Posts Tagged Clinton

YENİ AMERİKA

ABD Temsilciler Meclisi’nin Cumhuriyetçi üyesi Pete Sessions, Barrack Obama’nın yemin töreninde yaptığı konuşmayı şu sözlerle değerlendiriyor: “Şaşkınlık içindeyim. Birden bire şunu anladık ki seçimlerden sonra Amerika’nın büyük geleceğini değil, düşüşünü yöneteceğiz.

ABD’nin gerileme sürecine girdiği ve ülkeyi yönetenlerin artık “yere çakılmamak” için “düşüşü yönetmeye” odaklanacağı zaten son savunma stratejisiyle de anlaşılıyordu.

ABD’nin düşüşü yönetip yönetemeyeceği de kuşkusuz başlı başına bir sorundur. Biz şimdilik bu sorunu bir kenara bırakarak, Obama’nın konuşmasını daha ayrıntılı incelemeye geçelim:

1. SÜREKLİ SAVAŞ DOKTRİNİ RAFA KALKTI

Barrack Obama’nın yeni dönem konuşması, ABD’nin Reagan’la başlayan, baba Bush ve Clinton’la süren, oğul Bush’la zirve yapan “sürekli savaş doktrininin” artık rafa kaldırdığını ortaya koymuş oldu.

Sürdürülebilir güvenlik ve kalıcı barış sürekli savaşmayı gerektirmiyor” diyen ABD Başkanı Barrack Obama, yeni dönemi “diğer milletlerle sorunları barışçı yöntemlerle çözmeye çalışacağız” sözleriyle açıklıyordu.

Obama, “biz sadece savaşı değil barışı kazanan, yeminli düşmanları dosta dönüştürenlerin mirasçılarıyız” diyerek, ABD’nin 1980-2010 yılları arasındaki 30 yıllık dünya jandarmalığı döneminin artık kapandığını işaret ediyordu.

ObamaABD’nin 10 yıllık savaş döneminin bittiğini” ilan ederken, müttefiklerine sadece “Asya’dan Afrika’ya, Güney Amerika’dan Ortadoğu’ya demokrasiyi destekleyeceğiz” genel mesajıyla yetiniyordu.

Özetle Obama, ABD hâkim sınıfları içinde süren “dünyayı ateşe verme ile geri çekilme” tartışmasının, şu aşamada, geri çekilme yönünde ağırlık kazandığını teyit etmiş oluyor ve Monroe’nun “kabuğa çekilme” doktrinine dönme işareti veriyordu.

2. NEO-LİBERALİZMİN İFLASI

Obama konuşmasında, Amerikan yüzyılı inşa etme hedefinin ideolojisi olan neo-liberalizmin de aslında iflas ettiğini itiraf ediyordu.

Neo-liberal politikaların merkezindeki “birey”, Obama’nın konuşmasında “birlik” haline geliyordu. “Halk olarak biz” diyen Obama, neo-liberalizmin “bireysel özgürlüğünün” de yeni dönemde “kolektif eylemle korunabileceğini” savunuyordu.

Hele Amerikan devrimine yönelik şu sözler, neo-liberal ekonomi anlayışının da çöküşü demekti: “1776 yılının vatanseverleri bir Kral’ın baskıcılığının yerine, bir avuç kişinin imtiyazlarını veya güruhun yönetimini koymak için mücadele etmemişlerdi.

Ve Obama “bu ülkede özgürlüğün sadece şanslılara, mutluluğun ise sadece bir avuç insana ait olduğuna inanmıyoruz” diyerek, küresel ekonomik krizden en çok etkilenen orta sınıfa sesleniyordu.

ABD Başkanı, Yeni Amerika’nın orta sınıfı esas alacağını sık sık belirtiyordu: “Gittikçe daha da daralan bir grubun halinin çok iyi olup, gittikçe büyüyen bir kesimin idare edebilir bir şekilde olmasıyla bu ülkenin başarı kazanamayacağını halk anlıyor. Biz Amerika’nın refahının yükselen orta sınıfın omuzlarında olacağına inanıyoruz.”

KÜÇÜK AMERİKA’LARA BÜYÜK SORUNLAR

Kuşkusuz bu durum Obama ve ABD için bir tercih değil, felaketi geciktirmeye yönelik bir zorunluluktur. Ve bu zorunluluk dünyanın ağırlık merkezinin Atlantik’ten Asya-Pasifik’e kaymasından ve 21. yüzyılın Amerika değil Asya yüzyılı olacağı gerçeğinden kaynaklanmaktadır.

Ve Yeni Amerika bu süreci atlatabilmek ve mevzilerini koruyabilmek adına, en çok Küçük Amerika’ları zora sokacaktır. Şöyle ki; ABD, Afrika’yı Fransa ve İngiltere ile Ortadoğu’yu da Türkiye-Kürdistan-İsrail üçlüsüyle Çin ve Rusya’ya karşı savunmaya çalışacaktır. Ancak ABD’nin Suriye ve İran’a askeri müdahalede bulunamayacağı gerçeği, Washington ile Ankara ve Tel Aviv hatlarında önemli sıkıntılar yaratacaktır!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
25 Ocak 2013

, , , , , , , , ,

Yorum bırakın

CLINTON SUK’LA NEDEN GÖRÜŞMEDİ?

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un programında Suriyeli muhaliflerle görüşmek de vardı. Ancak Clinton Suriyeli muhaliflerin çatı örgütü olan Suriye Ulusal Konseyi SUK’la değil, “bağımsız aktivistlerle” görüştü. Peki, bu ne anlama geliyor?

TAMPON BÖLGE GÜNDEMDE DEĞİL

Sorumuza yanıtı iki konudaki gelişmeyi inceleyerek arayalım:

Clinton-Davutoğlu görüşmesinden önce, ABD ve Türkiye’nin “tampon bölge” ya da “uçuşa yasak bölge” konusunu karara bağlayacağı ileri sürüldü. Hatta ikilinin basın toplantısındaki sözlerinden bu anlamı çıkarabilenler bile vardı. Ama gerçekte bu konuda bir adım atılmamıştı.

Örneğin ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone bu görüşmelerden üç gün sonra Türk gazetecilere özellikle vurguluyordu: “Tampon bölge zor!” Üstelik Ricciardone, ülkesinin askeri çözümden yana olmadığını yineliyordu.

ABD Savunma Bakanı Leon Panetta da, “uçuşa yasak bölge” konusunun gündemlerinde olmadığını belirtiyordu.

Kaldı ki, AKP Hükümeti de Clinton-Davutoğlu görüşmesinden iki gün sonra gerçeği açıklıyordu. 4 saatlik Bakanlar Kurulu toplantısının ardından basının karşısına çıkan Hükümet Sözcüsü ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Tampon bölgenin söz konusu olmadığını” belirtiyordu.

SUK KİMİN ÖRGÜTÜ?

Hillary Clinton’un SUK’la görüşmemesinin anlamını, bu kez SUK’un yapısını inceleyerek araştıralım:

SUK’un merkezi İstanbul’dadır ve kurucusu da AKP Hükümeti’dir.

SUK, ilk olarak Antalya’da ve İstanbul’da yapılan iki toplantıda inşa edildi. O zamanki adı Kurtuluş Kongresi’ydi. SUK’un bu ilk hali, yüzde 80’i Müslüman Kardeşler olan bir örgüttü.

AKP’nin oluşturduğu bu yapı, ardından bazı müdahalelerle farklı çevrelere açılmaya çalışıldı. Ancak 20 Ağustos 2011’deki toplantıda, bu kez Müslüman Kardeşler yoktu! Hatta en büyük muhalif grup olan “Şam Deklerasyonu” ile Solcular da yoktu!

Süren pazarlıklar, yapılan görüşmeler, Esad’ı devirmeyi amaçlayan Batı ülkeleriyle süren müzakerelerin ardından 2 Ekim 2011’de Suriye Ulusal Konseyi SUK ilan edildi.

SUK, İKTİDAR ODAĞI OLAMADI

Ancak bu tarihten sonra da SUK içinde sıkıntılar oluştu. Son olarak SUK’a Kürtleri de dâhil etmek için Kürt Başkan bile seçtiler.

Şu anda SUK’un 314 üyesi var. 20 kişilik kontenjanı bulunan Kürtler, Seküler gruplar ve Müslüman Kardeşler, SUK’un en büyük kesimini oluşturuyorlar.

Ancak başa kimin geçeceği ve hangi ülkenin etkin olacağı gibi çıkar çatışmaları nedeniyle bir türlü “birlik” oluşturulamıyor. Bu durum, ABD Kongresi’nde “silahların farklı ellere gidebileceği” tartışmalarına bile dönüşmüş durumda.

Suriye cephesi direndikçe ve Rusya-Çin ikilisi ABD’ye karşı inisiyatif geliştirdikçe, bu birlik çalışması daha da zorlaşıyor!

TARAFLAR BİRBİRİNİ SUÇLUYOR

Aslında SUK sözcüsü Muhammed Sarmini’nin sözleri Clinton’un neden kendileriyle görüşmediğini açıklıyor: “SUK’u bir kenara atıyorlar. Bence bu, Konsey’e, artık Amerikalılar tarafından desteklenmediklerini söylemektir.”

ABD ise durumu daha diplomatik şekilde ifade ediyor. Örneğin Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nden Andrew Tabler, “SUK, öngörülen işlevi edinemedi” diyor.

Esad’ı devirmeyi başaramayan Atlantik ülkeleri topu birlik oluşturamayan muhaliflere, muhalifler ise topu, kendilerini yeterince desteklemeyen ve silah vermeyen Atlantik ülkelerine atıyor!

Özgür Suriye Ordusu’nun son açıklaması bu bakımdan anlamlı: “Libya’dan bize gönderilen, parasını Katar’ın verdiği silahlar hâlâ Türkiye’de ve elimize ulaşmadı!”

Bu arada Müslüman Kardeşler’in SUK’tan tamamen ayrıldığı iddia ediliyor. Bu iddia, El Kaide tipi bombalı saldırıların artması ve kontrgerilla faaliyetlerinin öne çıkmasıyla birleşince anlam kazanıyor. Bunu da bir başka yazıda inceleyeceğiz.

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
16 Ağustos 2012

, , , , , , ,

Yorum bırakın

CLINTON NEDEN GELİYOR?

İki gün sonra Türkiye’ye gelecek olan ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın açıklaması bir durum değişikliğine mi işaret ediyor? Clinton isim vermeden uyarıyor: “Suriye’deki durumu fırsat bilen bazı ülkelerin bu ülkeye gizli savaşçılar veya teröristleri sevk etmesine müsamaha etmeyeceğiz!”

Clinton bu sözleri kime söylüyor? İran’a mı? Her konuda İran’ı açıkça tehdit eden bir ülke, neden şimdi isim zikretmekten kaçınsın ki?

Peki, başka hangi ülkeler Suriye’ye “gizli savaşçı ve terörist” sevk ediyor? Türkiye ve Suudi Arabistan!

ABD TÜRKİYE’YE NEDEN İTİRAZ EDİYOR?

Clinton’un kimi hedef aldığını anlamak için son iki haftada yapılan şu ABD resmi açıklamalarını anımsamalıyız:

1. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcülerinden Victoria Nuland, Suriye’ye dışarıdan müdahale edilmesini istemediklerini açıkladı.

2. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcülerinden Patrick Ventrel, Türk tanklarının sınırdaki hareketliliğine değinerek, “Türkiye’nin kendi ulusal güvenlik çıkarlarını anlıyoruz. Ama şu anda durumu daha fazla askerileştirmenin ilerlenecek yol olduğunu düşünmüyoruz” dedi.

3. Henri Barkey, Türkiye’yi Suriye’deki Kürdistan’a alışmaya çağırdı!

Clinton’un yukarıdaki 3 açıklamayla uyumlu sözleri, açık ki bir durum değişikliğine işaret ediyor. 16 aydır Türkiye’den Suriye’de askeri liderlik üstlenmesini isteyen ABD için ne değişti peki?

SURİYE’DE NE DEĞİŞTİ?

Bizi yanıta götürecek olguları sıralayalım:

1. 22 Haziran’da bir Türk keşif uçağı Suriye tarafından düşürüldü. Güzergâhı ve sınır ihlali gibi olgular, uçağın NATO yemi yapıldığına işaretti.

2. Dünya kamuoyuna bölünmüş bir Suriye haritası servis edildi. Güya bu harita Esad’ın B planıydı ve rejim, durum kontrolden çıktığında Suriye’nin kuzey batısında, Lazkiye merkezli bir Alevi devleti kurarak çekilecekti. Aslında haritanın sahibi CIA’ydı!

3. Barzani 11 Temmuz’da Suriye’deki Kürt partilerini bir araya getirdi. PKK’nin Suriye kolu PYD ile diğer Kürt partileri, Erbil mutabakatı imzaladı.

4. 18 Temmuz’da Suriye üst düzey yöneticilerini hedef alan bir bombalı saldırı gerçekleşti. ABD imzalı bu saldırı, Esad’ı Suriye’nin kuzeyindeki mevzileri boşaltarak, Şam merkezli bir savunmaya zorladı.

Aynı gün Putin-Erdoğan zirvesinde Türkiye, Cenevre sürecini kabul etti!

5. PYD-PKK 22 Temmuz’dan itibaren Esad’ın çekildiği mevzileri doldurmaya başladı. PYD birkaç gün içinde 6 yerleşim bölgesinde “otorite” oldu!

Bu gelişmeyle birlikte Türkiye’de “askeri hareketlilik” başladı. Suriye’nin kuzeyine müdahale seslendirildi. Ancak ABD bu kez itiraz ediyordu. Neden?

ABD-TÜRKİYE EŞGÜDÜMÜ BOZULDU MU?

ABD’nin hedefi, Suriye’nin kuzeyini Şam’dan koparmaktı. Bu hedef, Türkiye’nin dış müdahalesine gerek kalmadan, kısmen gerçekleşmeye başladı.

Türkiye’nin müdahalesi ise artık tersine, bu gelişmeyi baltalayabilirdi. Türkiye’nin meseleye Kürt merkezli bakarak bir çözüme yönelmesi ise ABD’nin hedefini olumsuz etkileyebilirdi.

ABD, bir Türkiye müdahalesi yerine, Suriye’nin kuzeyindeki güç boşluğunu tıpkı 1991’de Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi “merkeze bağlı olmayan alana” dönüştürmek istiyor. “Tampon bölge” ya da “güvenli bölge” denilerek, belli kara parçasının Şam’dan koparılması hedefleniyor.

Clinton işte bu hedefi masaya yatırmaya geliyor.

Bu konuyu aydınlatabilmek için incelemeye devam edeceğiz; çünkü İran-Türkiye temasları da gösteriyor ki, Erdoğan-Putin görüşmesi bildiklerimizin ötesinde konular içeriyor!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
9 Ağustos 2012

,

Yorum bırakın

YENİ ORTADOĞU HAYALİ

Önce Başbakan Erdoğan Suriye’ye NATO sopası salladı… Ardından da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu TBMM’de gündem dışı söz alarak, “Ortadoğu’da değişim dalgasını yöneteceklerini” ve “Yeni Ortadoğu’nun sahibi ve öncüsü” olacaklarını savundu.

Sefer hazırlığı içinde oldukları, Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül’ün “dış müdahale ile Suriye haritasının değiştirilmesi” noktasına gelmesinden de belli…

Karagül’ün son bir yıllık Suriye yazılarındaki zikzaklar, dış baskı meselesinin anlaşılması açısından çok öğreticidir. Ama önceki günkü yazısındaki bir itiraf, boyunlarındaki ağırlığı tam anlamıyla ortaya koymaktadır:

“Suriye’de rejim değişikliği kararı çoktan verilmişti. Üstelik bu karar, Türkiye – Suriye ilişkilerinin iyi gittiği dönemde bile belliydi. Türkiye – Suriye ortak Bakanlar Kurulu toplantılarının yapıldığı dönemlerde bile birileri Türkiye’de ve bütün bölgede organizasyonlar düzenliyor, bizlere kadar gelip destek istiyordu. Süreç ilerletildi ve bu noktaya geldi.”

SURİYE GÖREVİNİ KİM VERDİ?

Esad’ın yüzüne gülünüp, arkasından neler çevrildiğinin ispatı olan bu itirafa geleceğiz ama şu soruları İbrahim Karagül’e yöneltmeden geçmeyelim: Sizlere kadar gelenler kimlerdi? Sizler, gelenlere ne yanıt verdiniz?

Başta Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere pek çok kişinin Erdoğan’a karşı söylediği “Daha dün kardeşim Esad diyordunuz, bugün ne oldu?” şeklindeki serzenişin yanlış olduğunu, Erdoğan’ın o gün de, tıpkı bugünkü gibi Esad ve Suriye karşıtı olduğunu bu köşede birkaç kez dile getirmiştik.

Suriye ile yakınlaşma denilen süreç, ABD’nin “model ortak” ilan ettiği Türkiye’ye, Obama’nın BOP Eşbaşkanı Erdoğan’a ve Cinton’un “alt bölgesel düzenler kurucusu” Davutoğlu’na verdiği görevdi!

İran’ı yalnızlaştırmak, Suriye’yi ve Lübnan’ı İran’dan koparmak içindi tüm o şovlar… Bu büyük operasyonun başarısı için, Türkiye’nin bölgede “liderlik” yapmasına bile izin vermişti ABD… Ve bu bölgede liderlik yapabilmenin birinci şartı olan İsrail karşıtlığına bile göz yummuştu…

İki yıldır Odatv ve Aydınlık’ta ısrarla altını çizdiğimiz bu gerçeği, hem de o cepheden ve birinci ağızdan doğruladığı için İbrahim Karagül’e teşekkür ederiz.

DAVUTOĞLU’NUN “YENİ ORTADOĞU” GÖREVİ

Gelelim Davutoğlu’nun “Yeni Ortadoğu’nun sahibi ve öncüsü olma” görevine…

Başında “yeni” olan her şeyin Amerikan yapımı olduğunu herhalde bu bölgede en iyi biz Türkler biliyoruzdur. Yeni Dünya Düzeni ile başlayan bu “yenilenme” süreci, son dönemde Yeni CHP, Yeni Anayasa, Yeni Türkiye diye sürüyor…

Mart 2009’da “ABD ile altın bir işbirliği dönemi” vurgusu yaptıktan ve görevini “küresel yeni düzene, çevremizde alt bölgesel düzenleri yeniden kurarak katkı yapacağız” diye açıkladıktan sonra Dışişleri Bakanı olarak atanan Ahmet Davutoğlu’nun “yeni Ortadoğu sahipliğinin” izlerini anımsayalım:

Haziran 2010’da İran’ı yalnızlaştırmak için Suriye, Lübnan ve Ürdün’le “Ortadoğu Birliği” kurdu; Aralık 2010’da “Osmanlı milletler topluluğu” işareti verdi; Mart 2011’de “bölge değişimine yön vermezsek, bundan en olumsuz biz etkileniriz” dedi; Ocak 2012’de “100 yıl sonra Ortadoğu’ya yeniden girme” görevini açıkladı.

BOP DA YENİ ORTADOĞU DA MÜMKÜN DEĞİL

Yeni Ortadoğu’nun ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde olduğu, bu projenin “alt bölgesel düzenlerinden” biri olduğu ortada… Ancak bizimkilerin göremediği büyük gerçek şu: ABD’nin BOP’u çuvallamışken, AKP’nin Yeni Ortadoğu’su mümkün değildir!

Çünkü dünyayı Atlantik değil, artık Asya-pasifik döndürüyor!

Görevleri, dünyayı doğru okuyabilmelerini engellemektedir. Bu yüzden de hâlâ sefer hazırlığı içindedirler! Üstelik Esad’a tanıdıkları 15 günlük süre, 180 gün önce dolduğu halde!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
29 Nisan 2012

, , , , , , , , ,

1 Yorum

OBAMA DÜĞÜNE NEDEN DAVET EDİLMEDİ?

Eski ABD Başkanı Bill Clinton’la Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un tek kızı Chelsea Clinton, New York’ta gerçekleşen özel bir düğünle (5 milyon dolarlık) bankacı nişanlısı Marc Mezvinski’yle dünya evine girdi. (Hürriyet, 1 Ağustos 2010). Metodist gelinle Yahudi damadın düğününe hahamla metodist papazın katıldığına dikkat çeken Hürriyet, haberine “Düğünde papaz da vardı haham da” başlığını seçmiş.

Papaz ve hahamın da olduğu düğünde ABD Devlet Başkanı Barrack Obama yoktu. Chlesea, Obama’nın Dışişleri Bakanı’nın kızı olduğuna göre, ABD Devlet Başkanı eğer savaşta değilse, mutlaka bu düğünde olmalıydı. Ama Obama düğüne katılmadı, çünkü davet edilmemişti!

Üstelik Obama, düğünden üç gün önce, katıldığı bir tv programında düğüne “henüz” davet edilmediğini de açıklamıştı. “Düğüne davet edilmedim. Sanırım Hillary ve Bill davet konusunu tamamen Chelsea ve müstakbel eşine bırakmak istiyor” diyen Obama, “bir düğünde iki başkan istenmez” diyerek espri yaptı. (Hürriyet, 29 Temmuz 2010)

Peki Obama neden bu düğüne katılmadı? Daha doğrusu Obama neden bu düğüne davet edilmedi?

ABD diplomasisinde bir tokalaşma görüntüsünün bile ne anlamlara geldiğini bilenler, Obama’nın düğüne davet edilmemesinin arkasındaki gerçeği, yani yönetim içindeki bölünme gerçeğini de bilirler.

ABD yönetiminde bölünme olduğunu, elbette sadece Obama’nın düğüne davet edilmemesinden dolayı söylemiyoruz. 92 bin Afganistan Savaşı belgesinin WikiLeaks’e sızması, Washington Post’ta çıkan “ABD istihbaratı kontrolden çıktı” anafikirli yaz dizisi, Mali Piyasalardaki düzenlemeyle ilgili çıkan yasanın tartışmaları, Sağlık Reformu paketindeki saflaşma, Arizona Eyaleti’nin çıkardığı Göçmen Yasası, Beyaz Saray’daki şimdilik durdurulan istifalar… Hatta İsrail’in Mavi Marmara’ya saldırısına ve Türkiye’nin imza attığı Tahran Anlaşması’na yönetim içindeki yaklaşım farklılıkları bile ciddi bölünme olgularıdır.

Tek tek bu olguları işleyeceğiz ama gelin önce Obama yönetiminin nasıl kotarıldığını anımsayalım.

ABD YÖNETİMİ BİR KOLASİYONDUR

Obama ve Hillary Clinton’un Demokrat Parti seçimlerinde neredeyse yarışın sonuna kadar başa baş yarıştığını anımsıyorsunuzdur. İşte o büyük yarış, temsil ettikleri sermaye kesimlerinin uzlaşısıyla sonuçlandı ve yarışı Obama ve Clinton “birlikte” kazandı! Biri Başkan adayı, diğeri de Dışişleri Bakanı adayı olacaktı! Böylece bir koalisyon kurulmuş oldu.

Aslında ABD 2008 Başkanlık seçimleri tamamlandığında ve Obama Yönetimi şekillendiğinde görüldü ki, yönetim beşli bileşenden oluşan iki grup halindeydi. Açalım:

ABD YÖNETİMİNDE BEŞ BİLEŞEN

Birinci Bileşen: Barrack Obama. Demokrat Parti’nin “Çevre” temsilcisi. İttifakçı, çok taraflı BOP’tan yana.

İkinci Bileşen: Hillary Clinton. Bush’tan önceki Başkan Bill Clinton’un karısı. Demokrat Parti’nin “Merkez” temsilcisi. Bush döneminde Senato’da olan Hillary Clinton, NeoCon’ların politikalarına destek vermişti! Koalisyon’da aynı zamanda New York ağırlıklı Yahudi sermayesini temsil ediyor.

Üçüncü Bileşen: Joe Biden. Irak merkezli BOP’çu. Irak’ı Şii, Sünni ve Kürtler arasında üçe bölen planın sahibi.

Dördüncü Bileşen: Robert Gates. Bush’un son bir yılında, ABD Yönetimine, BOP revizyonu için monte edildi. Bu nedenle Obama Yönetimi’nde de bu görevini sürdürdü. Afganistan merkezli BOP savunucusu. Irak’tan çekilmeyi savunuyor. İran’la müzakerelerden yana.

Beşinci Bileşen: James Jones. Koalisyonda Ulusal Güvenlik Konseyi’nin başı olarak yer aldı. Eski NATO komutanı. Demokratlar iktidarda ama o bir Cumhuriyetçi olarak koalisyona girdi. Obama’nın kazandığı seçimlerde Cumhuriyetçi Parti adayı John McCain’i açıkça desteklemişti!

İşte böylesi beş bileşenden ama iki gruptan oluşan ABD Yönetimi, durum kötüye gittikçe daha fazla saflaşıyor. Gruplar arasındaki çelişme, ABD batağa saplandıkça daha fazla derinleşiyor.

Gelin şimdi bu saflaşmalara yol açan olguları tek tek inceleyelim:

92 BİN ABD SAVAŞ BELGESİ SIZDI

ABD’nin Afganistan Savaşı’yla ilgili tam 92 bin belgesi internet portalı WikiLeaks’e sızdırıldı. Bunun internetle sınırlı kalmaması için belgeler aynı zamanda WikiLeaks üzerinden ABD’nin New York Times, İngiltere’nin Guardian ve Almanya’nın Der Spiegel isimli dünya çapındaki yayın organlarına da servis edildi.

Belgelerin ortaya çıkması Obama Yönetimi’nde şok etkisi yarattı. WikiLeaks sitesinin Genel Yayın Yönetmeni Julian Assange, “belgelerin sadece Afganistan savaşıyla ilgili değil, tüm modern savaşlarla ilgili algılamayı değiştireceğini” savunuyor. (haber50.com, 28 Temmuz 2010)

Belgelerin sızdırılmasının ABD savaş planlarına büyük darbe vurduğu herkesin ortak kanısı. Örneğin Jimmy Carter döneminde Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Zbigniew Brzezinski, Vietnam yalanlarıyla ilgili gizli belgelerin ABD’de Vietnam Savaşı ile ilgili havayı değiştirdiğine dikkat çekiyor; aynısının şimdi Afganistan için yaşanabileceği yorumunda bulunuyor. Brzezinski, “Obama ekibi, savaş stratejisi üzerindeki kontrolü yitirebilir” diyor. (haber50.com, 28 Temmuz 2010)

Öte yandan WikiLeaks’in elinde henüz yayımlanmamış ABD Dışişleri Bakanlığı kriptoları olduğu da ortaya çıktı. Sitenin Genel Yayın Yönetmeni Julian Assange sızan belgelerin içinde çıkan 1.4 GB büyüklüğündeki şifreli bir dosyanın da, kendisine bir şey olması halinde açıklanacağını söyledi. Assange, dosyanın şifresini belirli kişilere göndermiş. (Hürriyet, 1 Ağustos 2010)

ABD’de yaygın kanaat sızdırılan belgelerin ABD Ordusu’nun rahatsızlığının bir ifadesi olduğu şeklinde!

Peki ABD Ordusu neden rahatsız?

ABD SUBAYLARI RAHATSIZ

Anımsayacağınız gibi ABD’nin Afganistan’daki Komutanı General McChrystal, “Bu savaşı kazanacağımıza askerlerimi inandıramıyorum” demiş ve Obama Yönetimi’nin Afganistan stratejisini eleştirmişti. Washington çareyi, cephedeki komutanı görevden alıp, yerine Irak komutanı General Petreaus’u atamakta aramıştı.

Afganistan Stratejisi yalnız ABD subaylarını değil müttefikleri İngiltere ve Fransa askerlerini de rahatsız ediyordu. İngiltere Gemelkurmay Başkanı General David Richards, “çıkış stratejisinin bir parçası olarak Taliban ile bir an önce müzakerelere başlanması” talebinde bulunuyordu. (Milliyet, 1 Temmuz 2010.

Fransız General Vincent Desportes ise daha keskin ifadeler kullanıyordu. ABD Doktrininin işlemediğini, bu stratejinin gözden geçirilmesi gerektiğini savunan General Desportes, “30 bin ek asker” önerisine de tepki gösteriyordu: “Herkes bunun sıfır ya da 100 binden fazla olması gerektiğini biliyordu. Yarım Savaş yapılmaz!”. (Milliyet, 2 Temmuz 2010)

ABD İSTİHBARATI KONTROLDEN ÇIKTI

Sızan 92 bin belgeden bir hafta önce Washington Post ilginç bir yazı dizisi yayımlamıştı. ABD istihbarat örgütlerini inceleyen gazete, “aşırı büyüyen istihbarat servislerinin kontrolden çıktığını” belirtiyordu. (Washington Post, 19 Temmuz 2010)

Washington Post’a göre terörle mücadele ve istihbarat alanında görevli 1271 devlet kurumu ve  2 bine yakın özel şirket, neredeyse aynı işi yapıyor. Gazete, bu kurumların ne kadar parayı boşa harcadığının da bilinmediğini savunuyor.

Amerikan Ulusal İstihbarat Dairesi’nin başkanlığını vekaleten yürüten David Gompert ise Washington Post’un araştırmasının gerçekleri tam yansıtmadığını savunuyor ve her gün çok sayıda saldırının engellendiğini, bu alanda başarılar kazanıldığını belirtiyordu. (VOAnews.com, 20 Temmuz 2010)

Savunma Bakanı Robert Gates de, “istihbarat kurumlarının gereğinden fazla büyüdüğünü” reddediyor ancak bu kurumları bir arada tutmanın zor olduğuna işaret ediyordu. (VOAnews.com, 20 Temmuz 2010)

CIA – CHENEY SAVAŞI

İstihbarat örgütleri demişken, ABD sermaye kesimleri arasındaki çelişmeleri yansıtması bakımından mevcut CIA Başkanı ile eski ABD Başkan Yardımcısı arasındaki söz düellosunu da anımsatalım.

Önce Bush Dönemi ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney konuştu. Cheney çok sert ifadeler kullandığı konuşmasında yeni ABD yönetimini ülkeyi zayıflatmakla suçladı. Cheney, Obama’nın politikalarıyla ilgili olarak “Amerikan halkını hedef alacak yeni bir saldırı riskini artıracak tercihlerde bulunuyor” dedi. (Zaman, 16 Haziran 2010)

Cheney’e yanıt ise CIA Başkanı Leon Panetta’dan geldi. Panetta, Cheney için, “Haklı olduğunu kanıtlamak için neredeyse ülkesine yeniden saldırılmasını istiyor” diyerek 11 Eylül’e gönderme yapıyordu! Cheney’nin tehlikeli bir siyaset yürüttüğünü belirten CIA Başkanı, Chaney’in ulusal güvenlik konusunda “sudan bile kan kokusu aldığını” söylüyordu. (New Yorker, 22 Haziran 2010)

Panetta’nın bu çıkışından önce dikkat çeken bir gelişme daha yaşanmıştı. CIA’ya yakınlığı ile tanınan gazeteci Wayne Madsen, 2005 yılında bombalı bir saldırı sonucu ölen Lübnan Başbakanı Refik Hariri’yi, Cheney’nin emrindeki bir suikast timinin öldürdüğünü belirtiyordu! (Zaman, 16 Haziran 2010)

MALİ SERBESTLİĞE FREN

ABD’de sermaye kesimleri arasındaki saflaşmayı en çok kızıştıran gelişme ise Mali Piyasaların Düzenlenmesi ile ilgili yasaydı.

Hazırlıkları bir yıl süren “finans sektörüne sıkı denetim getiren” tasarı, 16 Temmuz 2010’da Kongre’den geçti. Yeni düzenlemenin felsefesi şöyle özetleniyor: “Madem, ‘batmasına izin verilmeyecek kadar büyük olmak’ kurtarma gerekçesi olabiliyor ve bunun maliyeti topluma yıkılıyor, o zaman ‘var olmasına izin verilmeyecek kadar büyük’ kavramı da uygulanmalı! (Hasan Ersel, Referans, 1 Şubat 2010)

Obama, tasarının Kongre’de onaylanmasından sonra yaptığı konuşmada, “Bundan sonra her Amerikalı, kendisi için yararlı finans kararları alabilmek için gerekli net bilgiye ulaşabilecek. Bu reform, tarihte tüketiciyi finansal anlamda en iyi koruyan düzenleme olacak. Bu reform sayesinde Amerikan halkı Wall Street’in hatalarının faturasını ödemek zorunda kalmayacak” dedi. (Milliyet, 17 Temmuz 2010). Mali kesimler ise bu düzenlemeyle artık Avrupalı ve diğer büyük ülke bankaları karşısında dezavantajlı duruma düştüklerini belirttiler.

Obama’nın “komünist”likle suçlanmasına neden olan tasarı kongreden geçti geçmesine ama bu bir yıl içerisinde sermaye kesimleri arasında büyük kavgalara yol açtı.

OBAMA’YA SOROS DESTEĞİ

Obama yola “Bankalarla savaşmam gerekiyorsa, buna hazırım” diyerek çıkmış; Bankalar da Obama’yı 2010 Davos Zirvesi’nde açıkça hedef almıştı. (Financial Times, 27 Ocak 2010)

Bu alanda Obama’ya destek ise ilginç bir isimden, ünlü spekülatör George Soros’dan geliyordu. Soros, planın Wall Street için iyi bir hamle olduğunu ve ABD’deki büyük bankaları yeniden yapılandıracağını belirtiyordu. Soros, “eğer yasa çıkarsa, bu, bildiğimiz anlamdaki Goldman Sachs’ın sonu anlamına gelecek” diyordu. (Financial Times, 27 Ocak 2010)

Sonuç olarak, Reagan ile başlatılan “mali kesimde serbestlik” ilkesi Obama’nın düzenlemesiyle büyük yara alıyordu…

OBAMA SAĞLIK PAKETİNDE BÜYÜK YARA ALDI

Büyük kavgaya yol açan bir diğer gelişme de Sağlık Reformu Paketi’ydi. Bu paket de yine diğer gelişmeler gibi hem Cumhuriyetçilerle Demokratları karşı karşıya getirdi, hem de demokratların liberal kanadıyla, devlet müdahaleciliğini savunan Obamacı kanadı karşı karşıya getirdi.

Clinton’un savunduğu “Ulusal Sağlık Siğortası” ile Obama’nın savunduğu “özel ve devletin birlikte yer aldığı karma plan” büyük gürültü koparmış; en sonunda ikisine de benzemeyen bir uzlaşı paketi ortaya çıkmıştı.

Paket bu haliyle ancak Kongre’den geçebilmiş ancak Obama’yı en önem verdiği seçim vaadini bile yerine getiremez pozisyonuna sokmuş oluyordu.

FEDERAL İLE YEREL YÖNETİM KAVGASI

Arizona Eyalet Kongresi, yasadışı göçmenlerle mücadele için polise olağanüstü yetkiler tanıyan bir yasa çıkardı. Yasa büyük tepki çekti. ABD Başkanı Obama, Eyalet Kongresi’ni “bu tip yasalar Federal Hükümet’in yetkisindedir, haddinizi aşmayın” diye uyarırken, Adalet Bakanı Eric Holder’dan İç Güvenlik Bakanı Napolitano’ya kadar hükümetten sert tepkiler geldi. Öyle ki, ABD halkı Arizona ürünlerini bile protesto etmeye başladı.

Yasa aslında mevcut bir çatışmayı ortaya çıkardığı için büyük gürültü koparmıştı. Meksika sınırındaki Arizona Eyaleti’nin Valisi Brewer, yasanın Washignton’ın çözmeyi reddettiği problemin çözümüne yönelik bir adım olduğunu savunuyordu. New York Belediye Başkanı Michale Blomberg ise yasanın “ulusal intihar” olduğunu belirtiyordu. (Hürriyet, 5 Ocak 2010)

Peki neydi problem? ABD’deki Hispanik varlığıydı!

Öncelikle belirtelim ki, Federal hükümetle yetki çatışmasına giren Arizona eyaletinin en önemli özelliği, Cumhuriyetçilerin başkan adayı John McCain’in seçim bölgesi olması. Sarah Palin de Cumhuriyetçilerin başkan yardımcısı adayıydı.

Cumhuriyetçi Parti’de başkan ve yardımcısı belirlenirken de bir uzlaşıya gidilmişti. Palin, Cumhuriyetçi Parti’nin etkili kanatlarından Çay Partisi’nin sözcüsüydü.

DEVLET MÜDAHALECİLİĞİNE KARŞI ÇAY PARTİSİ

Çay Partisi, adını Amerikan Bağımsızlık Savaşının başlangıcından alıyor. Boston Çay Partisi, 1773 yılında Samuel Adams önderliğinde Boston’daki İngiliz şirketine ait çayları denize dökenlere verilen addır. Amerikan milliyetçiliğinde önemli bir simge olan Çay Partisi aynı zamanda Cumhuriyetçi Parti içinde de bir kanattır.

Obama’nın 1 triyon dolara yakın büyüklükteki kurtarma paketini çıkarmasına tepki olarak hızla büyüyen Çay Partisi, düzenlediği toplantılarda Amerikan ruhunun canlandırılmasını ve kuruluş ilkelerine dönüş gibi temaları işliyor. Hareket güneyde daha çok Evangelist etki ve ırkçı temalara odaklanırken; kuzeyde devlet müdahaleciliğine tepki, federal devlet yerine yerel devletin etkinliğinin artması ve anti-komünistlik üzerine yoğunlaşmaktadır.

İşte Arizo’nın tepkisinin ideolojik kaynağı bu harekette yatmaktadır. Hispaniklerin varlığı Arizona Eyaleti Kongresi tarafından bu yasayla “problem” olarak ilan edilmiştir!

ABD ile Meksika arasında krize neden olan ve Federal Mahkeme tarafından bazı maddeleri iptal edilen Yasa, 29 Temmuz’da yürürlüğe girdi. Ancak Senatör Russel Pearce’ın Federal Mahkeme’nin kararını temyize götürmesi, ABD’de federal yönetim ile yerel yönetim arasındaki kavgasının daha da büyüyeceğine işaret ediyor.

ABD’DE İSRAİL ÇATLAĞI

ABD Yönetimi içindeki ayrılığın bir diğer olgusu da İsrail’e yönelik tutumlardır.

Obama iktidara gelirken “iki devletli çözümü” hedeflediğini ilan etmiş ve bu doğrultuda Filistin ile İsrail Yönetimi arasında dolaylı görüşmeleri başlatacağını vaat etmişti. (Bu plan revize BOP’un gereğidir.)

Ancak mevcut İsrail Yönetimi Obama’nın bu planına direndi. Öyle ki, İsrail, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın ziyareti sırasında “Doğu Kudüs yeni yerleşim birimi inşaatı” projesini açıklayarak adeta Obama’ya meydan okudu. ABD Yönetimi ise İsrail’e 4 maddelik ültimatom verdi.

ABD’deki en büyük Yahudi Örgütü AIPAC ise Obama’nın İsrail’e tepkisini “ciddi endişe kaynağı” olarak yorumladı.

OBAMA YAHUDİLERİ BÖLDÜ

Yeri gelmişken anımsatalım. AIPAC’a alternatif yeni bir Yahudi lobisi ortaya çıktı: J Street. İsrail’in Washignton Büyükelçisi Michael Oren, “J Street” isimli yeni lobinin açılışına katılmazken, Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones açılışta hazır bulunuyordu. Yeni Lobinin kurucuları arasında dikkat çeken bir isim de vardı: George Soros. Soros’un 2010 Davos’unda Obama’yı hedef alan finans sektörüne karşı onu savunduğunu yukarıda belirtmiştik.

İşte bu yeni lobi, J Street, soruna Obama’nın penceresinden yaklaşan açıklamalar yaparak diğer Yahudi lobilerinin de tepkisini çekiyordu. Adı Saray Yahudileri ve Obama Yahudileri’ne çıkan J Street, Filistin sorununda iki devletli çözüm istiyor, Kudüs’ün paylaşılmasını savunuyor, yeni yerleşimlerin durdurulmasını istiyor, Golan tepelerinin Suriye’ye bırakılmasını ve İsrail’in 1967 sınırlarına geri çekilmesini savunuyor; dahası İran’a yaptırım yerine müzakere istiyordu! (Sait Çakır, Obama Yahudileri nasıl böldü, Odatv.com, 20 Ekim 2009)

MAVİ MARMARA ESRARI

Dönelim Obama’nın “dolaylı görüşmeleri başlatma hedefine…

İşte bu görüşmelerin karara bağlandığı (NetenyahuMahmut Abbas Görüşmesi) ve iki hafta içinde yapılacağı duyurulduğu günlerde uluslararası krize yol açan bir gelişme oldu: İsrail, Gazze Konvoyu’na saldırdı ve Mavi Marmara Gemisi’nde 9 kişiyi öldürdü!

ABD Yönetimi içinde Türkiye’ye tepki gösterilmesini isteyenler vardı. Obama ise yaptığı kontrollü açıklamalara bir de Gazze ablukasının kaldırılması çağrısını eklemişti!

Cumhuriyetçilerin başkan yardımcısı adayı ve Çay Partisi Sözcüsü Sarah Palin, “Türkiye’ye tepki göstermeyen” Obama’yı, “İsrail’e ihanetle” suçladı.

Bir anımsatma daha yaparak bu bölümü kapatalım. İsrail’in Mavi Marmara’ya saldırdığı gün, İsrail Başbakanı Netenyahu Kanada’dan Washington’a geçecek ve Netanyahu ile Davutoğlu arasında bir görüşme yapılacaktı!

ASKERLERDEN OBAMA’YA, CARTER ANIMSATMASI

Öte yandan İsrail karşıtı Emekli Askerlerin çıkardığı Veterans Today, Robert Perry imzasıyla Obama’ya bir dost uyarısı yaptı. Eski askerler Obama’ya, CIA ve Likud’un (Başbakan Menachem Begin’in liderliğini yaptığı İsrail Partisi) ABD Başkanı Jimmy Carter’ın ikinci kez seçilmesini engellediğini ve 1980’de Reagon’a seçim kazandırdıklarını anımsattılar. Carter, 1978 yılında Camp David’de İsrail’den işgal ettiği topraklardan çekilmesini istemişti.

ERDOĞAN OBAMA İLE CLİNTON ARASINDA

İsrail konusunda ABD’de çıkan görüş ayrılıkları AKP’ye de yansıdı. Aynı durum İran konusunda da yaşandı.

Obama’nın teşvikiyle ve mektubuyla Tahran Anlaşması’na imza koyan AKP hükümeti, ABD Dışişleri Sözcüsü’nin “anlaşma geçersizdir” açıklamasıyla ortada kalmıştı! Ancak ABD Dışişleri’nin bu tavrı, Erdoğan hükümetinin ortada kalmasından çok, Clinton’un Obama’nın başkanlığını sorgulamasına neden olması bakımından önemliydi.

Benzer durum Ermeni Soykırımı tasarısı görüşmeleri sırasında da olmuştu.

Tasarı henüz ABD Temsilciler Meclisi Dışilişkiler Komitesi’nde iken Beyaz Saray bir açıklama yaptı ve Dışişleri Bakanı Clinton’un Komite Başkanı’yla görüştüğünü ve tasarının reddedilmesini önerdiğini duyurdu!

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon ise “Tasarı, Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’na sunulursa, Obama müdahale etmeyecek” diyordu!

Beyaz Saray Clinton adına, Dışişleri de Obama adına taahhütlerde bulunarak, birbirinin altını oyuyordu!

BEYAZ SARAY İSTİFALARI

Beyaz Saray ile Dışişleri Savaşı sürerken, Beyaz Saray’dan gelen üst üste iki istifa haber şok etkisi yarattı.

İlki Obama’nın Özel Kalem Müdürü Rahm Emanuel’in istifasıydı. Bir Başkan dört yılını tamamlamadan ilk defa Özel Kalem Müdürü’nü kaybedecekti. Konunun önemi nedeniyle, Emanuel’in istifasını geri aldığı duyuruldu! Ancak aslında istifa geri alınmamıştı. Sadece Kasım’da yapılacak Kongre seçimlerine kadar buzdolabına kaldırılmıştı.

Sorun çözüldü derken, bir başka istifa haberini de Washington Post duyurdu. Beyaz Saray Bütçe Müdürü Peter Orszag önümüzdeki iki hafta içinde istifa edecekti! (Washington Post, 12 Temmuz 2010)

Kasımda yapılacak Kongre seçimleri ABD devleti içindeki çatlağı da, ABD yönetimi içindeki ayrılığı da daha çok su yüzüne çıkarıyor. Buna, 18 Mayıs’taki ön seçimlerde, mevcut kongre üyelerinin çoğunun seçimi kaybettiği gerçeği de eklenirse, önümüzdeki günlerde daha çok sızan belgeler ve daha büyük savaşlar yaşanacağını söyleyebiliriz…

SONUÇ

ABD, toplam olarak serbest piyasacılarla, devlet müdahalecileri olarak ikiye bölünmüş durumda. Bu durum ABD’nin iç politikasına da, dış politikasına da önemli bir etki yapıyor. Irak ve Afganistan cephelerinde yenilen, ekonomisini düze çıkaramayan ABD, bu saflaşmaları önümüzdeki dönem daha da keskinleşmiş olarak yaşayacak.

MEHMET ALİ GÜLLER

,

Yorum bırakın

%d blogcu bunu beğendi: