Posts Tagged Abdullah Gül

HERKES ERDOĞAN’A DÜŞMAN!

Başbakan Erdoğan dün isim vermeden Bülent Arınç’ı eleştirdi ve şöyle dedi: “Aramızdaki meseleleri kendi aramızda konuşacak ve çözüm yoluna koyarız. Pusuda bekleyenlere asla fırsat tanımayacağız. Ellerini ovuşturanlara fırsat vermeyeceğiz. Heveslerini kursaklarında bırakacağız. Her bir arkadaşımın böyle bir mesuliyetle hareket edeceğine, düşman sevindirmeyeceğine yürekten inanıyorum.” (12 Kasım tarihli ajanslar).

Erdoğan’a göre Arınç’ın kendisine tepki göstermesine sevinenler, bunu yazanlar, bunu konuşanlar, bunu siyaseten olumlu bulanlar, herkes düşman kategorisindedir!

ERDOĞAN’IN PSİKOLOJİSİ

11 yıllık iktidarı artık sevenleri tarafından da reddedilemeyecek şu gerçeği ortaya koymuştur: Erdoğan’a göre insanlar iki türlüdür; Kendisini sevenler ve sevmeyenler, kendisine biat edenler ve etmeyenler… Kendisini sevmeyenler ve biat etmeyenler, haliyle düşmandır!

Kuşkusuz bu durumu psikolojik olarak değerlendirecek yetkinlikte değiliz ama sağlıksız olduğunu net bir şekilde söyleyebiliriz.

Erdoğan’a, 23 Nisan törenlerinde koltuğuna oturttuğu çocuğa “artık başbakan sensin, ister asar, ister kesersin” demeyi sağlayan kültürel iklimin ne olduğu, sertliğinden bahsettiği babasıyla ilişkisinin boyutu bizi ilgilendirmiyor ama yansımaları milletimizin canını yakıyor!

DÖRT AYAKLI MASA DEVRİLİYOR

Erdoğan’ın düşünce dünyası, hem Nazi dünyasıyla hem de Neo-Con anlayışla maalesef paralellik taşıyor.

Her üçünün siyaset anlayışı da, dost ve düşman şeklindedir. Naziler de, Neo-Conlar da, Erdoğan da kendisine biat edenleri dost, etmeyenleri düşman olarak görmektedir.

Bu nedenle zaman hep aleyhlerinedir. Zira en küçük çelişmede, karşısındakini dost kategorisinden hızla düşman kategorisine oturturlar.

Zaman AKP’nin de aleyhine işliyor. Örneğin AKP 2001’de dört sütun üzerine inşa edilmişti. Sütunların temsilcileri sırasıyla Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Abdüllatif Şener’di. Yani AKP dört ayaklı bir masaydı.

Önce Şener terk etti Erdoğan’ı. Adından Gül’le yolları ayrıldı. Şimdi de Arınç gemiden iniyor…

Nitekim Arınç dün Başbakan Erdoğan’ın konuştuğu grup toplantısına katılmadı ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nı ziyaret etti!

ANITKABİR’DE ORTAYA ÇIKAN İKTİDAR FORMÜLÜ

Erdoğan dün ayrıca vatandaşa “gavat” diyen Valisine de sahip çıktı. Hatta İçişleri Bakanına “usulen” inceleme yapmasını söylediğini, çünkü Valisini yedirtmeyeceğini belirtti!

Bu örnek de Erdoğan’ın siyaseti dost-düşman bağlamında yaptığının göstergesidir. Kendisine biat eden Vali, halka küfür de etse, koltuğunu korur!

Diğer yandan bu “yedirtmem” lafları, Erdoğan’ın yalnızlaşmaya doğru giden konumuyla da ilgilidir. Erdoğan önce “Dışişleri Bakanımı yedirtmem” dedi, ardından “MİT Müsteşarımı yedirtmem” ve son olarak da “Valimi yedirtmem” dedi!

Erdoğan birini “yedirtirse” bunun çığ etkisi yaratacağını ve inişe geçen gücünü koruyamayacağını düşünüyor. Haklıdır.

Haklıdır ama 10 Kasım’da Ata’sına koşan milyonlar daha da haklıdır. Erdoğan’ın düşman gördüğü milyonlar sadece Erdoğan’ın Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığına bir yanıt vermiş olmuyor, aynı zamanda “nasıl iktidar” olunacağını da gösteriyor!

Anıtkabir’de 1 milyon 89 bin yurttaşın kırdığı rekor, bir iktidar olma formülüdür. O formül bugün Cumhuriyet’i, Atatürk’ü, Altı Ok programını esas alan örgütlerin önündedir!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
13 Kasım 2013

, , ,

Yorum bırakın

GEZİ’Yİ EZME EMRİNİ KİM VERDİ?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Gezi eylemleriyle ilgili yaptığı açıklamalar, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere AKP üst yönetiminde büyük rahatsızlık yarattı, yaratıyor. İşte o açıklamaların bir bölümü:

Gül: “Herkesin kendi ülkesinde en geniş şekilde kendisini özgür hissetmesi gerekir. Demokrasi demek sadece seçim demek de değildir” (DHA, 3 Haziran 2013).

Gül: “Gezi’yi anlamak lazım” (NTV, 13 Haziran 2013).

Gül: “Gezi olaylarının başlangıcı ile gurur duydum” (CİHAN, 24 Eylül 2013).

Gül: “Gezi’de orantısız güç kullanıldı.” (CNNTürk, 25 Eylül 2013)

Gül, TBMM açılış konuşmasında, Gezi’de yaşamını yitirenler için başsağlığı diledi (Radikal, 2 Ekim 2013).

GÜL MÜ, ERDOĞAN MI?

Peki, Gül neden böyle bir çizgi izliyor?

Kuşkusuz bu sorunun yanıtı ABD içi bölünmeden başlayarak Türkiye içindeki siyasal saflaşmaya kadar gidiyor. Gül’ün Erdoğan’ın tersine Suriye ve İran konusunda da Obama’yla aynı kulvarda açıklamalar yapması önemli. Daha önce bu konuyu incelediğimiz için üzerinde durmuyoruz.

Fakat önümüzü aydınlatacak şu soruyu sormalıyız: Gezi eylemlerini ezme emrini kim verdi?

1. Aydınlık 12 Haziran günü sürmanşetten verdiği “Gül’den Emniyet’e: Eylemleri dağıtın” başlıklı haberiyle, emrin sahibinin Gül olduğunu açıkladı. (Aydınlık, 12 Haziran 2013)

2. Aydınlık’a konuşan bir Emniyet Amiri, “müdahale emrini veren iktidardır” dedi. (Aydınlık, 20 Haziran 2013)

3. Başbakan Erdoğan bu sorunun sorulduğu günlerde şu yanıtı verdi: “Polise talimatı kim verdi diyorlar. Ben verdim.” (Cumhuriyet, 23 Haziran 2013)

POLİS GÜL’ÜN EMRİNİ UYGULA(YA)MADI

Açıklamaların takvimine göre, Gül’ün verdiği emir, Gezi eylemlerinin ilk günlerini ilgilendiriyor. Yani 31 Mayıs direnişini, 1 Haziran’da Taksim’e girilmesini… Ve de Erdoğan’ın Türkiye’de olmadığı, Kuzey Afrika’da bulunduğu günleri…

Erdoğan’ın verdiği emir ise 16-17 Haziran günlerinde polisin Taksim’e girerek eylemcileri ezdiği günleri…

Buradan öncelikle şu sonuç çıkmaktadır: Polis, Gül’ün verdiği emri yerine getirememiş fakat Erdoğan’ın emrini yerine getirebilmiştir!

GÜL’ÜN GEZİ’DEKİ ROLÜ

Abdullah Gül’ün hadi son günlerdeki açıklamalarını bir kenara bırakalım ama yukarıya aldığımız 3 Haziran ve 13 Haziran günlü açıklamaları, verdiği emrin “dağıtın” şeklinde değil de, “dağılın” şeklinde olabileceğine işaret etmektedir.

Çünkü 1 Haziran’da polis eylemcileri ezmemiş, ezememiş, tersine Taksim’den çekilmiştir!

Kuşkusuz o gün polis çekilmese, belki Gezi’yi ezerdi fakat bedeli çok ağır olacak onlarca ölüme sebep olabilirdi. Gül’ün kendisi ya da Gül’ün emrine rağmen İstanbul Emniyet Müdürlüğü bu riski alamamış olabilir.

Ancak hangisi olursa olsun, TBMM’de Gül’ü dinleyen AKP’lilerin yüzlerine yansıyan olumsuz ifadeler, kulislerde konuşulan şu iddiayı güçlendirmektedir: “Erdoğan, Gül’ün Gezi’de kendisini zor durumda bırakmaya çalıştığını düşünüyor.

Artık Erdoğan’ın “Partimden 3 kişi bize ihanet etti” demesi daha da anlamlıdır! (Akşam, 29 Eylül 2013)

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
4 Ekim 2013

, ,

Yorum bırakın

İRAN KARŞITLIĞININ PERDE ARKASI

Önce “Yeni Taraf” diye haklı bir unvan kazanan “Yeni Türkiye” gazetesi haber yaptı: “İran’ın böcekleri Başbakanlık’ta” (Türkiye, 17 Eylül 2013).

Doğru, böcek vardı. İki kadın da vardı. Hatta soruşturma da vardı. Ama İran yoktu! Birkaç gün tartışılan haber “aşk meselesiymiş” denilerek kapatıldı.

Ardından Hürriyet’in manşeti geldi: “İran turuna ajan sorgusu” (Hürriyet, 25 Eylül 2013). Habere göre götürüldükleri İran’da 20 gün boyunca dini eğitim verilen 25 çocuk, dönüşte Ağrı’da ajanlık sorgusuna çekilmişti.

Aynı gün Vatan’ın internet sitesi de “flaş flaş” diyerek şu başlığı attı: “O ülke İran çıktı”(gazetevatan.com, 25 Eylül 2013). Vatan’ın iddiasına göre MGK’nin 28 Şubat toplantısında adı gizlenen ve rejim aleyhinde faaliyet yürüten ülke İran’dı.

Haber doğru değildi, zira İran’ın ismi gizlenmiyor tersine o yıllarda sürekli Türkiye’de rejimi yıkma faaliyetlerinde bulunmakla suçlanıyordu. 28 Şubat’ın Truva atlarının rol aldığı bu İran düşmanlığı kampanyası aslında 1993’te başlamış ve Gladyo cinayetleri Tahran’a yıkılmaya çalışılarak, Atatürkçüleri İran karşıtı bir çizgiye çekmeye çalışmışlardı!

CEMAAT’İN İRAN KARŞITLIĞI

Kuşkusuz bir haftaya sığdırılan bu üç İran karşıtı haberin mutlaka özel bir anlamı olmalıydı:

Cemaatin gazetecilerinden Nuh Albayrak’ın Yeni Türkiye gazetesinin başına geçmesi ve Taraf’tan ayrılanlarla bir ekip kurmuş olması “İran böceği” haberine salt Cemaat düzleminde bile bir anlam katıyordu. Zira Cemaat okullarına topraklarında kesinlikle izin vermeyen İran Fethullah Gülen’in hep hedefindeydi…

Ancak meseleye Hürriyet ve Vatan’ın da bulaştırılmış olması, konuyu Cemaat düzleminden daha ileriye taşıyordu… Peki, o düzlem neydi? Gelin en iyisi işe olguları sıralayarak başlayalım:

OBAMA İRAN’A EL UZATTI

İlginçtir, Yeni Türkiye’nin haberinden iki gün önce ABD Başkanı Barack Obama İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile mektuplaştıklarını açıklamıştı (AP, 15 Eylül 2013). Ruhani bir hafta sonra BM toplantıları için New York’a gidecekti ve ikilinin 30 yıl sonra ilk kez görüşen liderler olarak tarihe bile geçebilecekleri konuşuluyordu.

Yine BM toplantıları için New York’a yola çıkan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Suriye’de İran’sız çözüm olmaz” mesajları Obama’nın başlattığı yeni duruma “uyum” anlamına geliyordu.

New York’taki BM oturumları sırasında gerçi Obama ile Ruhani görüşmedi ama ilk kez ABD heyeti, İran lideri konuşurken salonu terk etmedi ve dinledi! Üstelik İsrail heyeti salonu terk etmişken…

Öte yandan Obama konuşmasında “İran’da rejim değişikliği istemediklerini” özellikle vurguladı. Ruhani de Obama’nın jestlerine olumlu yanıt verdi ve “Batı’yla anlaşmak istediklerini” ve “ABD ile farklılıklarının yönetilebilir olduğunu” açıkladı. (Washington Post, 25 Eylül 2013)

Diğer yandan Obama ile Ruhani’nin görüşmemesi ya da tokalaşmamasının İran tarafından kaynaklandığı, ABD’nin görüşmeye daha istekli olduğu da ortaya çıktı. Örneğin üst düzey ABD’li yönetim yetkilisi, “İranlılar bu aşamada el sıkışmanın kendileri için çok karmaşık olduğunu bize ilettiler” dedi (Hürriyet Planet, 25 Eylül 2013). Örneğin Reuters’e konuşan bir ABD’li yetkiliye göre Obama ile Ruhani’nin görüşmesine itiraz, ABD’den değil, İran heyetinden geldi. (Rusya’nın Sesi, 25 Eylül 2013)

ERDOĞAN LORDLARLA, GÜL MONROE’CÜLERLE

Peki, tüm bunlar ne anlama geliyor? Açık ki, ABD iç hesaplaşmaları ve hâkimiyet mücadelesi sadece Suriye politikasına değil, İran’la ilişkilere de yansımış durumda. Daha önceki makalelerimizde incelediğimiz gibi ABD’deki “savaş lordları” ile “yeni Monroe’cüler” kıyasıya mücadele etmektedir.

Yeni Monroe’cüler yani “geri çekilmeciler” ABD’nin geleceğinin Ortadoğu’daki bir savaştan değil, diplomasiden, akıllı güçten ve içeriye yönelerek ekonomiyi yeniden büyütmekten geçtiğini savunuyorlar. Cumhurbaşkanı Gül’ün açıklamaları, bu ekibe yaslandığını ortaya koyuyor.

“Savaş lordları” ise her halükarda savaşların ABD’ye yarayacağını savunarak Suriye’ye hemen savaş ilan edilmesini istiyor. Başbakan Erdoğan işte bu ekibe, kökleri Cumhuriyetçiler ve Neo-Con’lar olan bu kesimlere yaslanıyor.

İlginç olan CHP heyetinin de ABD’de Erdoğan’ın yaslandığı “savaş lordlarını” temsil eden kuvvetlerle görüşmüş olmasıdır!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
27 Eylül 2013

, , , , , , , , ,

Yorum bırakın

SURİYE’DE ERDOĞAN VE GÜL FARKI

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Suriye’yle ilgili son günlerde üst üste yaptığı açıklamalar, Çankaya’nın hükümetten farklı düşündüğünü ortaya koydu.

GÜL: İRAN DIŞLANAMAZ

Örneğin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye’de açık açık savaş isterken, hatta TBMM’yi yok sayarak, “kurulacak her türlü koalisyonda rol almaya hazır olduklarını” ilan ederken, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tersini söylüyor ve “Türkiye’nin herhangi bir savaş arzusu yoktur” diyor.

Örneğin Erdoğan-Davutoğlu ikilisi Washington ile Moskova’nın uzlaştığı “diplomasiye” itiraz ederken, Gül diplomasinin tercih edilmesini memnuniyetle karşılıyor.

Örneğin Erdoğan-Davutoğlu ikilisi Suriye’de Esad’ı açık açık hedef alırken, Gül BM toplantıları için gittiği New York’ta gazetecilere yaptığı açıklamada, “iç savaş” yaşandığını belirttiği Suriye’de taraflardan birine özel bir vurgu yapmıyor.

Örneğin Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin El Kaide’ye bağlı Nusra Cephesi’ni desteklediği herkesin bildiği bir sır iken, Gül “El Kaide tehlikesinin farkındayız” diyor.

Örneğin Erdoğan-Davutoğlu ikilisi Esad yönetimini desteklediği için açıkça İran’ı suçlamış ve karşısına almışken, Gül New York’ta gazetecilere yaptığı açıklamalarda yeni bir çıkış yapıyor ve “Suriye çözümünde İran’ın dışlanamayacağını” belirtiyor.

Örneğin Erdoğan-Davutoğlu ikilisi Cenevre sürecine ayak sürerken, Gül Cenevre’ye destek veriyor ve yetinmeyerek Cenevre’de başarının Rusya ve İran’ın çözüme angaje edilmesinden geçtiğini vurguluyor.

ERDOĞAN BOP’ÇU, GÜL PASİFİKÇİ

Peki, tüm bunlar ne anlama geliyor? İnceleyelim:

Tıpkı Erdoğan ile Fethullah Gülen’in karşı karşıya gelmesinin nedeninde olduğu gibi, Erdoğan ile Gül’ün ayrışmasında da iç nedenler dışında bir de dış neden vardır.

O dış neden, ABD’deki bölünmeden kaynaklanmaktadır: ABD hâkim sınıfları FBI’in CIA Başkanlarını sorguladığı, CIA başkanlarının “gönül ilişkisi” üzerinden tasfiye edildiği, Pentagon’da görevden almaların hızlandığı, Beyaz Saray’da beklenmedik istifaların geldiği bir yoğunlukta çarpışmaktadır.

16 Mayıs 2013 tarihli “Erdoğan BOP’çu, Gülen Pasifikçi” başlıklı incelememizde bu bölünmeye işaret etmiştik. Şimdi benzeri Erdoğan ile Gül arasında yaşanıyor.

Yani BOP’çu Erdoğan ile Pasifikçi-Obamacı Gül karşı karşıya geliyor.

AYRIŞMANIN İÇEREYE YANSIMASI

Peki ya içerideki nedenler? Daha doğrusu Washington’a dayanan bölünmenin içeriye nasıl yansıdığını da gelin özetle inceleyelim:

1. Gül, Obama’nın mecbur kaldığı “Suriye’de önce diplomasi” tercihine destek vererek, açık açık Washington’a Erdoğan’dan farklı olduğunu ve rol talep ettiğini göstermiş oluyor.

2. Gül Suriye’de Erdoğan’dan farklı konumlanarak, Gülen’le aynı cephede olduğunu sergilemiş oluyor.

3. Gül ile Gülen, ana muhalefet partisinin izlediği Suriye politikasına daha yakın durarak, ABD’ye “iktidar olabilecek toplam gücümüz var” mesajı vermiş oluyor.

YEDEĞE VURGU, ERDOĞAN’A YARAR

Ancak Washington’un Gül-Gülen ittifakının Kılıçdaroğlu ile bir cephe kurarak Erdoğan’a karşı rakip olabileceğini çok gerçekçi görmediğini düşünüyoruz. Zira Türkiye iç politikası üzerine tezler üretilen düşünce merkezleri, bu konuya henüz eğilmiyor.

Gül-Gülen ittifakı ile Kılıçdaroğlu’nun bir cephede buluşturulması Washington açısından ancak bir yedek plan olabilir ve o planın da hedefi iktidar olmaktan ziyade iktidarı terbiye etmektir!

Yani ABD, Erdoğan’ı istediği çizgide tutabilmek için bu yedek planıyla ara ara tehdit edecektir. Geçmiş dönemler, geride kalan hükümet senaryoları buna işaret etmektedir.

Dolayısıyla ABD’nin esas planını değil de, yedek planını hedef almak, Erdoğan kuvvetlerini tahkim edecek ve AKP içinde safları sıklaştıracaktır. Sonuç olarak da Erdoğan’a yarayacaktır!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
23 Eylül 2013

, , , ,

Yorum bırakın

YA ERGENEON OLMASAYDI?

Bugün tarihi bir gün.

Birinci önemi şundan: 2001’de başlayan ve 2007’de uygulanan Ergenekon tertibinde kritik bir dönemece gelindi. Özel Görevli Mahkeme kararını verecek.

İkinci önemi şundan: Türk milleti 5 Ağustos’ta Silivri’de kendi kararını ilan edecek!

Bugün siz bu satırları okurken, Özel Görevli Mahkeme ile Türk milletinin kararı tarih önünde mücadele ediyor olacak! O mücadeleyi daha sonra yazacağız.

Gelin bugün şu soruya dayanarak tersine bir tarih okuması yapalım: “Ya Ergenekon davası olmasaydı, bugün kim nerede olurdu? Bu tertip uygulanmasa Türkiye nerede olurdu?”

ERDOĞAN TORUN BÜYÜTÜRDÜ

1. AKP Hükümeti’nin 11 yılı olmazdı! Bu partiyi Cumhuriyet karşıtı odak ilan edebilen Anayasa Mahkemesi, korkmadan gereğini de yapabilirdi! Kapatılmış ve yöneticileri bu kapatma kararı nedeniyle siyasetten men edilmiş AKP, yeniden iktidar olamazdı.

Abdullah Gül diye bir Cumhurbaşkanı, Cemil Çiçek diye bir Meclis Başkanı olamazdı. Recep Tayyip Erdoğan torun büyütüyor olurdu. Üstelik daha mutlu ve stressiz olurdu; Haziran ateşine düşmez, Eylül sendromu yaşamazdı.

Kemal Kılıçdaroğlu, belki en fazla bir dönem daha CHP’nin grup başkanvekili olur fakat asla genel başkan olamazdı.

MHP Washington icazetli iktidarlara gizli ortak olan Devlet Bahçeli’den kurtulur, ülkücüler kan ağlamazdı.

Baraj düşmüş, Meclis milletin tercihini daha doğru yansıtmış olurdu. Meclis’e girmiş ve grup kurmuş İşçi Partisi özellikle dış politikada Türkiye’nin önüne bölgenin yüzünü güldürecek programlar getirirdi. Doğu Perinçek’li, Ferit İlsever’li, Mehmet Bedri Gültekin’li, Erkan Önsel’li bir meclis, Atatürk’ün meclisi gibi olurdu.

Yalçın Küçük Meclis’e girmez, dışarıdan muhalefet ederdi.

2. Türk Silahlı Kuvvetleri tarihinde Org. Necdet Özel diye bir Genelkurmay Başkanı olmazdı. Korgeneral Salih Zeki Çolak, 2019’da Genelkurmay Başkanı olsun diye orgeneral yapılmazdı. Kuvvet komutanları, ordu komutanları, kolordu komutanları hep farklı isimler olurdu.

Yaşar Büyükanıt askeri lojmanlarda daha rahat dolaşırdı ama Hilmi Özkök için hiçbir şey değişmezdi!

YİĞİT BULUT’A DANIŞAN OLMAZDI

3. Gazeteler el değiştirmez, bugün işsiz kalan pek çok gazeteci işini korurdu. Yiğit Bulut Başbakan danışmanı olamazdı. Mehmet Ocaktan TMSF’nin el koyduğu bir gazeteye Genel Yayın Yönetmeni olamazdı. Rasim Ozan Kütahyalı ve Nagehan Alçı köşe yazarı olamazdı. Emre Uslu ve Mehmet Baransu önüne gelen meslektaşına “artistlik” yapamazdı, haddini bilirdi. Ahmet Kekeç ve Salih Tuna yine yazardı ama edepli yazardı.

Turan Özlü Ulusal Kanal’ın Genel Yayın Yönetmeni, Deniz Yıldırım Aydınlık Genel Yayın Yönetmeni görevlerini sürdürürdü. Yerlerine aşama aşama gelen TGB’nin başkanları Adnan Türkkan ve İlker Yücel, belki de hiç yayıncı olmaz ve tarihe geçecek kitle önderleri olurlardı. Hikmet Çiçek usta gazeteci olarak kimleri kimleri yetiştirirdi. Tuncay Özkan televizyonu elinden çıkarmak zorunda kalmaz, Mustafa Balbay’ın bulunduğu Cumhuriyet daha az savrulurdu. Soner Yalçın pazarları tam sayfa yazmayı sürdürürdü.

4.  Mehmet Haberal uluslararası ününü pekiştirecek ameliyatlara imza atar, Fatih Hilmioğlu YÖK Başkanı olurdu. Mehmet Perinçek Türk tezlerini dünyada en iyi savunan tarihçi olurdu.

Üniversiteler polisin karakolu olamazdı, bilim adamları bilim ölçütlerine göre belirlenirdi, özerk üniversiteler henüz tam kurulamadıysa da yaklaşılmış olurdu. Öğrencilerin üniversitelerde söz hakkı, hatta kim bilir oy hakkı bile olurdu.

Cumhuriyet devrimlerini savunan ve Anayasa’yı uygulayan Rennan Pekünlü’ye değil ceza verilmesi, dava bile açılamazdı. “Kızlı erkekli merdivenlerden iniyorlar” diyen bir il milli eğitim müdürü olamazdı. “Hamilelerin sokakta dolaşması terbiyesizliktir” diyen biri illaki yine olur ama bunu asla ekranlarda söyleyemezdi.

ÖCALAN EŞ BAŞBAKAN OLAMAZDI

5. Hakan Fidan Yenimahalle’nin önünden bile geçemez ve PKK ile Erdoğan adına anlaşmalar yapamazdı. Öcalan “eş başbakan” ya da “başbakan yardımcısı” olamaz, efendi efendi cezasını çekerdi.

PKK Güneydoğu’da otorite olamaz, Barzanistan serpilemez ve yeni bir kukla devletçik Suriye’nin kuzeyinde filizlenemezdi.

6. Hayatımızda Çalık, Sancak, Tamince, Gür isimleri olmazdı. Mücahitler mücahit kalırdı! Sokaklardaki 4×4 görgüsüzlüğü bu denli olmazdı. Zengin daha zengin, fakir daha fakir olmazdı. Milyarder sayımızla övünmezdik.

7. Türk-İş işçi sendikası olmayı sürdürürdü. TMMOB iktidar baskısı altında kalmazdı. “Yetmez ama evetçilik” diye kavram oluşmazdı.

8. Cumhuriyetin bütün kaleleri tek tek zapt edilmezdi ve Cumhuriyet yıkılmazdı.

Siz de bu satırları okuduğunuz şu 5 Ağustos günü Cumhuriyeti yeniden inşa etmek üzere seferber olmazdınız.

Ama oldu! ABD ve AKP tüm bunları dün başardı.

Ama bugün sıra sizde, bizde, hepimizde…

Türkiye’yi yeniden kurmak ve kurtarmak için görev başındayız! 5 Ağustos’ta başladık…

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
5 Ağustos 2013

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Yorum bırakın

#DirenmeTayyipErdoğan

Taksim eylemlerinin sloganı, “diren Taksim” şeklindeydi; yayıldı, “diren Ankara”, “diren İzmir”, “diren Türkiye” oldu. Türkiye’de ve dünyada Türkler, twitter üzerinden “#direnTaksim” başlığıyla mesajlaştılar.

Halk direne direne egemen oldu! Bu kez Erdoğan köşede ve direnmeye çalışıyor!

Peki, Erdoğan nasıl bir direnme stratejisi izliyor?

ABD BÖLÜNDÜ, AKP BÖLÜNDÜ

1. Erdoğan, geri adım atmıyor, daha doğrusu bastığı ayağını sabit tutmaya çalışıyor. Zira biliyor ki, tek bir geri adım atsa, yamaçtan yuvarlanan kartopu gibi olacak, durdurulamaz şekilde düşecek.

2. Erdoğan köşeye sıkışmış vaziyette ve elindeki kılıcını gelişigüzel sallıyor! Siyasal konumu o kadar kötü durumdaki, o psikolojiyle, herkesi düşman görüyor.

3. Erdoğan kapalı kapılar ardında Abdullah Gül’e ve içerideki ekibine köpürüyor. Arkadan hançerlendiğini düşünüyor. İş öyle bir noktaya vardı ki, Ankara’ya döndüğünde, bu kez açık açık “partime nifak sokuyorlar” demeye başladı.

4. Halk hareketi AKP’yi fiilen böldü; Erdoğan’ın izlediği “direnme stratejisine” tepkiler gittikçe daha duyulur seslerle ifade edilmeye başladı.

Kimi milletvekilleri twitter’dan açıkça Erdoğan’ı eleştiriyor, kimi AKP kurucuları ise Erdoğan’ın Cami yalanlarını açıktan yalanlıyor.

5. ABD’deki iç çarpışmanın Türkiye’ye yansıması, Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen cemaatini karşı karşıya getirdi. Yaklaşık iki yıldır amansızca çarpışıyorlar. Cemaat halk hareketini fırsat bilerek Tayyip Erdoğan sonrası için hazırlık yapıyor. Erdoğan, bu durumu partisinde safları sıkılaştırmak için kullanmaya çalışıyor.

6. ABD’deki iç çarpışma, Erdoğan’ı Cengiz Çandar gibilerle de karşı karşıya getirdi. Erdoğan’ın kurmayları, bu durumu da “batı parmağı” gibi söylemlere vesile yapmaya gayret ediyor.

7. Erdoğan, açıkça bazı bankaları hedef aldı ve “ümüğünüzü sıkacağız” dedi. Sermaye kesiminin bir bölümüyle yolları ayrılan Erdoğan, “faiz lobisi” diye bir düşman üretti. Bu lobi, varsa bile, 11 yıldır Erdoğan’ın müttefikiydi.

8. Erdoğan’ın konumu, başta Dışişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü olmak üzere tüm bürokrasi içinde de bir kırılmaya yol açtı. Bazı “akil” bürokratlar “ne yapıyoruz biz” demeye başladı.

ERDOĞAN’IN MİTİNGCİKLERİ

9. Erdoğan, Pazar günü Taksim halk mitinginin basında yer almaması için ilginç bir taktik yürüttü. Ankara’ya indikten sona şehre yaklaşırken, üstü üste mitingler düzenledi. Daha doğrusu mitingcikler düzenledi. Öyle ki, canlı yayınlayan TV kanalları, kitleyi değil, sadece Erdoğan’ı göstermek zorunda kaldı.

Erdoğan, bu sürekli mitingcikleriyle ekranların sadece kendisini vermesini ve Taksim’in gölgelenmesini istedi.

10. Erdoğan ayrıca balkondan balkona konuşarak, partisini diri tutmaya, safları sıklaştırmaya ve çözülmeyi geciktirmeye çalışmış oldu.

BİBER GAZIYLA OLMADI, APO’YLA DENİYOR

11. Erdoğan, açılım ortağı BDP-PKK’yi sahaya sürdü. Birkaç gündür işliyoruz: Erdoğan, biber gazıyla başaramadığını Apo posterleriyle başarmaya çalışıyor. İzmir bu girişime teslim olmadı ve o posterleri açılamadan indirdi. İstanbul ise bir ölçüde bu tabloya teslim oldu. Apo posterleri açıldı, bir saat açık durdu; halkın protestosu nedeniyle BDP indirmek zorunda kaldı.

12. Erdoğan’ın onca olaydan sonra hâlâ gençleri çapulcu, alkolik, ayyaş diye suçlaması, sanatçılara açıkça savaş açması, kimi sermaye gruplarına “ümüğünüzü sıkacağız” demesi, CHP’yi “pislik zihniyet” diye nitelemesi, sürekli bağırması, sürekli tehdit etmesi kuşkusuz psikologların incelemesi gereken bir durumdur. Biz sadece en basitinden, Erdoğan’ın kontrolü yitirdiğini söyleyebiliriz.

13. Erdoğan son konuşmasında “7 ay sabredin, seçim var” mesajı verdi. Yani iktidarda kalabilmek için 7 ay daha vade istedi. 7 ayda halk hareketini eriteceğini, bu enerjiyi bitireceğini düşünüyor…

“İktidarımı sonuna kadar koruyacağım” diyerek savunmaya geçen Erdoğan’ın sandığı kurtuluş gördüğü bu şartlarda, halk hareketini sürdürebilmek, hayatidir.

TÜRKİYE AÇILIMI

Erdoğan Kürt, Ermeni, Kıbrıs, Alevi açılımlarıyla 10 yıldır Türk milletini bölerek yönetmeyi sürdürdü. Ancak bölünen millet 31 Mayıs 2013’ten itibaren Türk bayrağı altında birleşerek, Erdoğan’a “Türkiye Açılımı” yaptı!

Türkiye Açılımı, AKP’yi böldü, yandaş gazeteleri böldü, AKP’nin akillerini böldü, AKP’ye destek veren sermaye gruplarını böldü, ABD’nin içerideki koalisyonunu böldü!

Halk hareketi, bölünerek zayıflayan, gittikçe yalnızlaşan ve köşeye sıkışan Tayyip Erdoğan’a yüklenmeyi sürdürmelidir!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
11 Haziran 2013

, , ,

Yorum bırakın

BAYAN GÜL VE MUHAFAZAKÂR GÖRGÜSÜZLÜK

Bir albayın karısı tuğgeneraldir, bir korgeneralin karısı orgeneraldir. Yani kocalarından bir rütbe üsttedirler. Çünkü dışarıya nasıl aksedilirse aksedilsin, evin reisi kadındır!

Bu “hiyerarşi” Cumhuriyetin kadınlarımıza armağanıdır. Öyle ki Cumhuriyetin bu kazanımından, muhafazakâr kadınlarımız da yararlanır. Örneğin bir törende uzattığı konuşmasını, karısının kaş göz işaretiyle kesen Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın mikrofondaki son sözleri şunlardı: “Arkadaşlar eşim konuşmamın uzadığını, kısa kesmemi söyledi. Bakan olmak bir şey değil, bakanın da bakanı var.”

Ancak her eşin (karı ya da koca) politikadaki konumu, Semiha Yıldırım’ın bu nazik uyarısı kadar masum olmuyor. Hatta Semra Özal gibi kocasının desteklediği başbakan adayına karşı ANAP içinden başka bir adayı destekleyen de oluyor, Özer Çiller gibi “örtülü işlerden sorumlu” bakanlık yapan da…

PORTEKİZ’E KALDIRIM TAŞI BAKMAYA GİTMEK!

Dış politika ağırlıklı Ufuk Ötesi köşesinde, alışageldiğiniz konuların dışında bugün böyle bir konuya girmiş olmamızın nedeni Cumhurbaşkanı’nın eşidir: Hayrünnisa Gül’ün kendisini Bayan Lincoln’e, Abdullah Gül’ün ise onu bir kaldırım mühendisine benzetmesidir.

Dün gazetelerde okumuşusunuzdur. Erzurum’da gazetecilerin “gündeme ilişkin sorularını” yanıtlayan Hayrünnisa Gül, filmini izlerken, kendisini Amerikan Başkanı Abraham Lincoln’ün eşi Mary Todd Lincoln’e benzetmiş. Nasıl mı? Bayan Lincoln’ün ömrü de kendisininki gibi fedakârlık ve mücadeleyle geçmiş!

Bu söyleşiyi birkaç farklı gazeteden okudum ama hiçbirinde, “hangi fedakârlık ve mücadele” diye sorulmadığı için yanıtını bulamadım.

Kuşkusuz her kadın fedakârdır çünkü annedir; her kadın mücadele etmektedir, çünkü hayat onlar için erkeklere göre daha zor ve acımasızdır. Ancak bu bir Türk Cumhurbaşkanı’nın karısının kendisini bir ABD Başkanı karısına benzetmesine gerekçe olmamalıdır. İlla birine benzemek ihtiyacı duyuluyorsa, örneğin Halide Edip Adıvar gibi benzeyecek başka kadınlar tarihimizde vardır.

Buraya kadar söylediklerini, liseden alınıp 15 yaşında evlenmek zorunda bırakılmasına, evlendirildiği adamın da kendisinin iki katı yani 30 yaşında olmasına verebiliriz. Hayatındaki bu köklü değişiklik, kuşkusuz fedakârlıktır. İçine sokulduğu yeni muhafazakâr hayat elbette bir mücadeleyi gerektirmiştir.

Ama bize göre konuşmasındaki asıl vahim durum,  Hayrünnisa Gül’ün “Abdullah bey bana kaldırım mühendisi diyor” demesidir. Zira Cumhurbaşkanı’nın karısına böyle demesinin nedeni, Hayrünnisa Gül’ün, kaldırım taşı baksınlar diye Cumhurbaşkanlığı personelini Portekiz’e göndermesidir! Böylece köşk yenilenmesindeki büyük paraların nerelere gitmiş olduğunu da anlamış oluyoruz!

EN UZUN TOPUKLU LEYDİ

Hayrünnisa hanım olağan bir durummuş gibi bunu söyleyebiliyor!

Zira 11 yıllık saltanatta her yaptıkları, her yapacaklarına zemin oluyor: Şaşalı hayatlar, 35 milyarlık pırlanta yüzükler, 40 triyon liralık köşk yenilemeleri, 35 milyon dolarlık Cumhurbaşkanlığı yatı, 15 yaşındaki oğulun Cumhurbaşkanı’nın liderlik ettiği işadamları heyetine katılarak Suudi Arabistanlara götürülmesi, AVM’lerde mısır tezgâhları vs…

Vahimin de vahimi var tabii… Örneğin şu çok konuşulan görüntü: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi Hayrünnisa Gül, konuk devlet başkanını karşılamak üzere yürüyorlar… Daha doğrusu yürüyemiyorlar zira Hayrünnisa Gül giydiği apartman topuklu ayakkabısıyla ha düştü, ha düşecek. Öyle ki, çevresine zoraki gülücük dağıtma şampiyonluğunu yıllardır elinden bırakmayan Abdullah Gül bile sinir krizi geçiyor ve dönüp dönüp karısına kızıyor, el hareketleriyle hızlanmasını istiyor.

Üstelik bu sahne, bir sonraki ve bir sonraki devlet protokolünde de yaşanıyor. Öyle ki, artık Cumhurbaşkanı Gül değiştiremediği bu tabloya sessiz kalıyor ve kabulleniyor.

SÜSLÜMANLAR

Geçenlerde duyduğum “Süslümanlar” kavramı şöyle açıklanıyordu: “Zengin başörtülüler… Abartılı yaşam tarzlarını, ‘marka’ eşyalarını, altın USB ya da gül kabartmalı gözlüklerini, tasarımcı imzası taşıyan ‘kombinlerini’ sürekli Instagram’da paylaşıyorlar…” (Akşam, 19 Mayıs 2013)

Sanırım “Süslümanlar” kavramı, en çok Hayrünnisa Gül’e yakışıyor!

Bayan Gül kendisini Bayan Lincoln’e benzetse de, eşi ona kaldırım mühendisi dese de, biz onu muhafazakâr görgüsüzlüğün en nadide örneği diye anımsayacağız hep!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
23 Mayıs 2013

, , , , , , , , ,

Yorum bırakın

AKP-PKK ORTAKLIĞI: MUHAFAZAKÂR BÖLÜCÜLÜK

Obama’nın Erdoğan’a “çözüm süreci” ve “yeni anayasa” konusunda güçlü destek verdiğini genel açıklamalarından biliyoruz ancak “tam olarak” ne dediğini bilmiyoruz! Zira ne Türkiye’nin Washington Büyükelçisi, ne de Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı, Beyaz Saray’daki 3+3 toplantısına sokulmadı. Böylece görüşme notları Türk devletinin arşivine girememiş oldu.

AKP’nin 11 yılda “gelenekselleştirdiği” bu durum nedeniyle artık ikili anlaşmalar devletle devlet arasında değil, iktidar partisiyle devlet arasında imzalanmış oluyor. Haliyle hizmet akdinin ötesine geçememiş oluyor.

Abdullah Gül’ün Colin Powell’la imzaladığını söylediği “2 sayfalık 9 maddelik” sözleşme türü anlaşmanın içeriği nasıl bir süre sonraya ortaya çıktıysa, bir gün Obama ile Erdoğan’ın 16 Mayıs 2013 tarihli anlaşması da ortaya çıkacaktır!

Gerçi Obama’nın Erdoğan’ı neye zorladığının işaretleri açık seçik ortadadır:

DİYARBAKIR YILDIZ VE MERKEZ

BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Diyarbakır’da düzenlenen “Demokratik Kurtuluş ve Yaşam” panelinde bakın ne diyor: “Kürdistan gerçeği 21. Yüzyılın gerçeğidir. Ve Ortadoğu’nun parlayan yıldızıdır.” (ANF, 18 Mayıs 2013)

Eminim çoğunuza tanıdık gelmiştir bu sözler:

Tarih 16 Şubat 2004. Başbakan Erdoğan, kısa bir süre önce ABD Başkanı Bush’la görüşmüş ve yeni yol haritasını kamuoyuna benimsetmek üzere Kanal D ekranlarına çıkmış. Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında bakın ne diyor Başbakan Erdoğan: “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi var ya, işte o proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız, bir merkez olabilir.”

Bu sözler, Washington’un Ankara’ya dayattığı stratejinin özetiydi.

Nitekim Erdoğan o stratejiye uygun olarak 2005’te Diyarbakır Açılımı’nı, 2009’da Kürt Açılımı’nı, 2013’te de Öcalan Açılımı’nı başlattı. Türkiye’nin bölünmesi anlamına gelen bu açılımların mevzi kazanabilmesi için de direnecek potansiyel kuvvetlerin Ergenekon tertibiyle etkisiz hale getirilmesi gerekiyordu.

Kaldı ki pek çok AKP yetkilisi de, açılımla Ergenekon davası arasında doğrudan ilişki olduğunu saklamıyor!

OBAMA’NIN FEDERASYON ANAYASASI İSTEĞİ

Yeni Anayasa, Kürt Açılımı’nın sonuçlarından biri olacaktır ve Obama o nedenle Yeni Anayasa için bastırmaktadır.

Yeni Anayasa, Türk-Kürt federasyonunun anlaşması olacaktır o nedenle parlamenter sistem yerine federasyona özgü başkanlık sistemi için bastırılıyor, o nedenle anayasadan Türk’ün çıkarılmasına uğraşılıyor!

Burada da AKP ile PKK – BDP arasında yoğun bir işbölümü vardır. Anımsayalım: BDP’li Hüsamettin Zenderlioğlu TBMM Çözüm Komisyonu’nda konuşuyor: “Bana dendi ki, ‘sen Türk bayrağı düşmanısın’, ben de dedim ki, ‘ben bayrağı yanımda taşıyorum, eğer öyle olsaydı atar, yanımda taşımazdım’.”

Normalde Türkiye’yi yöneten iktidar partisinin bir milletvekili bu sözler karşısında o milletvekilini kutlar, Türk Bayrağı’nı sahiplenmesi noktasında onu cesaretlendirirdi.

Ama o da ne? AKP’li Çözüm Komisyonu üyesi Mehmet Metiner, BDP milletvekiline sözleri nedeniyle kızıyor ve şöyle diyor: “Ne Türk bayrağı, Türkiye bayrağı! Her şeyi Türkleştiriyorsunuz!

O komisyondan nasıl bir “çözüm” çıkacağını varın siz düşünün artık!

AKP’nin BDP’yi “her şeyi Türkleştirmekle” suçladığı bir siyaset dünyası, ibretliktir, trajiktir, sanaldır ve gayrimeşrudur!

AKP İLE PKK’NİN İŞBÖLÜMÜ

Erdoğan ile Öcalan ya da AKP ile PKK işbölümünü anlamak bakımından bir örnek daha vererek bitirelim bugünkü yazımızı:

AKP’nin sık sık medyada çarpıcı çıkışlarıyla yer alan ateşli milletvekili Mehmet Metiner bildiğiniz gibi Kürt etnisiteli bir Türk’tür. Nitekim AKP’den önce HADEP’in Genel Başkan Yardımcısı’ydı.

BDP’nin en ateşli milletvekillerinden Altan Tan ise iktidar partisinin selefi olan Refah Partisi’ndeydi.

Hatta bir ara ikisi birden Refah’ta, ikisi birden HADEP’te ve aynı anda biri Tayyip Erdoğan’ın biri de Melih Gökçek’in yanındaydı!

Netice itibariyle, Öcalan’ın “İslam ortak çatısı” mesajı verdiği şu günlerde, Metiner ve Tan’ın şahsında “muhafazakâr bölücülük” hem AKP’de, hem BDP’de hayat bulmaktadır!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
20 Mayıs 2013

, , , , , , , , , , , , ,

Yorum bırakın

AKP’NİN FATİH SULTAN MEHMET’E İHANETİ

Bildiğiniz gibi AKP Hükümeti ve İstanbul Valiliği 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkılamasın diye Galata Köprüsü’nü araç ve yaya trafiğine kapattı. Ancak köprü girişine barikat kurmanın yeterli olmayacağını düşünmüş olmalılar ki, köprünün ortadaki iki kanadını açarak aldılar önlemi…

Görüntü haliyle basının ilgisini çekti ve köprünün 43 yıl sonra ilk kez kapatıldığı şeklinde haberleştirildi. Ancak bu bilgi doğru değildi. Zira Yeni Galata Köprüsü zaten 1992’de yapılmıştı.

MEĞER KÖPRÜ’NÜN KANATLARI ÇALIŞIYORMUŞ

Köprünün araçlara ve yayalara kapatılması, 1 Mayıs önlemini bir kenara bırakırsak, biz denizcileri oldukça mutlu etti. Çünkü köprüyü yayalara ve araçlara kapatmak, gemilere açmak anlamına geliyordu ve biz gemi mühendisleri köprü gemilere açılabilsin diye yıllardır mücadele ediyorduk.

Zira Haliç’teki Haliç, Camialtı ve Taşkızak tersanelerini atıl hale getirmenin bir aracıydı bu Köprü. Devlet, Köprü’nün kanatlarının açılamadığını iddia ederek bu tersaneleri elden çıkarmaya çalışıyor, biz gemi mühendisleri ise “açılabilir” diyerek bastırıyor, davalar açıyor ve Fatih’in tersanelerinin yaşatılabilmesi için mücadele ediyorduk.

Köprü’nün kanatları en son 1998’de açılmıştı. Bu mücadelenin öyküsünü Haliç Tersanesi’nde işçilik, mühendislik ve son olarak da müdürlük yapan Ali Can ağabey çok iyi bilir. Biz de Yönetim Kurulu Üyesi olduğumuz 2008 yılında Gemi Mühendisleri Odası olarak düzenlediğimiz Haliç Tersaneleri’yle ilgili bir panelde dinlemiştik kendisinden.

GMO’NUN EVECİT’E MEKTUBU

Öykü aslında ibretliktir. Köprü’yü yapan firma kanatların açılmasını engelleyen “arızanın” giderilmesi için devletten para istiyor, devlet ise “senin sorunun” diyerek ödeme yapmıyordu. Bu tuhaf inatlaşma ise tersanelerde gemi yaptıran ve gemisini Haliç’ten çıkaramadığı için teslim edemeyen firmalara büyük kayıplar oluşturuyordu. Davalar açıldı, bilirkişiler inceledi ancak sorun bir türlü aşılamadı.

Dönemin GMO Başkanı Tansel Timur, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e 2000 yılında bir mektup yazarak tarihi sorumluluğunu hatırlatır: “Gemilerini karadan yürüten Fatih’in kurduğu tersanelerin, bir köprü kanadının –üstelik 21 yüzyıl eşiğinde- açılamamasına bağlı olarak kapatılma sürecine sokulmuş olmasını, gelecek kuşaklar anlamakta zorluk çekecekler ve bu günlerin tarihi ve kültürel mirasa saygı açısından değerlendirilmesinde olumsuz örnekler olarak dikkate alacaklardır. Türkiye, açmayı beceremediği köprü kanadına, en büyük iki tersanesini feda etme lüksüne sahip değildir.”

AKP’Lİ ŞAHİN’İN 13 YIL ÖNCEKİ SORUSU

Bugünün iktidar milletvekili ve AKP’nin ileri gelenlerinden Mehmet Ali Şahin de Fazilet Partisi milletvekili olduğu 2000 yılında Devlet Bakanı Yüksel Yalova’nun yanıtlaması için TBMM Başkanlığı’na sorar: “1000 kişinin çalıştığı Haliç ve Camialtı tersanelerinin faaliyetleri niçin engelleniyor? Şehir Hatları İşletmesi ve İstanbul Deniz Otobüsleri’nin gemilerini tamir ettirmek için yaptıkları müracaatlar niçin kabul edilmiyor? Niçin dış ülkelerden gelen siparişler kabul edilmiyor?”

Şahin’in Bakan olduğu, Meclis Başkanı olduğu yıllarda da durumun değişmediğinin altını çizerek dönemin Devlet Bakanı Yüksel Yalova’nın verdiği yanıta göz atalım: “Galata Köprüsü kapaklarının açılmaması nedeniyle yapımı tamamlanan gemilerin Haliç dışına çıkarılamaması ve yeni gemi alımı yapılamaması sonucu bu tersanelerin mevcut iş hacminin önemli ölçüde daraldığı dikkate alınarak, Haliç ve Camialtı Tersaneleri için satış dışı alternatiflerinin geliştirilmesi ve Türkiye Gemi Sanayi A.Ş’in tasfiyesine ilişkin çalışmalara süratle başlanması yönünde temennide bulunulmaktadır.”

FATİH’İN MİRASINA SAHİP ÇIKAMADIK!

Şahin’in ve partisinin iktidar olduğu sonraki yıllarda ise bırakın kapakları (kanatları) açmak için bir girişimde bulunmalarını, tersine tersaneleri fiilen kapattıklarına şahit olduk. Hatta Gemi Mühendisleri engel olmasa, Tersaneler ya Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından Sinan Çetin’e “film platosu” yapsın diye ya da Rahmi Koç müzesini genişletsin diye verilecekti.

Kanuni’nin bir TV dizisindeki harem görüntüleri için fırtınalar koparan Başbakan Erdoğan’ın Fatih’in 557 yıllık tersanelerine sahip çıkmaması fakat her iki oğlunu da “gemicik” sahibi yapması, kuşkusuz tarihe kara bir leke olarak şimdiden geçmiştir!

Haliç’teki Bizans zincirleri nedeniyle gemilerini karadan yürüten Fatih’in torunlarının, Haliç’teki köprünün kanatları açılmıyor diye onun tersanelerini kapatması, beceriksizlikten öte tarihe ihanettir!

Daha da büyük ihanet ise “açılamayan” kanatların, 1 Mayıs’ta işçiler Taksim’e çıkmasın diye ansızın açılabilmesidir!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
5 Mayıs 2013

, , , , , , , , , , , , , ,

1 Yorum

GÜL EMNİYET’İ, EMNİYET ABD’Yİ SUÇLADI

Milliyet’ten Pınar Ersoy’un sorularını yanıtlayan ABD Başkanı Barrack Obama’nın Ankara Büyükelçiliği’ne yönelik canlı bomba saldırısını “Türk-Amerikan ilişkilerine zarar vermek isteyenler başarısız oldu” diye yorumlaması bize dikkat çekici geldi.

Zira saldırıdan sonra Türk devletinin yaptığı resmi açıklamalarda benzer bir değerlendirme yoktu. Tersine hem Başbakan Tayyip Erdoğan hem de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, saldırının “teröre karşı ortaklığın ne kadar elzem olduğunu gösterdiğini” belirttiler!

Resmi olmayan açıklamalarda ise üç görüş öne çıkıyordu.

1. Suriye ve İran olağan şüpheliydiler ve bu saldırıyla ABD’nin bölge politikalarına tepki göstermiş olabilirlerdi.

2. DHKP-C stepneydi ve Almanya’nın canlı bombayı izleme gereği duymamasından başlayarak, bu örgütü kullanmasına kadar pek çok nedenle Berlin’in saldırıda rolü olabileceği belirtildi.

3. DHKP-C’nin PKK ile ilişkilerini öne çıkaran MİT-Emniyet çevreleri, saldırıyla İmralı sürecinin hedef alındığını söylediler.

SALDIRIYLA İLGİLİ SORU İŞARETLERİ

Obama’nın sözlerini başka olgularla birleştirmeliyiz:

1. Canlı bombanın 95 dakika içinde DHKP-C militanı Ecevit Şanlı olduğu tespit edilmişti ama buna rağmen ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey “Bu DHKP-C’nin yapacağı bir saldırı gibi görünmüyor” diyordu.

2. Saldırı sırasında MOBESE kameralarının bir saat boyunca neden kapalı olduğu gerçek yanıtını bulamadı!

3. Kuşkusuz Cumhurbaşkanı Gül’ün “Emniyet biliyordu ama önleyemedi” demesi özel bir anlam içeriyordu.

4. Saldırganın kimliği nasıl oldu da parçalanmaya rağmen 95 dakika gibi kısa bir zamanda tespit edilebildi? Günler sonra yayımlanan ve bu kuşkuları gidermeye yönelik olduğu anlaşılan Emniyet kaynaklı haberde dikkat çekici bir cümle vardı: “Bu arada ABD Büyükelçiliği’nin, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne sadece kulübe içindeki güvenlik kamerasının kaydettiği görüntüyü verdiği; Şanlı’nın yürüyerek geldiği Paris Caddesi üzerindeki kameraların kaydettiği görüntüleri vermediği öğrenildi.” (Akşam, 8 Şubat 2013)

Açık ki, Cumhurbaşkanı Gül Emniyet’i suçluyor, Emniyet ise ABD Büyükelçiliği’nin delil gizlediğini belirterek yanıt veriyordu!

BİNGAZİ’DEN ANKARA’YA

ABD’nin Bingazi Konsolosluğu’na yapılan saldırıyla, Ankara Büyükelçiliği’ne yapılan saldırı arasında bir bağ var. O bağın kaynağı ise ABD’nin nasıl bir küresel strateji izleyeceğine dair süren iç mücadeledir.

12 Eylül 2012’deki Bingazi saldırısıyla 1 Şubat 2013’deki Ankara saldırısı arasında geçen 4,5 aylık sürede Washington’da çok köklü değişiklikler oldu. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Savunma Bakanı Leon Panetta ve CIA Başkanı David Petraeus tasfiye edildi!

Üstelik üçünün ortak noktaları vardı:

1. Üçü de Obama’nın tersine ABD’nin Suriye ve İran konusunda aktif tutum almasını istiyorlardı. Nitekim tasfiyelerinden sonra üçlünün Suriyeli muhaliflere silah sağlamaya yönelik planlarının Beyaz Saray’dan döndüğü basına sızdırıldı!

Yerlerine gelen isimlerin ABD-İran diyaloguna yeşil ışık yakmaları ve Suriye’de diplomatik çözüm için umutlu olduklarını söylemeleri çok şey anlatıyor!

2. Her üç isim de ABD’nin Bingazi Konsolosluğu’na düzenlenen saldırı nedeniyle topun ağzındaydılar. Eski Genelkurmay Başkanı Mike Mullen’in başkanlığındaki ekipçe hazırlanan raporda hem Clinton hem de Petraeus açıkça suçlanıyordu. Senato ikisini de sorgulamayı sabırsızlıkla bekliyordu. Kasım’da CIA Başkanı Petraeus yasadışı evlilik gerekçesiyle istifa etti, Aralık’ta da Clinton beyin sarsıntısı geçirdi ve hastaneye kaldırıldı!

Ancak her ikisi de Senato’ya hesap vermekten kurtulamadılar! Ocak ayında Senato’da sorgulanan Clinton, suçlandığı raporun neden gizli tutulmadığına bir anlam veremiyordu!

CIA SURİYE MUHALEDETİNE İHANET ETTİ

Bingazi Konsolosluğu’nu Ankara Büyükelçiliği’ne bağlayan olgu ise o sorgulamada Senatör Rand Paul’ün Clinton’a bir sorusunda gizliydi. Paul, Libya’dan Türkiye’ye silah sevkiyatına ABD’nin aracı olup olmadığını soruyor, Clinton ise “CIA’ya sorun” diyordu!

Bu köşede daha önce Libya’dan İskenderun’a gelen El Entisar gemisinin öyküsünü anlatmış, Petraeus’un apar topar Türkiye ziyaretine ve Bingazi’de öldürülen ABD Büyükelçisi Chris Stevens’in saldırıdan iki saat önce Türk diplomat ile bu gemi hakkındaki görüşmesine dikkat çekmiştik!

Biz bu satırları yazarken Hürriyet Planet’e düşen “CIA, Suriye muhalefetine ihanet mi etti” başlıklı haber ise bu çatışmanın sonucunu belgeliyordu. Gerisini o muhalefetin koordinatörü olan Ahmet Davutoğlu düşünsün!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
11 Şubat 2013

, , , , , , , , , , ,

Yorum bırakın

%d blogcu bunu beğendi: