya göre, ABD Derne’yi boşaltacak ve esirler için 60 bin dolar fidye ödeyecekti.
ABD, imzadan hemen önce Derne’yi boşalttı ve Hamid Paşa’yı da bir Amerikan gemisiyle Sirakuza’ya götürdü. Sirakuza’da ABD’nin verdiği maaşla yaşayan Hamid Paşa, 1809 yılında Yusuf Paşa tarafından affedildi ve yeniden Derne Valiliği’ne döndü.
20 maddeden oluşan antlaşma bu kez İngilizce ve Arapça olarak imzalandı!
JERFFERSON’UN İSTEDİĞİ OLMADI
Öte yanda Amerikan donanması, 1807 yılında Akdeniz’den çekildi. ABD’nin kendi karasuları dışında yaptığı bu ilk askeri müdahale başarı kazanmış ancak Jefferson’ın istediği hedefe tam olarak ulaşılamamıştı. Bu hedef için ABD fırsat kollamayı sürdürecekti.
Ayrıntılarını Çağrı Erhan’ın “Türk-Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökleri” isimli kitabında okuyabileceğiniz bu ilk askeri müdahalenin ardından, ABD, Akdeniz’e yeniden girmek için 1815 yılını ve Cezayir’le gerginliği bekleyecekti…
ABD ve Libya, 209 yıl sonra yine karşı karşıya geldi. Ancak şartlar bu kez haklı olan ve vatan savunması yapan Libya’dan yana…
Not: Bu yazı, Aydınlık gazetesinde 6-10 Nisan 2011 tarihlerinde 5 bölüm halinde yayımlanmıştır.
MEHMET ALİ GÜLLER
AKP AÇILIMI, KKTC’Yİ BÖLDÜ!
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 08/04/2011
“Besleme” sözü üzerinden Türkiye kamuoyunun gündemine oturan KKTC’deki “toplumsal varoluş” mitinginin üçüncüsü yapıldı. Mitingin katılımcıları bu kez daha da ileri gitti ve Türkiye’nin Lefkoşa Büyükelçiliği binasına Rum bayrağı astı. Eylemciler başta “İşgalci TC, Kıbrıs’tan defol” pankartı olmak üzere pek çok Ankara karşıtı pankart taşıdı, slogan attı…
Avrupa Parlamentosu’ndan Liberal Grup heyetinin de katıldığı “toplumsal varoluş” mitinginde bir ara eylemciler birbirine düştü. Bir grup, Cumhuriyetçi Türk Partisi CTP Genel Başkanı ve eski Başbakan Ferdi Sabit Soyer ile Toplumsal Demokrasi Partisi TDP Genel Başkanı Mehmet Çakıcı’ya sert tepki gösterdi. Çıkan arbedede, polis CTP Girne Milletvekili Ömer Kalyoncu’yu zor kurtardı.
KKTC Cumhuriyet Meclisi Başkanlığı, Türk askerini “işgalci” gösteren ve Türk hükümetini hedef alan pankart ve söylemleri şiddetle kınadı.
MİTİNGİN SONUÇLARI
“Toplumsal varoluş” mitinginin üçüncüsüyle birlikte ortaya çıkan somut tablo şudur:
1.. Türk askeri, 8 yıl aradan sonra, yine aynı gruplar tarafından işgalci olmakla suçlandı! 2003 yılında yani Annan Planı’nın kabul ettirilmesi için yürütülen çalışmalar sırasında, aynı gruplar Türk askerini “işgalci” olmakla suçlayan pankartlar açmışlardı!
2.. Ki bu gruplar, KKTC’ye Annan Planı’nı kabul etmesi için baskı uygulayan AKP’nin en önemli müttefikiydiler!
3.. “Toplumsal varoluş” mitinginde birbirine düşen her iki grup da AKP müttefikiydi. Örneğin CTP’yi iktidara AKP taşımıştı! Rauf Denktaş’ı çözümsüzlüğün adresi olarak sunan, açıktan hedef alan ve devre dışı bırakan AKP, CTP Genel Başkanı Mehmet Ali Talat’ı önce Başbakanlığa sonra da Cumhurbaşkanlığı’na taşımıştı!
Ki bu gruplar ve siyasi partiler ABD’nin de “yardımlarını” almışlardı. ABD Kongresi için hazırlanan ve internette yer alan 27 Haziran 2006 tarihli bir raporda, ABD’nin Kıbrıs Özel Koordinatörü Thomas Weston’un, “çözüm şansını artırmak için, Aralık 2003’teki seçimlerden önce, Kıbrıs Türk siyasi muhalefetine açık biçimde yardım ettiği” yazmaktadır!
Dahası Türk askerini hedef alan pankartı açanlar, 24 Nisan 2004 tarihindeki referandum öncesinde de, Trodos dağında Rumlarla birlikte etkinlik yapanlardır.
4.. Peki, müttefiklerinin aralarında bölündüğü ve bir bölümünün kendisini sert biçimde hedef aldığı AKP’yi bugün her şeye rağmen kim savunuyor: Ulusal Birlik Partisi UBP ve KKTC Cumhuriyet Meclisi Başkanlığı. Yani Erdoğan – Gül ikilisin Mehmet Ali Talat’ı iktidara getirmek için açıktan aleyhinde çalıştığı “Denktaşçı” parti.
5.. AKP hükümeti, 2003 yılından bu yana AB üzerinden gelen her türlü TSK karşıtı açıklama karşısında sessizdir! Türk askerinin Kıbrıs’ta işgalci sayılması, AKP müttefiki olan bu grupların pankartından önce Avrupa Parlamentosu kararlarında yer aldı! Daha dün, Yunanistan Başbakanı Papandreu bile Erzurum’da “Türk Ordusu Kıbrıs’ta işgalcidir” demedi mi? Papandreu’ya bu konuda yanıt vermeyen, veremeyen Tayyip Erdoğan, nitekim KKTC’deki eylemlere de sırf şahsı hedef alınıyor diye tepki göstermişti!
İKİ SAPTAMA
“Toplumsal varoluş” mitinglerinden ortaya çıkan bu tabloya göre şu iki saptamada bulunabiliriz:
1.. AKP, Kıbrıs Açılımı ile önce KKTC’yi ikiye böldü: Bir yanda Rauf Denktaş, UBP ve destekçileri, diğer yanda CTP, TDP, kimi sendikalar, liberaller vs… Ancak AKP’nin Açılımı sonuçları itibariyle, müttefiklerini de böldü! Toplamda AKP’nin Kıbrıs Açılımı KKTC’yi üçe böldü!
2.. Ne ABD’nin “çözüm” sözleri, ne AB’nin üyelik yemi, ne BM’nin Annan Planı, ne de başka bir şey… Geniş ittifakın tek hedefi var: Türk Ordusu’nu KKTC’den çıkarmak! Çünkü biliyorlar ki, TSK adada bulunduğu sürece, başa kimi getirirseniz getirin, KKTC’yi ABD ve AB’ye peşkeş çekemez!
MEHMET ALİ GÜLLER
DAVUTOĞLU’NUN OYUNU
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 05/04/2011
New York Times’dan Scott Malcomson Türkiye’nin Libya’daki krizi fırsata dönüştürdüğünü yazmış. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu övgüleriyle dolu makalenin bizi ilgilendiren, daha doğrusu AKP’nin tabanını ilgilendirmesi gereken yeri ise şöyle: “Hangi büyük NATO üyesi ülke, Libya’da NATO’nun görev almasına şiddetle karşı çıkıp sonra bu planı savunma oyununu oynadı?”
Davutoğlu’nun, daha doğrusu AKP’nin dış politikasının esası işte bu! Yani içeriye başka dışarıya başka davranmak ve muhatabına başka, model ortağına (ABD’ye) başka davranmak…
Gelin bugün, Malcomson’un övdüğü bu oyunun “sıfır soruna” nasıl yansıdığının çetelesini çıkaralım:
YUNANİSTAN
Daha dün, Erzurum’da “Türk Ordusu Kıbrıs’ta işgalcidir” diyen Yunanistan Başbakanı Papandreu’ya yanıt veremeyen Tayyip Erdoğan hükümeti, bugün dönüp Yunanistan’ı Bülent Arınç’ın ağzından “mendil açıp yardım dilenecek” diye küçük görmüş ve kriz çıkarmıştır!
SURİYE
Şam’la birkaç yıldır açılım üstüne açılım yapan, Şam-gen diye vize şovu yapan AKP, şimdilerde ABD’nin kışkırttığı kalkışmalara açıktan destek vermekle ve Beşar Esad’a baskı uygulamakla meşgul!
İRAN
ABD’nin isteği doğrultusunda “kolaylaştırıcı” rol üstlenerek Tahran’la müzakereler yürüten, Ahmedinejad’ı masada tutabilmek için “takas anlaşması” imzalayan Davutoğlu, sonra dönüp ABD’nin iki projesine onay verdi: Hem BM’nin yaptırım kararlarını uygulayarak İran uçaklarını durdurma noktasına geldi, hem de NATO’nun Tahran’ı hedef alan “füze kalkanı”na onay verdi. Sıfır sorunun vardığı son nokta şu: 24 Nisan günü bir Ermeni yönetmenin çektiği “soykırım” filmi Tahran’da gösterime girecek, hem de parlamenterlerin katılımıyla…
IRAK
Erdoğan ABD’nin üç parçalı Irak planına uygun bir şekilde, Bağdat-Necef-Erbil eksenli Irak ziyareti gerçekleştirdi. Sünni Irak’ın merkezi Bağdat’ı, Şii Irak’ın merkezi Necef’i ve Irak Kürdistanı’nın merkezi Erbil’i ayrı ayrı “tanıdı”!
İSRAİL
Başbakan Erdoğan Davos’ta “one minute” demiş ve Şimon Peres’in şaşkın bakışları arasında “bir daha da Davos’a gelmek” diyerek salonu terk etmişti. Erdoğan yan odaya geçtiğinde, “Ben one minute’i Peres’e değil, moderatöre dedim” şeklinde manevra yapmıştı! “Bir daha da Davos’a gelmem” diyen Erdoğan hükümeti, iki yıl sonraki Davos’a katılmıştı! Şimdilerde Şimon Peres’in İstanbul’a daveti gündemde…
LİBYA
Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, önce “NATO’nun Libya’da ne işi var” diye tepki gösterdi, sonra İzmir’i Libya’ya NATO saldırısının karargâhı yaptı!
NATO
Başbakan Erdoğan, genel sekreterliği gündeme gelen eski Danimarka Başbakanı Rasmussen’e “Danimarka’da Müslüman karşıtı karikatürlere engel olmadığı” için karşı çıkmıştı! Rasmussen, bir hafta sonra NATO Genel Sekreteri olduğunda, Başbakan Erdoğan “istediğimizi aldık” demişti!
AFGANİSTAN, LÜBNAN, SOMALİ
AKP, ABD ve NATO’nun talepleri doğrultusunda Mehmetçik’i Afganistan, Lübnan ve Somali’ye sürdü! Ki Soros, Sabancı Üniversitesi’nde açık açık şöyle seslenmişti hükümete: “En iyi ihraç malınız, ordunuzdur”.
AZERBAYCAN
AKP’nin uyguladığı “Ermeni Açılımı”, Türkiye – Azerbaycan ilişkilerini donma noktasına getirdi. Öyle ki, Bakü – Ankara dostluğunun üzerinde sallanan en küçük kılıç, enerji kılıcı!
KKTC
Önce Rauf Denktaş’ı hedef ilan edip Türkiye’nin resmi Kıbrıs politikasını ABD – AB ekseninde kevgire çeviren AKP, süreç içinde hem KKTC’yi hem de Kıbrıs Türk’ünü karşısına aldı, kaybetti!
SONUÇ
Tüm bu “oyun” diye nitelenen dış politika facialarının sebebi AKP ile Washington arasındaki “BOP Eşbaşkanlığı” üzerinden kurulan ilişkidir. İlişkinin bu bağımlı biçimi, Türkiye’yi komşularıyla sıfır soruna değil, savaşa götürür!
MEHMET ALİ GÜLLER
İŞTE YEMEN-LİBYA FARKI
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 04/04/2011
Yemen’de ölen insan sayısı, Libya’da ölen insan sayısını çoktan geçti… Libya derken, Kaddafi’nin vatan savunması için yaptığı savunmada ölen insan kaybından bahsediyoruz. Bu kaybı bahane ederek Libya’ya saldıran Fransa-İngiltere-ABD üçlüsünün katlettikleri zaten insandan sayılmıyor! Sayılsa, insan kaybını engellemek için daha fazla insan öldürmeye izin verilme durumuna, “uluslararası meşruiyet” denmezdi!
Peki, Libya’da “uluslararası meşruiyet” oluştu diyip, halkın üzerine çuvallanan emperyalistler, neden Yemen’de ve Bahreyn’de ölenler konusunda bu kadar sessizler? Hadi emperyalistleri geçtik, ya bölgeyle dinsel bağlarını her fırsatta öne çıkaranlar neden suskun? Örneğin, Libya konusunda topraklarını NATO saldırısına karargâh yapan Başbakan Erdoğan, Yemen konusunda neden hiç açıklama yapmaz? Yemen, sadece Erdoğan-Barzani buluşmasında söylenen bir türkü müdür? Yemenliler ve Bahreynliler insan değil midir, Müslüman değil midir?
Aslında Yemen ve Bahreyn ile Libya arasındaki fark, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki halk hareketlerini anlama kılavuzuna dönüşmüştür. Yemen-Libya farkı, tüm ülkeleri ve tüm halk hareketlerini aynı sepete doldurup, hepsini ABD eseri sayanların gerçekleri görebilmesi için de turnusol kâğıdı işlevi görmektedir. Nasıl mı? Açıklayalım…
ABD YEMEN’DE HALK HAREKETİNİ BASTIRMAYA ÇALIŞIYOR
Bildiğiniz gibi Yemen’deki ve Bahreyn’deki “halk hareketi” Libya’daki “kalkışma”dan çok önce başladı. Üstelik Yemen lideri Abdullah Salih ve Bahreyn Kralı Hamad ilk günden itibaren halkın üzerine ateş açtı, kan döktü… Yemen ve Bahreyn konusunda ikiyüzlü davranan ABD yönetiminin tavrı, ülkesinde bile mahkûm edildi. Washington, Salih’in halk hareketini bastıramaması üzerine Yemen yönetimine Suudi Arabistan üzerinden silah yardımı yaptı; yetmedi, Suudi Arabistan istihbaratını rejim karşıtı muhalefeti bastırmada kullandı. Keza Washington, Bahreyn’de daha da ileri gitti ve Suudi Arabistan askerlerini Bahreyn halkının üzerine sürdü!
Tüm bunlar olurken, Libya’da, üstelik El-Kaide önderliğinde bir kalkışma yaşandı ve Libya lideri Kaddafi her lider gibi ülkesini savunmaya soyundu. Ancak Kaddafi’nin tavrı emperyalist dünyada anında “insan hakkı” ihlali sayıldı ve apar topar bir “uluslararası meşruiyet” uydurulup, Libya’nın üzerine çullanıldı.
Emperyalist kuvvetlerin NATO’ya Arap desteği kılıfı aradığı şu günlerde bile Yemen kaynamayı sürdürüyor. Son eylemlerde yine onlarca Yemenli öldürüldü. Ancak dünya Yemen konusunda yine sessiz! BM’nin “uluslararası meşruiyet” kavramının bir aldatmaca olduğu, Libya’nın başka Yemen’in başka olduğu, tüm halk hareketlerinin aynı sepete konularak ABD eseri sayılamayacağı gerçeği, bundan daha çıplak nasıl olabilir ki?!
HALK HAREKETİ BAŞKA, KALKIŞMA BAŞKA
Batı’nın nüfuz alanı olan ülkelerdeki (Tunus, Mısır, Yemen, Bahreyn, Kuzey Irak) halk hareketleri ile ABD’ye mesafeli olan ülkelerdeki (İran, Libya, Suriye) kalkışmaları aynı saymak konusunda ısrar edenler, neden Yemen gerçeğini göz önünde bulundurmazlar? Neden “ABD düğmeye bastı, halk sokaklara döküldü” şeklindeki iddialarını çürüten olgulara sırtlarını dönerler? Örneğin ABD’nin nüfuz alanı olan Mısır’da, halkın 2004’den beri ayakta olduğunu, örneğin ABD’nin nüfuz alanı olan Yemen’deki muhalefeti ezmek için Suudi Arabistan’ı 2007 ve 2009’da da kullandığını neden yazmazlar?
Ya da ABD’nin 2003’ten beri defalarca İran ve Suriye’yi karıştırmak için azınlık temelli kalkışmalar denediğini neden anlatmazlar? Sırf bu örnekler bile Mısır’ı, Tunus’u, Yemen’i, Bahreyn’i, ABD’ye mesafeli olan İran-Suriye-Libya üçlüsünden, dolayısıyla halk hareketleri ile kalkışmaları birbirinden ayırmaya yetmez mi?
ÇÜNKÜ MÜBAREK BAŞKA, KADDAFİ BAŞKA!
Gelin o zaman yanıtı çırılçıplak ortada olan şu soruları da soralım:
Madem tüm ülkelerdeki gelişmelerin topunun mimarı ABD; o zaman Fransa’nın Tunus’ta halkı hareketinin hedef aldığı Bin Ali’yi açıktan destekleyip, Libya’da Kaddafi’yi düşman ilan etmesi nasıl okunmalı? Ya da İsrail’in Mısır lideri Mübarek’in savunulması için ortaya koyduğu çabalar nasıl okunmalı? (Daha düne kadar dünyayı, “ABD’yi İsrail lobisi yönetiyor” şeklindeki sınıf temeline dayanmayan bir iddia üzerinden açıklamaya çalışanlar, bugün bu olgu karşısında mecburen yeni bir tez ortaya koyuyorlar: “ABD’yi artık İskandinav lobisi yönetiyormuş”!)
“ABD, sırf Libya’ya saldırmak için Tunus’ta düğmeye bastı ve Mısır’dan başlayarak her yeri ayaklandırdı” şeklinde iddia ortaya atanlar, yakın tarihimizi bilmezler mi?
Hadi, “ABD Libya’yı işgal etmek için müttefiki olan Tunus ve Mısır’ı feda etmez” şeklindeki saptamamıza dudak bükerler, peki ABD’nin, 2003’te Irak’a saldırabilmek için başka ülkelerde ayaklanma çıkarmaya ihtiyaç duymadığını da mı anımsamazlar?
Gerçeği ortaya seren o kadar çok soru var ki… Ama meseleniz olayları gerçekten anlamak değil de, sansasyona dayalı tezler ortaya koyarak, daha çok okunmak ve konuşulmak olunca, tüm bu sorular elbette yanıtsız kalır… Dahası, dünyayı ve tarihi sınıf mücadelesiyle açıklamak yerine lobilerle açıklamaya kalkarsanız, emperyalistler arası çelişmeleri de anlayamaz ve NATO konusunda günlerce süren müzakerelere şaşırırsınız.
MEHMET ALİ GÜLLER
MİLLİ DEVLETİ TASFİYE UZLAŞMASI
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 24/03/2011
BDP’nin “sivil itaatsizlik” eylemleri kararı, TÜSİAD’ın “Yeni Anayasa” Raporu ve Cem Boyner’in “toprak bütünlüğünü” tartışmaya açması ile AKP’nin “Libya’ya NATO onayı”, aynı paketin unsurlarıdır.
Açacağız ama önce üç maddelik bir anımsatma yapalım:
1.. Başbakan Erdoğan, Haziran 2010’da, Toronto’da katıldığı G-20 zirvesi sırasında ABD Başkanı Obama ile iki kez baş başa görüşmüş ve ardından düzenlediği basın toplantısında, NATO’yu Kuzey Irak’a davet etmişti!
2.. Başbakan Erdoğan’ın bu çağrısı, PKK’nın 1 Haziran 2010’dan sonra eylemsizlik kararını bitirmesinin hemen ardından gelmişti. PKK, 1 Haziran 2010 sonrasını -kuruluşundan bu yana- “4. Dönem: Demokratik Özerkliği koruma, geliştirme ve yaşatma dönemi” olarak nitelendirmişti.
3.. TÜSİAD, “bölgesel özerklik” konusunu gündemine almıştı. Açılımın tartışıldığı TÜSİAD toplantısında Sedat Aloğlu şu üç öneriyi Türkiye’nin konuşması gerektiğini savunmuştu: “1. Çözüm aşamasında İmralı’nın görüşmelere katılması. 2. Anayasa’ya ‘bu ülkeyi Türkler ve Kürtler kurdu’ maddesinin eklenmesi. 3. Bölgesel özerklik”.
MİLLİ DEVLET KARŞITI İTTİFAK
Bu gelişmelerden dokuz ay sonraya, yani günümüze bakalım şimdi de:
1.. Başbakan Erdoğan, “NATO, Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir” dedi ve NATO deniz gücünün emrine 4 firkateyn, 1 yardımcı gemi ve 1 denizaltı sundu.
2.. BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, Demokratik Toplum Kongresi DTK ile birlikte “sivil itaatsizlik” eylemleri başlatma kararı aldıklarını ilan etti. DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk ile birlikte basın toplantısı düzenleyen Demirtaş, “doğrudan çözüm” dönemine girildiğini savundu. Demirtaş bir gün önce de “2012’ye kadar bu ülkede Kürt sorunu kalmayacak” demişti. Keza Öcalan da akıllara “iktidarla seçim anlaşması mı var” sorusunu getiren şu açıklamayı yapmıştı: “Diyalog ve müzakere yöntemine şans veriyoruz. Bu yöntem pratikleşirse 2011 yılı çözümün geliştiği yıl olacaktır. Sonuç alamazsak, 2011 yılının ikinci yarısından itibaren topyekûn direniş ve özgürlüğü sağlama süreci gelişecektir”.
3.. TÜSİAD 40. kuruluş yıldönümünde “Yeni Anayasa” raporunu açıkladı. Toplantının açılışını yapan TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner, konuşmasında Ortadoğu’daki halk hareketlerinden korkularını dile getirdi: “40 yıl sonra bugün dünya ekonomisinin ilk küresel krizini yaşıyoruz. Ortadoğu’da hak ve özgürlük isyanları, bu krizleri tetikleyecek nitelikte”. TÜSİAD’ın “yeni anayasa” raporu ise özetle “değiştirilemez maddelerin değiştirilmesini” esas alıyordu! Daha da vahim olanı ise Cem Boyner’in “Türkiye’nin insanlarının, bir kısmının değil, birer birer tümünün mutluluğu, onuru, haysiyeti, bu ülkenin bölünmesinden daha önemlidir” diyerek “vatanın bütünlüğünü” tartışmaya açması oldu.
“TÜRK-KÜRT FEDERE DEVLETİ”
Şimdi dokuz ay arayla yapılan bu açıklamaları birleştirelim. Ortaya çıkan sonuçlar şunlardır:
1.. Türkiye’nin komprador burjuvazisi de “milli devlet”in tasfiye edilmesine onay vermiştir.
2.. ABD, milli devletin tasfiyesi konusunda AKP-BDP-TÜSİAD üçgeninde uzlaşma sağlamıştır. Bu uzlaşma, İstanbul başkentli Türkiye ile Diyarbakır başkentli Kürdistan’ın oluşturacağı Türk-Kürt Federe Devleti’dir. Yeni anayasa ve başkanlık sitemi tartışması, bu federe devletin hukukuna ve idari yapılanmasına yönelik çalışmalar ve hazırlıklardır.
3.. Milli devleti koruma refleksine sahip unsurların tasfiyesini hedefleyen Ergenekon sürecinde yeni bir aşama geçilmiştir: Milli ordunun “profesyonel ordu” yapılması. Ki bu hedef, salt bir yapısal değişikliği değil, daha önemlisi, “milli askeri stratejik konsept” değişikliğini hedef alan bir yaklaşımdır.
4.. ABD-AKP ittifakı, “Milli Ordu”yu Irak’ın kuzeyinden gelen tehditleri bertaraf etmek yerine, sırasıyla Afganistan’a, Lübnan’a, Somali’ye sürmüş, şimdi de Libya’ya karşı kullanmaya hazırlamaktadır. AKP’ye “en iyi ihraç malınız, TSK’dır” diyen ABD, daha önce “hizadan çıktığını” tespit ettiği “Milli Ordu”yu, NATO üzerinden, yeniden denetim altına almaya çalışmaktadır.
5.. NATO, Başbakan Erdoğan’ın dediği şekilde, “Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil edecekse”, aynı NATO, “Kürdistan’ın da Kürtlere ait olduğunu tespit ve tescil edecektir”. Erdoğan’ın NATO’yu kuzey Irak’a çağırması, 2004 yılında söylediği şu sözlerle uyumludur: “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde, Diyarbakır bir merkez olabilir”. Kaldı ki, ABD 2003 yılında beri “Irak’ın kuzeyi ile Türkiye’nin güneydoğusu tek bir ekonomik bölge olmalıdır” diyerek aslında “siyasal bölge” hedefine de işaret etmektedir.
6.. NATO’nun “tespit ve tescili” için sadece davet değil, “sivil itaatsizlik” de gerekmektedir.
SONUÇ
Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal bakımdan tarihlendirirsek:
1914 – 1923: Kurulma Dönemi.
1923 – 1945: Yükselme Dönemi.
1945 – 1980: Duraklama Dönemi.
1980 – 2007: Gerileme Dönemi.;
2007 – ? : Parçalanma Dönemi.
İşte Türkiye, “parçalanma döneminin” en kritik aşamasına yaklaşmaktadır. 12 Haziran 2011 seçimleri çok kritik bir dönemeçtir.
Türkiye’nin bu kritik dönemece en az kayıpla girmesinin en olanaklı yolu da, TBMM’ye 4. bir kuvvet sokmasıdır. Çünkü CHP çatısı altında bir güç birliği maalesef oluşturulamamıştır. Yolu ve yöntemi için zamanın daraldığı bu “4. Kuvvet” çözümü, her ne kadar köklü bir çözüm olmasa da, milli kuvvetlere mevzi kazandıracaktır. Tüm matematiksel analizler göstermektedir ki, TBMM’ye 4. bir kuvvet girerse, AKP oyunu artırsa bile -ki bu durumda asla olası değil- sandalye sayısı çok düşecek ve tek başına iktidar olamayacaktır.
Hatta CHP, yanına MHP ve 4. Kuvvet’i alarak iktidar bile olabilecektir.
MEHMET ALİ GÜLLER
ERDOĞAN’IN ABD’YE ÇIPALI FELSEFESİ
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 21/03/2011
Daha önce Batı’ya seslenen ve “NATO’nun Libya’da ne işi var” diye rest çeken Başbakan Erdoğan, alışılageldik bir şekilde yine çark etti. Erdoğan, NATO Libya konusunda devreye girecekse Türkiye’nin bazı şartları olduğunu belirtti: “NATO, Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir. Yer altı kaynaklarının, zenginliklerinin birilerine dağıtımı için değil. Libyalı kardeşlerimiz, güçlü, istikrarlı, huzurlu bir geleceği inşa etmek için her türlü imkâna sahipler. Libya halkına bu fırsat tanınmalı, operasyon işgale dönüşmeden, Libyalıların kendi kararlarını vermeleri için fırsat tesis edinmelidir”.
LİBYA AÇILIMI
Öncelikle Başbakan Erdoğan’ın oldukça felsefi olan bu “Libya Açılımı”nı üç adımda anlamaya ve kavramaya çalışalım:
1.. Görülmüştür ki, Erdoğan “NATO’nun Libya’da ne işi var” dediğinde, aslında rest çekmemiş, tersine gayet normal bir soru sormuş. Ve Erdoğan, bu sorusuna yanıtını da şimdi vermiştir ve demiştir ki, “NATO, Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir”.
2.. Erdoğan’a göre NATO bir tespit ve tescil kurumuymuş. NATO Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tescil için oraya girmeliymiş. Ki anımsayınız, Başbakan Erdoğan, daha önce de NATO’yu Kuzey Irak’a davet etmişti. Demek o zaman da, NATO’yu, Kuzey Irak’ın Irak’a değil, Kürdistan’ın Kürtlere ait olduğunu tespit ve tescil etmesi için davet etmiş! Ki Erdoğan, 1 Mart 2003 öncesi de, yine NATO’yu, yani ABD ve İngiltere’yi, Türkiye’nin güneydoğusuna yerleştirmek için TBMM’de milletvekillerine baskı uygulamıştı. Acaba o zaman NATO (ABD-İngiltere) neyi tescil edecekti?
3.. Erdoğan’a göre NATO’nun operasyonu işgale dönüşmemeliymiş. İşte burası Libya Açılımı’nın en önemli noktasıdır. Bu noktayı en iyi anlayan Kemal Kılıçdaroğlu, Batı’nın Libya’ya müdahalesini ve AKP’nin tutumunu doğru bulduğunu söylemiş ve “yapılan operasyonun, kan dökülmeden gerçekleşmesini istiyoruz” demişti. Anlaşılıyor ki, kan dökmeyen ve işgale dönüşmeyen tipteki bir operasyon, olabiliyormuş(!)
ERDOĞAN’IN “U” DÖNÜŞLERİ
Şimdi gelin Erdoğan’ın, Libya’ya NATO müdahalesiyle ilgili bu iki açıklamasını, geçmişteki açıklamalarını anımsayarak, birlikte değerlendirelim:
Erdoğan Davos’ta “one minute” demiş ve Şimon Peres’in şaşkın bakışları arasında “bir daha da Davos’a gelmem” diyerek salonu terk etmişti. Erdoğan diğer salona geçtiğinde, “Ben one minute’i Peres’e değil, moderatöre dedim” demişti! “Bir daha da Davos’a gelmem” diyen Erdoğan hükümeti, iki yıl sonraki Davos’a katılmıştı!
Başbakan Erdoğan, Genel Sekreterliği gündeme gelen eski Danimarka Başbakanı Rasmussen’e “Danimarka’da Müslüman karşıtı karikatürlere engel olmadığı” için karşı çıkmıştı! Rasmussen, bir hafta sonra NATO Genel Sekreteri olduğunda, Başbakan Erdoğan “istediğimizi aldık” demişti!
NATO’nun Lizbon Zirvesi öncesinde, füze kalkanıyla ilgili şart koşan(!) Başbakan Erdoğan, “komuta bizde olacak” demişti. Erdoğan, zirveden sonra yaptığı ilk açıklamada, “komuta NATO’da olmalıdır” demişti!
Örnekleri artırmak mümkün…
EKSEN KAYMADI
Erdoğan’ın açıklamalarını doğru okuma kılavuzunun başına, mutlaka iktidarını Washington’a borçlu olduğu maddesini ve BOP Eşbaşkanı olduğu maddesini ekleyiniz.
Aksi takdirde “eksen kaydı” sanıp, Kılıçdaroğlu gibi gidip Erdoğan’ı Brüksel’e şikâyet edersiniz!
MEHMET ALİ GÜLLER
LİBYA’YA EMPERYALİST SALDIRI NE ANLAMA GELİYOR?
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 20/03/2011
Tunus ve Mısır’da ABD müttefiklerinin yıkıldığı, dahası Bahreyn, Ürdün, Yemen ve hatta Kuzey Irak’ta halk hareketlerinin sürdüğü bir dönemde, tüm bu gelişmelere ters istikamette, Libya’da Batı destekli bir kalkışma yaşandı.
Ancak Batı’nın Kaddafi’nin düşeceği beklentisi gerçekleşmedi, tersine Kaddafi kalkışmayı bastırdı. İşte tam bu anda BM Güvenlik Konseyi bir karar aldı ve Fransa-İngiltere liderliğindeki koalisyon, bu karara dayanarak, Libya’ya havadan operasyon düzenlendi.
Libya’ya yönelik bu saldırı, öncelikle emperyalistler arası paylaşım mücadelesini gün yüzüne çıkardı. Öte yandan AKP ve CHP’nin “Müslümanların ve halkların” yanında değil de, emperyalistlerin yanında olduğunu ortaya koydu:
1.. ABD DEĞİL, BAŞI FRANSA-İNGİLTERE ÇEKİYOR
“Fransa-İngiltere-ABD” üçlüsü BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı 1973 sayılı karara dayanarak, Libya’ya “Şafak Yolculuğu” operasyonu başlattı. Dikkat ederseniz, saldırganları alışılageldiği gibi “ABD-İngiltere-Fransa” üçlüsü olarak sıralamadık.
Çünkü emperyalist saldırının başını Fransa-İngiltere ikilisi çekiyor. ABD, zorunlu olarak bu ikilinin peşine takıldı. Tunus’ta ve Mısır’da müttefiklerini koruyamayan, dahası Bahreyn, Ürdün, Yemen gibi ülkelerdeki halk hareketlerine karşı iş başındaki müttefiklerini savunmaya çalışan Washington’un yeni bir cephe açacak gücü yok! Kaldı ki ABD ilan ettiği takvim gereği, Afganistan ve Irak’tan adım adım geri çekiliyor…
Anımsayınız; Tunus ve Mısır’dan farklı olarak ve tam tersi istikamette ortaya çıkan ve batı karşıtı Kaddafi’yi hedef alan kalkışmadan yararlanmaya bile çalışamamıştı ABD…
Washington’un ajandasının en altında bulunan bu süreç, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin hamlesiyle hızlandı. Sarkozy önce isyancıların kurduğu yönetimi “tanıma” kararı aldı, ardından da Libya’ya saldırı için BM’den “meşruiyet” arayışına girdi. İngiltere’yle ittifak kuran Fransa’nın bu hamlesi, ABD’yi de alınan kararın uygulanmasına zorladı. Öyle ki, Fransa-İngiltere ikilisi ABD’den aslında tam destek bulsa, salt hava saldırısıyla bile yetinmeyecek!
Bu süreci en iyi özetleyen olgu ise ABD Genelkurmay Başkanı Mike Mullen’in, saldırının ikinci günü söyledikleriydi: “Libya’da yürütülen askeri harekâtın amaçları sınırlı ve kesinlikle Kaddafi’nin iktidardan indirilmesi amacı taşımıyor”.
ABD Başkanı Barack Obama da, “sınırlı bir operasyon için yetki verdiğini” ifade etti. Libya’ya saldırının salt hava saldırısını içermesi bile ABD içindeki karar vericileri karşı karşıya getirdi. Dahası Amerikan kamuoyunun yüzde 60’ının bu saldırıya karşı çıktığı bildirildi.
2.. LİBYA’YA SALDIRI KARARI AB’Yİ BÖLDÜ!
AB, son yirmi yıldır Almanya-Fransa merkezli siyasetler üzerinden yapılanıyordu. Dahası bu ikili, ABD’nin İngiltere üzerinden AB’ye yön verme gayretlerine açıktan cephe alıyordu. Oysa Libya’ya saldırı kararı, hem AB içinde bölünme hem de yeni bir cephe yarattı. Fransa hem İngiltere ile tıpkı birinci ve ikinci dünya savaşlarında olduğu gibi geleneksel ittifak anlayışına döndü, hem de Almanya ile Libya konusunda cephe cepheye geldi.
Gelişmelerin habercisi sayılabilecek iki önemli olgu şunlardı: Almanya cephesinde Berlin-Moskova ekseni oluşuyordu; Fransa cephesinde ise hem Sarkozy ile birlikte geleneksel Transatlantik ilişkilere dönüleceğinin işaretleri veriliyor hem de ülkenin NATO’nun askeri kanadına dönüşü gibi tarihi bir karar alınıyordu.
Üstelik son dönemde AB’nin doğuya doğu mu yoksa Akdeniz’e doğru mu genişleyeceği konusu, birlik içinde büyük tartışmalara yol açıyordu.
3.. ÇİN ve RUSYA SALDIRIYA KARŞI
Çin ve Rusya, BM Güvenlik Konseyi’nin hava sahasını askeri uçuşlara yasaklayan 1973 sayılı karara Almanya ile birlikte çekimser oy verdiler. Kimi kesimler, veto yetkisini kullanmayan Pekin ve Moskova’nın saldırıya dolaylı destek verdiklerini savunuyorlar. Ancak Pekin ve Moskova farkında ki, savaşı doğrudan veto etmeleri halinde, “silahlı siyaset” yapmakla karşı karşıya gelebilirler.
Sonuç olarak iki ülkenin çekimser oyu vermesi ve Libya’ya saldırıyı üzüntüyle karşılaması, dünyadaki cepheleşmeyi işaret etmesi bakımından da önemlidir.
4.. FRANSA İLE İNGİLTERE’NİN NATO ÇELİŞKİSİ
Fransa ile İngiltere arasındaki tek anlaşmazlık, NATO’nun devreye girmesiyle ilgili… İngiltere, eşgüdüm komutanlığının NATO’da olmasını istiyor, Fransa ise buna karşı.
NATO’nun bu konudaki kararını beklemeden harekete geçen koalisyonun kendi arasında şimdilik bulduğu çözüm ise eşgüdüm komutanlığını ABD’nin yapması.
İngiltere’nin tavrı en çok, daha önce “NATO’nun Libya’da ne işi var” diyen Başbakan Erdoğan’ı zor durumda bırakacak.
5.. AKP, LİBYA’YA SALDIRIYI DESTEKLEDİ
Başbakan Tayyip Erdoğan, NATO’nun değil ama Fransa-İngiltere-ABD üçlüsünün Libya’ya müdahalesini savundu ve “Libya gözyaşı dökerken biz elimiz kolumuz bağlı seyredemeyiz” dedi. Erdoğan, Kaddafi’nin görevi hemen bırakması gerektiğini savundu.
Öte yandan Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin müdahaleye askeri destek seçeneklerini masaya yatırmaya başladı: Buna göre; operasyon için bir deniz gücü oluşturulduğunda Türkiye iki firkateynle destek verecek ve coğrafi olarak Türkiye’den Libya’ya hava operasyonu mümkün olmadığından, bir filo hava operasyonuna katılabilmek için İtalya’daki NATO üssüne gönderilecek.
AKP’nin emperyalist bir saldırıya destek vermesi ve Müslüman halka yönelik yeni bir saldırıya daha ortak olması, hem hükümette hem de partide, seçim öncesi ciddi sıkıntılar yaratacak. Örneğin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, şimdiden, Türkiye’nin böyle bir saldırıya katılmayacağını ilan etti!
5.. CHP DE MÜDAHALEYİ DESTEKLİYOR
Hükümetin aradığı destek, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’ndan geldi. Ana muhalefet lideri, AKP’nin ve Türkiye’nin tavrının doğru olduğunu, çünkü BM’nin aldığı kararla, müdahalenin uluslararası meşruiyet kazandığını savundu. Kılıçdaroğlu’nun “yapılan operasyonun, kan dökülmeden gerçekleşmesini istiyoruz” şeklindeki sözleri ise daha birinci gününde 64 kişinin öldüğü emperyalist bir saldırıdan beklenti açısından, ilginçti!
Kılıçdaroğlu’nun, Fransa ve İngiltere’deki muhalefetin “Kaddafi kendi halkını katlederken, seyirci kalamazdık” türünden yaklaşımıyla örtüşen tavrı, bakalım nasıl değerlendirilecek?
6.. EMPERYALİST UŞAKLARININ SAHTE GÖZYAŞLARI
“Uluslararası meşruiyet” diye bir durumun söz konusu olamayacağının en sıcak örneği Irak’ta yaşanmışken, Kaddafi’nin halkını bombaladığı yalanının, “Saddam halkına zulmetti” türünden bir psikolojik savaş malzemesi olduğu ortadayken, çeşitli kesimlerin bu kılıflara sarılarak emperyalist bir saldırıya ortak olması, gelecek açısından affolunmaz!
Günlerce, Kaddafi’nin halkını bombaladığını yazabilmek için sahte gözyaşlarıyla insan haklarından dem vuranlar, yazanlar, çizenler, emperyalist saldırının daha birinci gününde 64 Libyalının ölmesine neden sessizler? İnsan haklarını savunmanın sınırı, emperyalistlerin çıkarına kadar mı?
Bu tutum ile “Kaddafi’nin sözde zulmüne karşı çıkan Libyalıların, ülkelerinin emperyalist saldırıya maruz kalmasına seyirci kalması” arasında, ikiyüzlülük açısından en ufak bir fark görünmüyor!
7.. LİBYA KAZANACAK
Tarih, emperyalist saldırganların değil, vatanını savunanların zaferleriyle yazılır. Ekranlarda “eski harflerle, yeni kitaplar” okunmaz türünden entel laflar söyleyerek Libya’ya saldırıya kılıf arayanlar, “strateji, doktrin” türünden kelimelerle bezedikleri cümlelerinden kan damlayanlar, tarih önünde utanacaklardır!
MEHMET ALİ GÜLLER