Posts Tagged Egemen Bağış

ABD ERDOĞAN’IN ÜSTÜNÜ ÇİZDİ Mİ?

Önce Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ABD’ye gitti, şimdi de Başbakan Yardımcısı Bülent ArınçDavutoğlu ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’yle, Arınç da ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’la Türkiye-ABD ilişkilerini ele aldı; Suriye, Irak, Mısır, İran dosyalarını görüştü.

Bu görüşmeleri normalde 11 yıldır Başbakan Erdoğan yapardı. Neredeyse ortalama yılda iki kez ABD’ye gider Bush’la ve Obama’yla görüşürdü; Washington’un verdiği yol haritalarını iktidarının dayanağı olarak alır, Büyük Ortadoğu’da uygulamak üzere “model ortak” sıfatıyla yurda dönerdi.

ABD başkanlarıyla sıkça telefonda da görüşürdü. Azıcık çizginin dışına kaysa Bush ya da Obama arar ve çizgiyi anımsatırdı. Hatta Beyaz Saray bu telefon görüşmelerinden birinin fotoğrafını da yayımlamıştı. Obama’nın sol elinde telefon, sağ elinde beyzbol sopası vardı. Oraları iyi bilen Egemen Bağış Washington’un mesajını “onlarda beyzbol sopası tespih gibidir, sürekli eldedir” diyerek milletin gözünde yumuşatmaya çalışmıştı.

Neyse uzatmayalım. Erdoğan son olarak bu yılın Mayıs ayında Washington’da, Beyaz Saray’daydı. Hatta Obama ile Erdoğan ortak basın toplantısı düzenlendiği sırada yağmur yağmış ve basının tüm yandaş kalemleri koro olup söylemişti: “Beraber yürüdük biz bu yollarda, beraber ıslandık yağan yağmurda.” Bu sözleri ErdoğanObama görüşmesine başlık yapan, manşet yapan bile vardı.

AKP’NİN HAZİRAN YALANI

Sonra araya soğukluk girdi. Kimileri o soğukluğun kaynağının Haziran Halk Hareketi olduğunu propaganda etti, ediyor. ABD’den gelen kimi “gösteri hakkı” açıklamalarını iddialarına dayanak yapıyorlar.

Oysa bu gerçek değil. Hem de iki kere: Birincisi direnişin sahibi halk olduğu ve hedefinde ABD’yle birlikte Erdoğan olduğu için. İkincisi de ABD’nin Erdoğan’dan kurtulmak istediğinde böyle pahalı operasyonlara ihtiyacı olmadığı için! Danışmanının ifadesiyle “deliğe süpürmek” kolaydır.

Ancak Erdoğan ve kurmayları, medya üzerinden yaptıkları bir psikolojik harekâtla Türkiye-ABD ilişkilerindeki soğukluğu Haziran’a endekslemeye çalıştılar. Böylece hem Haziran direnişinin arkasında ABD’nin olduğunu propaganda ederek direnişi karalamış olacaklar, hem de ABD’yle esas sorunu perdelemiş olacaklardı!

Fakat bu yalana kendi tabanlarını bile ikna edemediler.

OBAMA DİREKSİYON KIRIYOR, ERDOĞAN SAVRULUYOR

Esas mesele ise başkaydı. AKP ile ABD arasında bir kırılma varsa da, bunun tarihi Haziran değil, 3 Temmuz’du. Yani Müslüman Kardeşler iktidarının Mısır’da yıkıldığı gün. ABD bu süreçte Mısır’ı tamamen kaybetmemek üzere bir manevra yapmış fakat model ortağı, projesinin eş başkanlığı bu manevraya uyamamıştı.

Öte yandan 21 Ağustos kimyasal komplosu sonrasında Suriye meselesini savaşla çözemeyeceğini kabul etmek zorunda kalan ABD, manevra yapmış ve Rusya’nın planlarına mecbur kalmıştı. Fakat model ortağı, Suriye’de de o manevraya uyum sağlayamamıştı.

Diğer taraftan Ortadoğu’da toplamda bir değişikliğe gitmek zorunda kalan ABD, İran’la da masaya oturmaya mecbur kalmıştı. Model ortağı burada da savruldu.

Ve en önemlisi ABD, Irak’ı İran’ın nüfuzuna terk etmemek için Nuri El Maliki’yle de uzlaşmak zorundaydı. Maliki’yle uzlaşmak demek mecburen Irak’ın birliğini şimdilik kabul etmek ve Ankara-Erbil hattının Bağdat karşıtı operasyonlarını bir süreliğine rafa kaldırmak demekti. AKP bu zorunlu manevraya da ayak uyduramadı.

Özetle otobüsün şoför koltuğunda oturan Obama direksiyonu sola kıvırınca en arkadaki Erdoğan sağa savruluyordu.

ERDOĞAN’IN ÜSTÜNÜ MİLLET ÇİZDİ

Peki, ABD Erdoğan’ın üzerini, bu manevralara uyum sağlayamadığı için çizdi mi? Hayır!

Eskiden ABD’nin Türkiye’de birden fazla seçeneği olurdu. Washington’un A olmazsa B, B olmazsa C ile yola devam etme kabiliyeti vardı. Fakat artık yok. ABD zayıfladıkça, böyle kabiliyetleri de azalıyor. Artık Washington’un Türkiye’de ikinci bir seçeneği yok.

Hatta diyebiliriz ki, Türkiye’de artık toplamda zaten iki seçenek var: ABD’nin seçeneği, Türkiye’ni seçeneği.

GülGülen ittifakı, ABD açısından Türkiye’ye kumanda edebilecek bir seçenek değildir. Bu ittifakın değeri, ABD’nin Erdoğan’ı çizgi içinde tutma sopası olabilmesine bağlıdır.

ABD, yerine gerçekçi bir seçenek bulmadan, asla Erdoğan’ın üstünü çizmez.

Üstünlük milli güçlerdedir! Erdoğan’ı da, Erdoğan için sopa görevi görecek kuvvetleri de çizme kabiliyeti artık milli güçlerindir!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
24 Kasım 2013

, , , , , , ,

1 Yorum

ERDOĞAN’IN BEŞ SUÇU

Başbakan Erdoğan, 27 Mayıs’tan bu yana hemen her gün ekranlardan “halkın bir bölümünü, halkın diğer bölümüme karşı kışkırtma” suçları işliyor. Bunlardan en sık tekrarladığı ve en çarpıcı beş suçu şöyle:

1. RTE: YÜZDE ELLİYİ ZOR TUTUYORUM

Başbakan Erdoğan Gezi eylemlerinin ilk gününde “yüzde elliyi evinde zor tutuyorum” diyerek suç işledi. Açık ki, yüzde elliyi evinde zor tutmak, halkın bir bölümünü, bir bölümüne karşı kışkırtmaktı!

Başbakan bu kışkırtıcı sözlerini defalarca tekrarladı!

AKP’ye oy verenler kendisinden daha sağlıklı düşünüyordu ve bu kışkırtmaya gelmediler! Hatta Erdoğan’ın yüzde ellisinin bir bölümü, Erdoğan’ı günlerce protesto eden eylemcilerle birlikteydi…

2. RTE: BAŞÖRTÜLÜ KADINA İŞKENCE YAPTILAR

Başbakan Erdoğan, 100 civarında eylemcinin bir belediye başkanının gelinine ve altı aylık çocuğuna Kabataş’ta saldırdığını iddia etti. Erdoğan’a göre eylemciler, kadın başörtülü olduğu için saldırmış, 6 aylık bebeğine işkence yapmış ve tekme tokat dövdükten sonra üstüne topluca işemişti!

Erdoğan, bu iddiasını her gün ekranlardan seslendirerek açıkça halkın bir bölümünü, dini duygular üzerinden eylemcilere karşı kışkırttı. Normalde bir başbakan, varsa bile böyle bir olayı ekranlarda “koz” olarak kullanmaz, hukuka havale ederdi.

Diğer yandan anlatıldığı şekliyle de bir olay zaten gerçekleşmemişti. Erdoğan her ne kadar görüntüler var dediyse de o görüntüler asla ortaya çıkmadı. Çünkü yoktu!

Olmamasına rağmen kimi gazeteciler ve Erdoğan’la görüşen bazı sanatçılar, görüntüleri izlediklerini ve iğrenç bulduklarını kamuoyuna açıkladılar.

Acaba Erdoğan onlara ne izletmişti? Çünkü görüntü yoktu. Bir ay sonra İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu da ellerinde bu saldırıya dair Mobese kaydı olmadığını, kendisinin her hangi bir görüntü izlemediğini açıklayacaktı.

Oysa “mağdur” kadın, görüntülerin valilikte olduğunu söylüyordu. Gerçi “mağdur” kadın, 100 kişi kendisini o karanlıkta döverken, çocuğuna işkence yapan adamın kahverengi gözlü olduğunu da söyleyebiliyordu!

3. RTE: CAMİ’DE İÇKİ İÇTİLER

Başbakan Erdoğan, Gezi eylemleri sırasında bir grubun Dolmabahçe Camisi’ne ayakkabıyla girerek, içki içtiğini de iddia etti. Erdoğan’ın bu kışkırtıcı iddiası Cami’nin müezzini ve imamı tarafından yalanlandı. Haliyle başlarına gelmeyen kalmadı; sorgulandılar, hedef oldular ve birinin görev yeri değişti!

Erdoğan imam ve müezzine rağmen her gün ekranlardan “Camide içki içtiler” yalanını dile getirmeyi sürdürdü ve yurttaşları eylemcilere karşı kışkırttı. Üstelik Erdoğan, ellerinde görüntü olduğunu da iddia etti. Hatta AB Bakanı Egemen Bağış, görüntüleri AB Büyükelçilerine izletti!

Ancak görüntülerde bira kutusu olduğu iddia edilen, bariz cola kutusuydu! Bu yalanın altında kalmalarına rağmen, ısrar ettiler. “Başka görüntüler” var dediler fakat ispatlayamadılar.

4. RTE, SANATÇILARI TEHDİT ETTİ

Başbakan Erdoğan, sanatçı Mehmet Ali Alabora’yı eylemlerin bir numaralı sorumlusu ilan etti. Kendisini mitinglerde hedef aldı, tehdit etti. Erdoğan’ın ardından yandaş basın Alabora’yla ilgili “hedef gösterir” yayınlar yaptı.

Erdoğan, Alabora dışındaki sanatçıları da açıkça hedef gösterdi, taraftarlarına şikâyet etti! Normal bir ülkede normal bir başbakanın aklının ucundan bile geçemeyecek sözler, günlerce ekranlardan döküldü!

Erdoğan, aynı şekilde pek çok demokratik kitle örgütü yöneticisini de miting alanlarından ve ekranlardan tehdit etti!

5. RTE: ŞİDDETİN KARŞILIĞI ŞİDDETTİR

Bingöl’de iftar programında konuşan Başbakan Erdoğan, son aylarda yaşanan olaylara değinerek şöyle dedir: “Eğer şiddet varsa şiddetin karşılığı şiddettir. Bunu herkes böyle görecek.” (Vatan, 13 Temmuz 2013)

Başbakana göre şiddetin karşılığı şiddet olmalıydı! Dağda veya ormanda evet ama hukuk devletinde asla!

Kuşkusuz şiddetin karşılığının şiddet olduğu topluluklar vardı ama tarihte ve geçmişte kalmışlardı. 21. yüzyıl toplumlarında şiddetin karşılığı şiddet değildi. Şiddetin karşılığı hukukun verdiği cezaydı!

Yandaşları, Başbakan Erdoğan’ın bu tür yasa dışı sözlerini mesaj olarak algılıyor ve demokratik hakkını kullanarak eylem yapanlara karşı, pala ve sopaya sarılıyordu!

Nitekim Kocamustafapaşa’da palalarla halka saldıranlardan birinin, Erdoğan’ın mitingini izlerken çektirdiği fotoğraf ortaya çıktı. Palacı yandaş, Menderesli, Özallı ve Erdoğanlı tişörtüyle poz veriyordu!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
15 Temmuz 2013

, , , , ,

1 Yorum

HALK HAREKETİ 2. AŞAMAYA SIÇRADI

Polisin Cumartesi akşamı başlayıp sabaha kadar süren Taksim saldırısı, gezi eylemlerinin ikinci kritik aşamasıdır. Fakat iktidar bu dönemece akılsızca girmiştir!

Polis 20 gün önce saldırdığında, küçük bir çevreci eylemi, zulme karşı büyük bir isyana ve AKP faşizmine karşı bir halk hareketine dönüşmüştü. Öyle ki, pek çok isim o müdahalenin yanlış olduğunu, o müdahale olmasaydı işlerin bu noktalara gelmeyeceğini saptadı.

Ancak bu önemli gerçekten hiç ders almamış gibi, polis, üstelik daha da zalimce, halka saldırdı Cumartesi akşamı… Peki, bitirebildi mi? Hayır! Tersine, yeni bir sıçramanın işaretleri belirdi.

Artık şu saptamayı yapabiliriz: Polis 20 gün önce saldırdığında hükümet sallanmıştı, bu saldırıdan sonra ise çözülecekler, aşama aşama dökülecekler! AKP yöneticileri o geceyi, dönemeci alamayıp yuvarlandıkları gece olarak hatırlayacaklar ve krizi yönetemeyen Erdoğan’ın kritik hatası olarak yorumlayacaklar.

ERDOĞAN’IN ZAFER GÖRÜNTÜSÜ İHTİYACI

Peki, Erdoğan neden böyle bir hata yaptı? Neden polisi ansızın Gezi Parkı’na sürdü?

Çünkü Erdoğan Pazar günü yapacağı İstanbul-Kazlıçeşme mitingine “Taksim zaferi” kazanarak girmeyi, iktidarını sürdürebilmenin kritik hamlesi olarak görüyordu.

Peki, zafer kazanabildi mi? Hayır! Tersine, kolluk kuvvetlerine yaptırttığı zulüm, Erdoğan karşıtı eylemleri daha da büyüteceğinin işaretlerini verdi; gece boyunca, sabaha kadar… Tüm İstanbul ayaklandı! Türkiye ayaklandı!

Gelelim emrin nasıl uygulandığına…

Polisin müdahalesi toplumsal bir olaya müdahaleden ziyade, düşmana saldırı gibiydi! Hiç abartmıyoruz, tek başına polisin revir olarak kullanılan mekânlara müdahale etmesi bile yaşananların boyutu için genel bir fikir verebilir. Zira savaşta bile hastaneler dokunulmazken, polisin revirlere saldırması açık bir insanlık suçudur!

Peki, polis neden bu kadar düşmanca tutum alıyor?

TÜRK BAYRAKLI TERÖRİST!

Erdoğan’ın en sadık adamlarından Egemen Bağış’ın A Haber’deki şu sözleri çok şey açıklıyor: “Taksim’e giden, polis tarafından terörist olarak muamele görecek.”

Hükümet, açık ki, Türk halkının büyük bir bölümünü artık düşman olarak görüyor ve emrindeki kolluk kuvvetlerinin de böyle görmesini istiyor. Bir Emniyet Müdürü’nün polislere cep telefonu mesajından “İkinci Çanakkale Destanı” yarattıkları için teşekkür etmesi çarpıcıdır. Halkı, denize dökülen düşman gibi algılatmaya uğraşmaktadırlar.

Bu bakış, en somut olarak Erdoğan’ın “Yüzde 50’yi evinde zor tutuyorum” sözlerine yansımıştı. Erdoğan açık açık, halkın bir bölümünü, bir bölümünün üzerine sürmeyi koz olarak gündeme getirmişti.

İşte o üzerine yürünecek düşman halk, AKP’ye göre teröristti! Hem de Türk bayraklı terörist!

Öcalan’ın “barış elçisi” sayıldığı bir süreçte “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyen halkın terörist kabul edilmesi normaldi.

ERDOĞAN GİDER, VALİ ALTINDA KALIR!

Daha vahimi ise İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun “direnişçiler silah kullanmaya başladı” demesiydi. Kuşkusuz yalandı fakat yalan olmanın ötesinde, yeni bir tehdide işaret etmekteydi. Çünkü Mutlu, “direnişçi silaha sarıldı” derken, fiilen “polisin silaha başvurmasına yol vermiş olduğunu” bilecek bir makamdadır.

Başbakan’ın “yüzde 50’yi evinde zor tutuyorum” diyerek açtığı yol, önce halkın “düşman” ve “terörist” diye nitelenmesine dönüşmüş, son olarak da polise “silahlı müdahale” yolu verilmiştir!

Uyarıyoruz: Bu artık geri dönüşü olmayan bir uçurum olacaktır! Ve bu felaketin altında, bu sorumsuzca açıklamaları nedeniyle ilk kalacak olan da Vali Mutlu olacaktır!

TÜRKİYE TAKSİM OLDU!

Erdoğanların başvurdukları bu yollar, çaresizlik nedeniyledir. Erdoğan da kuşkusuz bu yaptığının siyasi bir hata olduğunu biliyordur. Ama mecburdur!

Hiçbir şey yapmadan yıkılmakla, bir şey yaparak ayakta kalmaya çalışmak arasında bir tercih yaptı. Ancak bu tercih, sonucu değiştirmeyecek. Zira Erdoğan’ın seçtiği tercih, şimdiden iki önemli sonuç doğurdu:

1. Tayyip Erdoğan Taksim’i alamadı, tersine tün Türkiye’nin Taksim olmasını sağladı!

2. Öğrenci ağırlıklı tepki, bu saldırıyla daha da kitleselleşti, her çeşit kesime yayıldı ve halklaştı!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
17 Haziran 2013

, , ,

Yorum bırakın

GÜL’ÜN LİDERLİK SIRRI!

Bu Pazar, üç konuğumuz var. Zaman’dan Hüseyin Gülerce, Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu ve Hürriyet’ten İsmet Berkan… Hafta içi kaleme aldıkları üç ayrı konuyu değerlendireceğiz; işledikleri konulara, sözcüklerinin gerisinde duran anlamlarıyla birlikte bakacağız:

YENİDEN AB RÜZGARI İHTİYACI

Bir Washington projesi olarak “Türkiye’nin AB’ye tam üyelik adaylığı”nın iki önemli anlamı vardı. Batı, birincisi, Türkiye’yi AB kapısına bağlayarak Avrasya’ya kaymasını engelleyecekti; ikincisi, bu adaylık üzerinden Türkiye’yi istedikleri gibi biçimlendireceklerdi.

Bu nedenle, ne zaman yapmakta zorlandıkları bir icraat olsa, hemen kamuoyuna “Ama AB üyesi olabilmek için…” diye başlayan cümleler sarf ederlerdi.

Sonra, AKP devlet içinde mevzi kazandıkça “AB masalına” ihtiyacı azaldı. Şimdilerde “İyi ki AB üyesi olmadık” diyen hükümet üyeleri bile var.

Ancak, Zaman yazarı Hüseyin Gülerce 23 Mayıs tarihli yazısında Erdoğan hükümetini uyarıyor. GülerceAB rüzgârına neden ihtiyaç var?” başlıklı yazısında yanıtı şöyle veriyor: “Yeni bir anayasa için en kritik düzlüğe gelindi. Türkiye’nin şu anda AB üyelik rüzgârına, her dönemden daha fazla ihtiyacı var.

Dikkat buyurunuz; AB üyeliğine değil, sadece rüzgârına ihtiyaçları var. Çünkü anayasa yapmakta zorlanıyorlar!

LİBERALLER TUTUKLANMAKTAN KORKMUŞ

Son dönemde AKP destekçisi kimi liberallerin yazıları, tutum değişikliği sinyali olarak algılandı. Hatta Fenerbahçeli bir dostum şakayla karışık, “Fenerbahçe kimliği sahibi olmanın, Cengiz Çandar’ı bile bir parça düzelttiğini” iddia etti.

Kimi çevrelerde liberallerin eleştirel yazıları, liberallerin “doğru” rotaya girdikleri şeklinde yorumlandı. Ya da “AKP güç kazandıkça, sırtından liberalleri atmaya başladı” diyenler oldu.

Meğer mesele başkaymış!

Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu, 23 Mayıs’taki yazısında başlıktan soruyor: “Bizi de mi tutuklayacaktınız?”

Meğer istihbarat almışlar… Başta Cengiz Çandar olmak üzere 44 gazeteci, KCK iddianamesine takılmış!

Bayramoğlu yazısını şöyle bitiriyor: “İş Çandar’a ve benzerlerine uzanırsa, otoriter cesaret bu noktaya kadar gelmişse, demokrasinin beli doğrulmayacak kadar bükülmüş olacak. Bu durumda asıl beli kırılması gereken o ‘cesaret’tir.”

Bayramoğlu’nun vurgulayarak tırnak içine aldığı “cesaret” kelimesini, nedense ben “cemaat” diye okudum…

Yoksa liberaller bölündü de, bir kısmı AKP’ci, bir kısmı da cemaatçi mi oldu? Selim Uslu ne güzel yorumlardı bu tabloyu…

NATO GÜL’DEN İYİSİNİ BULAMAZ

Hürriyet yazarı İsmet Berkan NATO Zirvesi için ABD’ye giden Gül’ün, Stanford Üniversitesi’ndeki konuşmasından hareketle 25 Mayıs’ta bir yazı yazdı. Başlık şu: “Abdullah Gül’ün liderlik sırları

Berkan 11 maddede ballandıra ballandıra anlatmış bu sırları.

İlginç olan, Gül bu konuşmayı yaparken, bir yandan da “2014 yılında NATO Genel Sekreteri olacağı” konuşuluyordu. Hatta AB Bakanı Egemen Bağış, “NATO Gül’den iyisini bulamaz” diyordu.

Bağış’a katılıyor ancak Gül’ün asıl “liderlik” sırrını anımsatıyoruz:

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde kaydı var. Gül, tıpkı Margareth Thatcher gibi, Helmuth Kohl gibi, Giscard d’Estaing gibi, ABD’nin “liderlik programı” ile yetiştirildi!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
27 Mayıs 2012

, , , , , , , , , , , ,

Yorum bırakın

İZMİR’İN VAPURLARI

İzmir’in CHP’li Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı 15 adet yolcu gemisi alım ihalesi, kentte büyük tartışma yarattı. Konu haliyle Gemi Mühendisleri Odası GMO’nun İzmir Şubesi’ni de yakından ilgilendiriyor. Bu nedenle 5 Aralık günü bir basın açıklaması yaparak kamuoyunu bilgilendirdiler. Özetle şu vurguları yapıyorlar:

Alımı planlanan gemi amaca yani kentiçi ulaşıma uygun değildir. İç körfezde yani kısa mesafede çalışacak gemiler için hızı esas almak yanlıştır. Şartnamede yer alan gemi malzemesi hem pahalı hem de dışa bağımlıdır. Hız ve malzeme seçimi göstermektedir ki, şartname, gemilerin yurtdışından sağlanmasını amaçlamaktadır. Seçilen malzemenin kırılganlığı, emniyet kuşkularını artırmaktadır. Yeni iskelelerin yapılmasını ya da mevcutların tadilatını gerektirmektedir ki, bu da ek maliyet demektir. Şartname, milli klas kuruluşumuz olan Türk Loydu’nun yapım ve sonrasında denetimini engelleyecek biçimde düzenlenmiştir.

YERLİ ÜRETİM ÇAĞRISI

GMO İzmir Şubesi, şartnamede tarif edilen gemiler yerine, yeterli hızda ve daha ekonomik malzemeyle, İzmirlilerin ihtiyacını daha iyi görecek gemilerin çok daha az maliyetle üretilebileceğini, bu işe ayrılan para ile İzmir’in bir de tersane sahibi olabileceğini iddia ediyor. Ve GMO İzmir Şubesi, tasarımdan üretim tekniğine, malzemeden üretim yerine kadar, yerli seçiminin önemine ulusal ekonomimiz açısından da dikkat çekiyorlar. İzmir’e yakışanın artık kendi özgün gemilerini yani İzmir Vapurunu tasarlayıp üretmek olduğunu belirtiyorlar.

Bu dönem İzmir’den milletvekili olan Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım da konuya müdahil oldu ve şu değerlendirmeyi yaptı: “Teknelerin seçilen tip ve malzemesi itibariyle yerli piyasaya çok fazla katkı sağlamayacağı, bunların tamamen yurtdışından temin edilmesi gibi durumla karşı karşıya olduğumuz ifade edildi. Bu proje Türkiye’de gerçekleştirilmeli ve bu para Türkiye’de kalmalı.”

Bakan’ın çok haklı görülen bu açıklamasını ayrıca ele alacağız. Ancak önce bir başka konuya değinelim.

‘EVETÇİ ODA’ YAFTASININ SONUÇLARI

AKP’nin yoğun baskısı altında olan İzmir Büyükşehir Belediyesi, GMO İzmir Şubesi’ni kendilerine yönelik lobinin bir parçası olarak gördü ve ilan etti. Ancak GMO’nun bir üyesi ve bir önceki dönemin de genel merkez yönetim kurulu üyesi olarak belirtmem gerekir ki, İzmir şubemiz, bir lobi varsa bile, asla o lobinin doğrudan parçası değildir.

Peki, CHP’li İzmir Belediyesini bu değerlendirmeye götüren sadece Binali Yıldırım ile GMO İzmir Şubesi’nin açıklamalarının örtüşmesi midir? İşte kritik soru budur.

Sorun GMO’nun bu dönemki genel merkez yönetiminden kaynaklanmaktadır. 12 Eylül halkoylaması sırasında mevcut yönetim Bakan Egemen Bağış’ı GMO’da “misafir” etmiş; Bakan da basının önünde GMO’yu “evetçi oda” ilan etmişti!

İşte CHP’li belediyenin GMO İzmir Şubesi’ni lobinin bir parçası ilan etmesinin ve haklı itirazlarını dikkate almamasının nedeni budur.

İSTANBUL BAŞKA, İZMİR BAŞKA MI?

Gelelim Bakan Binali Yıldırım’ın açıklamasına… Kuşkusuz açıklama oldukça doğru görünüyor. Ama insan sormadan edemiyor. 2005 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İstanbul Deniz Otobüsleri İDO da tıpkı bugün İzmir’in yaptığına benzer bir şartname ile ihaleye çıkmıştı. GMO Genel Merkezi, tıpkı bugün İzmir Şubesi’nin yaptığı gibi şartnameye itiraz etti, yerli üretimi savundu.

Bakan Binali Yıldırım, o zaman da bakandı ama hiç de bugünkü gibi müdahale gereği duymamıştı. Yoksa Bakanlıkta “AKP yabancı alabilir, ama CHP yerli almalı” mantığı mı var?

Her neyse… Sonuç olarak gerekçeler ne olursa olsun, İzmir belediyesi bir an önce yanlıştan dönmeli ve GMO İzmir Şubesi’nin vurguladığı konuları dikkate almalıdır. Çünkü cebimizden çıkacak 300 milyon lira ile hem İzmirli kendi vapurlarına kavuşabilir, hem de İzmir, dünyanın tersanesi olmayan tek liman kenti olma ayıbından kurtulur.

NOT: Ulusal Kanal’daki canlı yayın programım nedeniyle odamızın bu akşamki kuruluş yıldönümü yemeğine katılamayacağım. Meslektaşlarımıza ve camiamıza buradan selam ve saygılarımı iletiyorum. Odamızın üyesi olan Bakan Binali Yıldırım’ında katılacağı bu yemekte, umarım bu konular meslektaşlarımızca tartışılır.

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
9 Aralık 2011 

, ,

Yorum bırakın

BİR BAKAN İKİ REKLAM

Neyle suçlandığı bile belli olmadan bin gündür Silivri zindanında yatanlar kadar mağdur olduğunu ispatlama peşinde olan AB Bakanı Egemen Bağış, AKP kapatma davasının hayatında nasıl zorluklar yarattığını şu sözlerle ispatlamaya çalıştı:

OYUNCAĞINI PAYLAŞMAYAN ÇOCUK

“Hatta dokuz yaşındaki oğlumun hayatı bile zorlaştı. Bir gün bir arkadaşıyla sokakta oynarken arkadaşı bisikletini ödünç istiyor. Oğlum ‘hayır’ deyince arkadaşı ‘babanın partisini kapatacaklar, işsiz kalacak ve bundan sonra bisiklete binemeyeceksin’ şeklinde konuşmuş. Evde iki gün ağladı. Bu tür olumsuzluklara katlanmak zorunda kaldık, Allah’a şükür geride kaldı.”

Hemen her gazete, bu sözleri kendi meşrebine uygun olarak yayımladı, değerlendirdi. Biz ise bir ayrıntıya takıldık!

Bakan Egemen Bağış’ın dokuz yaşındaki oğlu, bisikletini çok isteyen arkadaşına neden ödünç vermez? Bir bakanın çocuğu neden oyuncağını arkadaşıyla paylaşmaz?

Durun hemen yanıt vermeyin.

Yaratılan bu iklimdeki iki reklamı irdeleyelim önce:

KARI – KOCA’NIN PAYLAŞAMADIĞI BİSKÜVİ

Dizi filmi gibi bir bisküvi reklamı yayımlanıyor ekranlarda. Bir karı-kocanın hikayesi. Kadın bisküvi paketini açıp yemeye başladığında, koca bisküviden yiyebilmek için olmadık taktikler dener, başaramaz. Kadın bisküvisini kocasıyla paylaşmaz.

Başka bir gün de bu kez koca o bisküviden almıştır. Kadın yalvarır, yine olmadık numaralar yapar bisküviden alabilmek için. Koca karısıyla paylaşmaz bisküvisini.

Bir kocanın karısıyla, bir kadının kocasıyla paylaşamayacağı kadar güzel bir bisküvidir yani… Reklamcılar böyle düşünmemizi istemişlerdir.

Biz farklı düşünelim ve şu soruyu soralım. Bir kadın kocasıyla, bir koca karısıyla bir bisküviyi neden paylaşamaz? Soruları çoğaltabilirsiniz? Bir evli çiftin aslında paylaşamayacak neyi olabilir ki?

SUSUZLUKTAN ÖL!

Ünlü bir müzik grubunun yer aldığı bir içecek reklamı var örneğin. Müzisyen sahnede susamıştır, tam şarkısını bitirdiğinde öndeki dinleyicilerin içinden bir gencin, o içecek şişesini açtığını görür ve susuzluğunu gidermek için ister.

Siz bu durumda olsaydınız ne yapardınız? Durun yanıt vermeyin hemen.

İçeceğin sahibi genç, içeceğin karşılığında müzisyenden gitarının penasını ister, müzisyen verir. Genç bakar ki, içeceği çok değerli, bu kez gitarını da ister. Müzisyen onu da verir. Sonra gruptaki diğer müzisyenin ceketini de ister.

Ha bire ister yani. O kadar değerli ve kıymetli bir içecektir çünkü elindeki. Müziğini dinlemeye gittiği grubun solistiyle karşılıksız paylaşamayacağı kadar kıymetlidir!

MÜLK’ÜN AĞIRLIĞI

Şimdi yeniden soralım sorumuzu: Bir bakanın çocuğu, arkadaşıyla oyuncağını neden paylaşmaz?

Soruyu daha da derinleştirelim mi?

Bir başbakanın, ülkesinin dışında, sekiz ayrı banka hesabı olur mu? Bir Cumhurbaşkanı eşi, 50 bin liralık yüzük takar mı? Peki, 50 bin liralık yüzük takan bir kadın, paylaşımcı bir çocuk yetiştirebilir mi?

BİZİN İNSANIMIZ

Asya halkları, hele de Anadolu insanı… Komşusuyla aşını paylaşır; köylüsüyle üretim aracı olan mal’ını, eşeğini paylaşır; öğrencisiyle harçlığını paylaşır; işçisiyle alın terini paylaşır; sevgilisiyle sevgisini ve yaşamını paylaşır; askeriyle karavanasını paylaşır; milletiyle vatanını paylaşır.

Çünkü mülk, boyundaki zincir kadar ağırdır insana

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
5 Aralık 2011

Yorum bırakın

%d blogcu bunu beğendi: