Posts Tagged Doğu Perinçek

CESİKA’DAN BESEY’E: FIRAT’TA DOĞAN HAYAT

Gazetecilik kamu adına bir denetleme görevi olduğu için bu köşeden özel hayatımıza dair kimi notlar aktarmayı doğru bulmam. Ama bugün bir istisna yapacağım. Çünkü Aydınlık’ın “özgürlük meydanı” sayfasında uzun bir süredir tartışılan “Türk ırkı var mı?” sorusuna yanıt girişimi olacak bir konu var gündemimde…

Malatya’dayım. Büyük amcam Süleyman Güller’i kaybettik. Cenaze nedeniyle en yakınından en uzağına, pek çok akrabamı görmüş oldum.

Süleyman amcam aslında babamın amcasıdır; dedemin küçük kardeşi… Dedem erken öldüğü için iki küçük erkek kardeşi olan Süleyman ve Hüseyin Güller, amcalarıma baba, bana da dede oldu…

Cenaze sırasında, evraklara bakarken fark ettim. Süleyman amcamın, yani dedemin annesinin ismi Besey’miş! Şaşırdım, zira biz ismini hep Cesika diye biliyorduk.

XXXXXXXXXXXXXXXXXX

Belki artık konu ilginizi çekmeye başlamıştır. Hadi gelin bugün size büyükannemiz Cesika’yı, yeni öğrendiğim ismiyle Besey nenemizi anlatayım. Çünkü Besey nenemizin bizi yaratan hayatı, bu toprakların o yıllarda sık şahit olduğu bir olayla başlar: 1915 olayları…

Besey nenemiz genç bir kızken, ailesiyle birlikte Erzincan Kemaliye köylerinden akrabalarıyla birlikte tehcire maruz kalanlardan… Güneye doğru inerken, Malatya Fırat’tan geçerken saldırıya uğruyorlar.

Kürt köylerinin bu olaylar sırasındaki tutumunun toplumsal kaynakları, daha doğrusu sosyoekonomik nedenleri başlı başına bir tez konusudur. Girmiyoruz fakat 1915 olayları sırasında karşılıklı yaşanan kırımların, büyük bir kırılma yaşattığını not ediyoruz.

Neyse, işte o saldırı sırasında büyük dedem Mehmet, ya da bize miras bıraktığı lakabıyla Mammani dedem, Cesika’yı kurtarır ve onunla evlenir. Ortada bir kurtarma da olsa, ailesi öldürüldüğü için bir Kürt’le evlenmek, daha doğrusu buna mecbur kalmak kuşkusuz zordur ve travmatiktir.

Ancak Cesika bu zorluğa katlanmış ve dört çocuk doğurmuştur: Önce asıl dedem olan Ali, ardından Hatun halamız ve küçükleri Süleyman ve Hüseyin amcamız…

HAZİNEYİ PERİNÇEK’TEN TAHSİL EDİYORUM

Çok uzun yaşamamış maalesef Besey nenemiz… En büyük oğluna, dedem Ali’ye, Kemaliye’den kaçmadan önce gizledikleri bir küp altından bahsetmiş ölmeden önce…

Dedem, biraz büyüdüğünde peşine düşmüş bu küçük hazinenin ama anlatıldığına göre Kemaliye ağalarını aşamamış. (Ben o hazineyi yıllar sonra Kemaliyeli Doğu Perinçek’ten bilgi olarak tahsil ediyorum!)

Yıllar sonra, Malatyalı hemşerimiz Hrant Dink, Arguvan Festivali sırasında bizim köyde, muhtar olan Haşim amcamın evinde kalır. Söz sözü açar ve konu Cesika’ya, Besey nenemize gelir. Hrant, amcama, araştıracağını ve Cesika’nın yaşayan akrabalarını bulacağını söyler.

Ancak ömrü yetmez. Gladyo’nun bir suikastıyla ortadan kaldırılır!

Bu arada konu konuyu açtı ama önemle belirtelim: Hrant’ın Kürtlere, “geçmişte biz büyük kuvvetlere alet olduk, siz olmayın” özetli son mesajları işte bu sıradadır.

HEPİMİZ TÜRK MİLLETİYİZ

Besey nenemizin hikâyesi, pek çok ailenin de hikâyesidir. Geçmişlerimizde başka başka etnik unsurlar vardır. Hangimizin birkaç kuşak gerisine gitsek, böyle hikâyeler buluruz.

Çünkü Anadolu “kavimler kapısıdır” ve Mustafa Kemal bir üniter devlet kurarken o nedenle “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” demiştir!

Cesika Besey olurken, Ermeni Kürt mü olmuştur? İşte, ırkı değil, ortak yaşama iradesini esas alan kültür eksenli millet anlayışı bu noktada değerlidir. Ermeni de, Kürt de, Türk de bir devrimle Türk milleti olmuştur.

“Kürt de biziz, Ermeni de bizi, Türk de biziz, hepimiz Türk milletiyiz” dememiz bundandır!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
9 Ocak 2013

, , , , , , , , ,

Yorum bırakın

TÜRKLERİN TARİHİ: ARASIZ KAYNAŞMA

Osmanlı Ordusu’nda 5. Ordu Kurmay Başkanlığı yapan Alman subay Franz Carl Endres’in “İttihat Terakki ve Osmanlılar” kitabında, Doğu Perinçek’in başlattığı “Türk ırkı var mı?” tartışmasına katkı sunacak bilgiler var.

Bugün kitaptaki bu ilgili bölümü dikkatinize sunuyoruz:

TÜRK SÜREKLİ BAŞKA MİLLETLERLE KARIŞTI

“Önce şu tespit yapılmalı: Bugün Türk adıyla işaret ettiğimiz, binlerce yıl sayısız milletle karışma yoluyla ari özellikleri kaybolan büyük Türk soyudur.

“Osmanlı tipi olağanüstü fazla karışım gösterir.

Saf Türk tipi, yalnızca dünya tarih dalgalarının en az dokunduğu ilk halk dallarında kalmıştır. Bunlar bugün hâlâ bin yıllar öncesindeki gibi steplerde yaşayan, ilk zamanlardaki gibi yemekleri, içecekleri ve aynı adetleri olan göçebe Kırgızlardır.

“Yabancı kadınlarla evlenme imkânı olmayan Kırgızlar soylarına tamamen sadık kalmıştır.

“Türkiye’de sadece çok az insanda görülen en eski Türk tipi, tıknaz, kısa, kalın, kuvvetli kemikli vücut yapısı ihtiva eder. Büyük basık şekilli bir kafaya Moğol kesimli küçük kara gözler yerleşmiştir. Basık bir alın altında basık bir burun çıkıntısı vardır. Sakal gür değildir, saç rengi siyahtan kahverengiye, deri rengi sarımtraktan sarıya değişir.

“Moğollar bu tipten biraz daha kesin görünümle ayrılır, öyle ki sade Moğol’u tasvir etmek için bu sıfatların önüne bir ‘çok’ daha eklenir.

OSMANLI KARIŞIMDAN KÂRLI ÇIKTI

“Kuran inananlara eş seçiminde ırk sınırlaması getirmediğinden modern Osmanlı bu orijinal tipten çok uzaklaşmıştır. Osmanlıların Anadolu’da görünmeye başlamasından itibaren –o zamanki Kırgız tiplilerin- Ermeni, Arap, Rum, Yahudi, Güney İslav gibi belli bazı sınırlar içinde bütün milletlerden kadınlarla sürekli karışma olmuştur. Bu, bugün Türk dünyasında Moğol’dan çok, Yahudilerin güzel, badem gözlerinin görülmesine, ince, uzun boylu ari kökeni açığa vuran Osmanlılara veya Rumların karakteristik büyük burunlarını taşıyan insanlara rastlanmasına, nihayet, ‘Türk özelliği’ ile etnografik olarak hiç ilgisi olmamasına rağmen gür sakalın Osmanlı özelliği olmasına neden olmuştur.

“Osmanlılar bu insani karışımdan şüphesiz karlı çıkmıştır.

“Bugün Türkiye’ye biraz yabancıymış gibi gelen bu Moğol tipler, ırk karışımıyla gelen tip değişimine karşı en eski ırkın son görünen direnişidir.

“Her atlasta ‘köken ırk’ın oturduğu yerleri bulabiliriz. Köken ırkın yeri, Angara’nın ve Yenisey’in, Ob ve Irtiç’in kaynak ve kaynağına yakın bölgesidir. Yani 80 ve 100 derece boylam ve 45-55 derece enlemle sınırlanmıştır.

KAVİMLER GÖÇÜNÜN ETKİSİ

“İlk zamanlarda iki kavimler göçü yaşandı.

“Çin kaynaklarına göre, mavi gözlü ve sarışın komşuların yerlerinden atıldıktan sonra bir kavim, yani tahminen Finliler, kuzey batı yönünde Tobol’a dek ilerlemiş, sonra da Volga’ya dek yayılmışlardır.

“İkinci bir kavim iki kolda ilerlemiştir. Bir kolu güneydoğu yönünde Tiyenşan Dağları ve bugünkü Urmutçi Şehri üzerinden Lob Çölü’ne doğru, diğer kol güneybatı yönünde Aral Gölü’nün, Hazar Denizi’nin ve Karadeniz’in kuzey kıyısına doğru ilerlemiştir.

Almanlar için ilginç gelebilecek benzer bir çalışma da, İskitlerin ve Saksonların, belki de Parthların da Türk olabileceğidir. Hunlar ise şüphe götürmeyecek şekilde Türk’tür. Dil izleri Avarların, Bulgarların ve Hazaraların da böyle olduğunu tahmin ettirmektedir. Yalnızca Alanlar ve Roksolanlarda bir delil bulunamamıştır.”

NUH’A DAYANAN KÖKEN

Güray Beken’in Dharma Yayınları için çevirdiği kitapta, Nuh’a dayanan “Moğol geleneğine göre Türklerin kökeni” haritası ile “Dil ağacı” da var. Ayrıca Franz Carl Endresİttihat Terakki ve Osmanlılar” adlı kitabında, görev yaptığı tarihte Osmanlılardaki etnik haritayı da çıkarmış, nüfusların ayrıntılı dökümünü yapmıştır.

Peki, biz ne düşünüyoruz? Türk ırkı var mı? Ya da başka ırklar var mı? Yasin Aktay’a neden bu kadar tepki oldu? Yarın da bu sorulara yanıt vereceğiz…

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
15 Aralık 2013

, , ,

Yorum bırakın

YIKILAMAYAN İKİKALE: İP ve FENERBAHÇE

Aziz Yıldırım, açık ara farkla yeniden Fenerbahçe’ye başkan seçildikten sonra durumu özetledi: “3 Temmuz’la hesaplaştık.”

Evet, Yıldırım 3 Temmuz’la hesaplaşmıştı ve kazanmıştı!

Neydi 3 Temmuz?

3 Temmuz, 10 yıldır Cumhuriyet kurumlarını, kalelerini teker teker ele geçiren AKP rejiminin spora da el atması ve Fenerbahçe’ye operasyon yapmasıydı.

3 Temmuz tertibi sonrasında yandaş kalemlerin Ergenekon-Fenerbahçe ilişkisi kurması bile, operasyonun ana hedefini gösteriyordu.

FENERBAHÇE CAMİASI TEK VÜCUT OLDU

Ancak Fenerbahçe kulübü, başkanıyla, yönetimiyle, kongre üyeleriyle, taraftarlarıyla tertibi doğru okudu ve doğru yerde mevzilendi. Fenerbahçeli tribünler her 34. dakikada, aslında 3 Temmuz’la hesaplaştı. Fenerbahçeli taraftarlar Gezi eylemlerine katılarak, aslında 3 Temmuz’la hesaplaştı.

Fenerbahçe, bir tertiple içeri alınan Aziz Yıldırım’ın arkasında sonuna kadar durdu ve nihayet geçen hafta sonu onu yeniden seçerek 3 Temmuz’la hesaplaşmayı kazandı!

Fenerbahçe’yi kutluyoruz.

ERDOĞAN, YILDIRIM’A YANIT PEŞİNDE

Aziz Yıldırım’ın “3 Temmuz’la hesaplaştık” dediği konuşmasındaki şu cümlenin altını özellikle çiziyoruz: “Fenerbahçe’nin neferleriyiz. Çocuklarımıza, bizden sonra geleceklere bu Fenerbahçe’yi, Cumhuriyet ilkeleri doğrultusunda teslim edeceğiz. Bunun dışında kimse bir şey beklemesin.”

İşte 3 Temmuz bu Cumhuriyet kararlılığıyla, Cumhuriyet karşıtlarının mücadelesiydi. Erdoğan’ın Fenerbahçe Kongresi sırasında Aziz Yıldırım’ın yaptığı konuşmaya Kızılcahamam Kampı’ndan yanıt yetiştirmesi ve “sen kendini çevre bakanı mı sanıyorsun” demesi, işte bu mücadelenin yansımasıdır.

İP, TERTİBİ TERSİNE ÇEVİRDİ

AKP’nin yıkamadığı kurumların başında İşçi Partisi gelmektedir. Genel Başkanı’ndan başlayarak en üst düzey yöneticilerine dalga dalga tertip düzenlenmiş fakat İşçi Partisi sendeleyeceğine, daha hızlı koşmuştur.

Artık soru şudur: Peki İşçi Partisi ve Fenerbahçe’nin gösterdiği bu kararlı direnişi, neden diğer kurumlar, örneğin TSK, örneğin CHP, örneğin Yargı, örneğin Medya gösteremedi!

Kuşkusuz pek çok neden sayabiliriz. Bunlardan biri de kurumların önderlerinin tutumudur.

YILDIRIM DİRENDİ, BÜYÜKANIT TESLİM OLDU

Açalım:

İşçi Partisi, başta Doğu Perinçek olmak üzere parti önderliği direndiği için daha sağlam direnebildi.

Fenerbahçe camiası, kulüp başkanı Aziz Yıldırım direndiği için dik durabildi.

Aynı kararlılığı örneğin Deniz Baykal gösteremedi ve ahlaksız bir kasete teslim oldu. Örneğin Yaşar Büyükanıt direnemedi. Hatta tertiplerin işini kolaylaştıran üst düzey komutanlar da oldu!

Sonuç olarak artık şu saptamayı yapabiliriz: Cumhuriyet’i yeniden inşa edecek kararlılık, işte bu anlayış farkından kaynaklanarak uygulanacak!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
5 Kasım 2013

, , , , , , , ,

Yorum bırakın

İP DELEGELERİ PERİNÇEK’İ DİNLEYECEK Mİ?

İşçi Partisi’nin 9. Kurultayı haberlerini Aydınlık’ta okuyorsunuz. Ben üç günlük bu tarihi önemdeki Kurultay’a dair dikkatimi çeken bazı noktaları sizlerle paylaşacağım.

PERİNÇEK: BENİ SEÇMEYİN

En dikkat çekici konu, haliyle dün İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in Aydınlık’taki köşesinden genel olarak İşçi Partisi delegelerine ve özel olarak da partinin yönetimine verdiği mesajıydı. Perinçek özetle şöyle diyordu: “Partimizin, duvarların arasında olan bir arkadaşın sözünü dinlememesi yerindedir. Bu sağlıklı tavrın hukuka da yansıtılması doğru olur.”

Yani Perinçek delegelerden kendisini seçmemesini istiyordu!

Kuşkusuz bu bile İşçi Partisi’nin Kurultayı’nı başlı başına çok önemli yapıyordu.

Artık delegelerin önünde şöyle bir ikilem vardı: Genel Başkan’ı dinleyip, kendisini Genel Başkan seçmeyecekler miydi? Yoksa Genel Başkan’ı dinlemeyip, kendisini yeniden Genel Başkan mı seçeceklerdi?

Bu sorunun yanıtını bugün oylama sonrasında öğreneceğiz.

Kuşkusuz 40 yıldır vatan savunması yapan ve her zorluğa göğüs gererek çelikleşen ve bu kırk yıl içerisinde yenilenen, tazelenen İşçi Partisi’nin en üst karar organı, yani Kurultay’ı en doğru kararı verecektir.

GENİŞLEME SORUNU

Ancak yanlış vereceklerini düşündüğüm bir karar da var!

Kurultay gündemine, tüzüğün merkez karar kurulu ve merkez yürütme kurulu üyeliklerini genişleten bir öneri yapıldı. Halen 60 asil ve 15 yedek üyenin bulunduğu merkez karar kurulunun daha da genişletilmesi, ne kadar işlevsel olacak? Doğrusu kuşkulu…

Zira her kurul üyesi 10 dakika konuşsa, kesintisiz 15 saat yapacak. Genişleyen kurul bu durumda hantallaşmaz mı? Kimi kurul üyeleri, sadece oy vermekle sınırlanmış olmaz mı?

Biz bu yazıyı yazmaya başladığımızda bu madde henüz oylanmamıştı. Önergenin gündeme alınmasına tek kişi karşı çıktığına göre, çok büyük ihtimalle öneri kabul edilecek!

Hayırlısı…

İŞÇİ PARTİSİ HIZLI BÜYÜYOR

Önergenin sahipleri, kurulu genişletme ihtiyaçlarını İşçi Partisi’nin büyümesine bağlıyorlar. Biz bunu kurulu genişletmeye gerekçe görmesek de, İşçi Partisi’nin büyüdüğü ortada…

Bir kere artık beşinci parti konumundalar. Medyanın yayınladığı anketlerde İşçi Partisi’nin yaz aylarında yüzde 2’den fazla oyla beşinci parti olduğu ortaya çıkmıştı.

Ben İşçi Partisi’nin beşinci parti olmasından çok, TBMM dışından alternatif görülen ilk parti olmasını daha çok önemsiyorum.

TBMM’deki ilk dört partiden hemen sonra en çok İşçi Partisi’nin tercih edilmesi, bence yeni dönem için ve Türkiye’nin geleceği için çok şey anlatıyor.

Bu yüzde 2 oyun, artık yüzde 2 ile yüzde 4 aralığında olduğu da anlaşılıyor. Bu kabaca artık 1 ile 2 milyon arasında yurttaşın, İşçi Partisi’ni tercih ettiği anlamına gelir.

DEVRİMİN MATEMATİĞİ

Bu rakamın anlamı, şu matematik hesabıyla birleşince asıl değerini kazanır:

1. Haziran Halk Hareketi’nin başlangıcı sayılabilecek eylem, TGB’nin Taksim’de 250 bin genci yürütmesiydi.

2. İşçi Partisi, artık 1 ile 2 milyon arası yurttaş tarafından tercih ediliyor.

3. Her ne kadar gerçeği tam yansıtmasa da, devletin resmi rakamlarına göre Haziran İsyanı’na yaklaşık 4 milyon yurttaş katılmıştı.

Bu rakamlar sadece İşçi Partisi’nin besleneceği bir havuzu anlatmıyor, aynı zamanda devrimin matematiği olarak da karşımızda somut duruyor!

İşçi Partisi’nin Kurultayı’nı izlerken ve konuşma yapan yaklaşık 100 civarında delegeyi dinlerken çok umutlandım: Bu Kurultay’la daha da tazelenecek olan İşçi Partisi, devrimin matematiğini uygulayabilecek çaptadır!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
6 Ekim 2013

,

Yorum bırakın

TÜRKİYE SOLU VE PKK

Türkiye solunun en önemli teorisyenlerinden Doğu Perinçek yine çok önemli bir kitaba imza attı. Sayısı 50’yi aşmış kitaplarından bu sonuncusu, hem Türkiye solunda hem de PKK dâhil tüm Kürt çevrelerinde eminiz tartışılacaktır. Zira Perinçek, her iki kesimi de ağır eleştiriyor.

Tabii Perinçek’in derdinin Türkiye’deki ayrışmayı ve bölünmeyi engelleme olduğunu en başta belirtelim!

Kitap, pek çok tez işliyor. Salt bu yönüyle bile oldukça çarpıcı. Bugün Ufuk Ötesi’nde bu tezlerden bazılarını işleyeceğiz:

PERİNÇEK’İN BAZI TEZLERİ

1. Tez: Etnik temelde ve ayrı örgütlenme emperyalizmle işbirliğine götürür.  Perinçek bu saptamayı olgularla açıklıyor ve ABD-PKK ilişkilerine ayrıntısıyla dikkat çekiyor.

2. Tez: Silahlı mücadele, emperyalizmle işbirliğine götürür. Perinçek bu saptamayı şu gerçeğe dayandırıyor: “Büyük bir güçle baş edebilmek için daha büyük bir gücün yardımına başvurmak kaçınılmazdı.”

Burada bahsedilen silahlı mücadelenin, milli devlete karşı etnik temelde mücadele eden örgütlerin silahlı mücadelesi olduğunu anlıyoruz. Kategorik olarak tüm silahlı mücadeleleri “emperyalizmle işbirliğine götürür” diye nitelemek, kuşkusuz doğru olmayacaktır. Zira son yüzyıl, ülkesini emperyalizmden koparan silahlı mücadelelerin de tarihidir aynı zamanda.

3. Tez: Dört ülkede “Ortadoğu konfederasyonu” hedeflemek, dört ülkeye düşmanlık ve emperyalizme alet olmayı getirir. Perinçek, bu nedenle “Ortadoğu konfederasyonu” isteyenlerin, emperyalizme karşı halkların ve bölge ülkelerinin ittifakını isteyemeyeceğine dikkat çekmektedir.

4. Tez: Kürt milliyetçiliğinin tarihi, emperyalizmle işbirliği tarihidir. Perinçek bu tezi ortaya atarken, PKK’ye teorisyenlik yapan isimlerden İsmail Beşikçi’nin 40 yıldır söylediği “Kürt milliyetçiliği ABD ve İsrail ile işbirliği yapmalı” anlayışına dikkat çekiyor.

Perinçek, Lenin’in “gerici milliyetçilik” saptamasına başvurarak, “zayıf halkların” ezilen ve gelişen dünya ülkelerinde, bulunduğu ülkenin halklarıyla birleşmeden silahlı mücadeleye kalkışması halinde, emperyalizme sığınmaya mecbur olduğunu belirtiyor.

Kuşkusuz kitap daha pek çok önemli tezi içeriyor. Perinçek, PKK’nin emperyalizmin enstrümanı olduğu bu noktaya nasıl geldiğini tarihsel olarak açıklarken, bu saymadığım diğer tezleri de olgularıyla birlikte açıklıyor.

Hatalı “sömürge teorilerinden” başlayarak, PKK’nin “ezilen devletler arasındaki fesat faaliyetlerine” uzanan tarihini Perinçek’ten okumak, oldukça aydınlatıcı.

PKK’NİN 7 DÖNEMİ

Perinçek kitabında ayrıca PKK’nin tarihini yedi döneme ayırarak inceliyor:

1. 1975-1980: PKK’nin Gladyo desteğiyle Güneydoğu’da Türkiye soluna ve devrimci örgütlere terör uyguladığı dönem.

2. 1980-1991: PKK’nin Şam denetimindeki dönemi.

3. 1991-1998: ABD’nin Irak’ı işgali üzerine PKK’nin iki başlı hale geldiği dönem.

4. 1998-1999: ABD’nin baskısıyla Öcalan’ın Suriye’den sınır dışı edildiği ve PKK’nin iki başlılığının ortadan kalktığı dönem.

5. 1999-2004: Öcalan’ın “Kemalistlerle yürüme” dönemi.

6. 2004-2012: Öcalan’ın BOP Eşbaşkanlığı denetimine girdiği dönem.

7. 2012 sonrası: Öcalan’ın Erdoğan’a bir mektupla bağlandığı ve MİT denetiminde görev üstlendiği dönem.

PKK’yi bu dönemler içinde incelemek, Türkiye soluna ufuk açacaktır.

Ancak katılmadığım bir noktayı da belirtmeliyim: Perinçek, Öcalan’ın Suriye’den çıkartılması sürecini tamamen ABD’nin denetiminde bir süreç olarak ele alıyor. Oysa bana göre süreç milli başlamış fakat ABD’nin araya girmesiyle gayrı milli bir sürece dönüşmüştür.

Somutlarsak, Türk Ordusu’nun Şam’a yaptığı “Öcalan’ı çıkar” baskısı milliydi ve 28 Şubat’ın ürünüydü. Öcalan Suriye’yi terk etmek zorunda kaldıktan sonra ABD’nin devreye girmesi ve Öcalan’ı paketleyip “özel şartlarla” ve günü geldiğinde “kullanılmak” üzere Türkiye’ye teslim etmesi ise gayri milli süreçti.

Nitekim Perinçek’in belirlediği tarihsel dönemler içerisinde, bu süreci, Öcalan’ın “Kemalistlerle yürüme” süreci izliyor. Eğer bu süreç tamamen ABD’nin denetiminde olsaydı, zaten onu izleyen süreç “Kemalistlerle yürüme” süreci olamazdı.

Sonuç olarak çarpıcı, ufuk açıcı bir kitap elimizdeki… Ve Perinçek, en önemlisi, Kürt sorununun içeride Cumhuriyet ve emek hareketiyle, dışarıda ise “beş ülke beş deniz” formülüyle çözüleceğini belirterek, “bölünme ve parçalanma” tehlikesinin nasıl aşılacağını göstermiş oluyor.

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
3 Eylül 2013

,

Yorum bırakın

HALKÇI-MİLLİYETÇİ CEPHE

Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer yazdı: CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile İşçi Partisi Genel Başkanvekili Hasan Basri Özbey 3 Ağustos günü yanlarında yardımcıları da olduğu halde özel bir görüşme yapmışlar. Çakırözer’e göre Kılıçdaroğlu’nun makamında yapılan görüşmenin konusu seçim ittifakıydı…

Kılıçdaroğlu özetle “ortak mücadele şart ama ittifak olmaz” demiş. Ancak Çakırözer’e göre Kılıçdaroğlu’nun 3 çekincesi var:

1. “Cephe tipi bir bloklaşma AKP’yi alternatifsiz hale getirebilir.”

2. “MHP’nin bugünkü yönetimine bir ittifak konusunda güvenmek zor. AKP’ye can simidi, stepne oluyorlar.”

3. “Olası bir ittifak modelinin ‘Kürt sorunu’ konusuna çözüm önerisi sunamayacağı şeklinde bir kaygıya sahibiz.” (Cumhuriyet, 12 Ağustos 2013)

Her üç çekincenin de geçerli olmadığı ortada, şimdilik üzerinde durmuyoruz ama bu haber dolayısıyla esas konuya dair fikirlerimizi belirtmeliyiz.

TÜRKİYE AKP’DEN NASIL KURTULUR?

Nedir esas mesele? Türkiye’nin AKP hükümetinden nasıl kurtulacağıdır…

Bu sorunun yanıtı da, Türkiye’nin önüne bir hükümet seçeneği çıkarabilmekten geçmektedir ve üzerinde durulması gereken asıl konu artık budur.

Bir hükümet seçeneği yaratabilmek, şu gerçeklerden hareket etmeyi gerektirir:

1. AKP’yi devirecek bir hükümet seçeneği, en önemlisi, AKP’nin tabanından da oy alabilmelidir.

2. AKP’yi devirecek ve Türkiye’yi yeniden birleştirecek bir hükümet seçeneği Kürtlerden de oy alabilmelidir.

3. AKP’yi devirecek bir hükümet seçeneği, ancak mevcut partilerin bir ittifak, bir birliktelik, bir cephe oluşturabilmesine ya da ortak hareket edebilmesine bağlıdır. (Nasıl ve hangi modelle yapılacağının yanıtı, kuşkusuz ne yapılacağında birleştikten sonra verilebilecektir. Biz şimdilik “cephe” diyeceğiz.)

4. AKP’yi yıkacak ve Türkiye’yi birleştirecek bir cephe, ancak halkçı-milliyetçi ana çatısı altında olabilir.

AYNI KÖKTEN GELİYORUZ

Türkiye’nin AKP’yi yıkacak hükümet seçeneği halkçı-milliyetçi bir cepheden geçecekse, gelin o zaman önce o cephenin özelliklerine bakalım:

1. Türkiye’nin halkçıları ve milliyetçileri aslında aynı kökten gelmektedir ve 150 yıl öncenin devrimcileridir.

2. Halkçı çatısının altında fiilen sol sosyalistlerden sol Kemalistlere oradan da ulusalcılara kadar uzanan geniş bir yelpaze vardır.

3. Milliyetçi çatısı da ulusalcılardan başlayarak kendisini toplumcu Türkçü, sağ milliyetçi diye niteleyen kesimlere kadar uzanır.

4. Halkçı-milliyetçi cephe hem sol hem de sağ kesimlerden oy alır.

5. Halkçı-milliyetçi cephe muhafazakâr kesimleri de yanına çeker.

CHP-MHP-İP ORTAKLIĞI AKP’Yİ DEVİRİR

Peki AKP’nin karşısına bir hükümet seçeneği oluşturabilecek bu halkçı-milliyetçi cephe hangi siyasal dinamiklerden oluşmaktadır, hangi partiler bu cepheye dahil olabilir?

1. Halkçı-milliyetçi cepheyi oluşturacak asıl aktörüler CHP, MHP ve İşçi Partisi’dir.

2. Her üç partinin son seçimlerdeki oy toplamı yüzde 40’a yakındır. Ancak bu üç partinin oluşturacağı bir cephenin alacağı oy, tek tek aldıkları oyların toplamından çok daha fazladır.

3. CHP, MHP ve İşçi Partisi’nin kuracağı bir cephe, son anketlerde oranı oldukça yüksek çıkan kararsızların karar vereceği adres olacaktır.

4. Gezi dinamiğini sandığa kurban etmemenin ve sandıklara bölmemenin tek yolu, CHP-MHP-İP ittifakıdır.

5. Halkçı-milliyetçi cephe, aynı zamanda yurtsever bir cephedir. “Yurtsever cephe”, ayrılıkçı olmayan ve büyük çoğunluğu birlikten yana olan Kürt’ümüzün de esas adresi olacaktır.

CEPHE, TEK KURTULUŞ SEÇENEĞİ

Üstelik CHP, MHP ve İşçi Partisi’nin yan yana gelerek kuracağı bu halkçı-milliyetçi cephe, “demokrasinin sandıktan ibaret olmadığını” da sonbaharda gösterecek cephedir.

Haziran halk hareketinin sonbaharda yeniden dirileceğini işaret eden gelişmeler ortadadır. İşte o sonbahar halk hareketinin Türkiye adına daha somut başarılar elde etmesinin yolu da halkçı-milliyetçi bir cephe inşa etmekten geçmektedir.

Ne Kemal Kılıçdaroğlu’nun ne Devlet Bahçeli’nin ne de Doğu Perinçek’in başka seçeneği yoktur. Zira bir tek bu seçenek, yani bir tek halkçı-milliyetçi cephe, dışarıda komşularına düşmanlaştırılan ve içeride milleti ikiye bölünen bir Türkiye’yi yeniden düzlüğe çıkarır…

Her üç partinin tabanı da, partilerinin yönetimlerini bu cepheyi kurmaları için zorlamalıdır. Geç kalmadan ve iş işten geçmeden…

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
13 Ağustos 2013

, , , , , , , ,

2 Yorum

HESAPLAŞMAK

Silivri’de hukukun olmadığı, Ergenekon’un bir dava değil bir tertip olduğu acaba 5 Ağustos’tan sonra anlaşılabildi mi?

Halk bakımından sormuyorum elbette…

Türk halkı en başından beri tertiple ve operasyonlarla ilgili hükmünü vermişti.

Sorum, medya gücünü elinde bulunduran gazetecilere, aydınlara, sanatçılara…

AKP: SİLİVRİ’DE HESAPLAŞTIK

5 Ağustos sonrası hükümet çevrelerinden gelen açıklama ve yorumlar, hâlâ tereddüdü olanlar için artık her şeyi daha net ortaya koymaktadır.

Örneğin Başbakan Erdoğan’ın siyasi başdanışmanı Yalçın Akdoğan olanı “hesaplaşmak” ve “tüm darbelerin hesabının sorulması” diye koyarak, Silivri’de hukukun değil siyasi çarpışmanın olduğunu belirtmiş oldu.

Örneğin AKP’nin operasyonel kalemşorları iki gündür “Ergenekon daha bitmedi” diye yazıyorlar. Açık açık sadece içeridekilerle değil, dışarıdakilerle ve hatta ölüp gidenlerle de hesaplaşacaklarını belirtiyorlar.

Örneğin Başbakan Erdoğan’ın ekonomi danışmanı Yiğit Bulut, Silivri’dekilerin saha elemanı olduğunu, asıl Ergenekon’la, yani ekonomiyi elinde tutanlarla henüz hesaplaşılmadığını yazıyor.

SİLİVRİ’DE TALAT PAŞA, MUSTAFA KEMAL YARGILANDI!

Ve aslında tarihle, Türk tarihiyle, Türk’ün devrimci mücadele tarihiyle hesaplaşıyorlar!

Doğu Perinçek ile birlikte onun şahsında Talat Paşa yargılanıyor!

Tuncay Özkan ile birlikte onun şahsında Namık Kemal yargılanıyor!

İlker Başbuğ ile birlikte onun şahsında Mustafa Kemal yargılanıyor!

Hikmet Çiçek ile birlikte onun şahsında Bahattin Şakir yargılanıyor!

Deniz Yıldırım ile birlikte onun şahsında Hasan Tahsin yargılanıyor!

Silivri’deki kahramanlarla birlikte onlarında şahsında İttihat ve Terakki’nin İngiliz emperyalizmi ve Rus çarlığına direnen devrimcileri, Çanakkale’de şehit düşen Mehmetçikleri, Kurtuluş Savaşı’nda İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı yurdunu savunan milliyetçileri, iç ayaklanmaları bastıran Kemalistleri yargılanıyor!

Silivri’de 275 kahramanla birlikte, Türk milleti yargılanıyor!

Artık sadece biz değil, yargılayanlar da bunu açık açık söylüyorlar…

ATATÜRK GİBİ YAPMALI

Peki, ne yapmalı?

Çözüm belli: Atatürk gibi yapmalı!

Padişahın idam fetvasını yok saymalı, Anadolu’ya çıkıp halkla birleşmeli, örgüt kurmalı, kurtuluşu örgütlemeli…

Üstelik Atatürk’ten çok daha şanslıyız: Zira örgüt var, halk var, imkânlar var…

5 Ağustos’ta Silivri’de gördük: Halk AKP’nin yasaklarını tanımadı ve akın akın yürüdü.

6 Ağustos gecesi Fenerbahçe stadyumunda gördük: Halk AKP’nin yasaklarını tanımadı ve Haziran direnişindeki sloganları gümbür gümbür attı.

Önce Silivri, sonra da Kadıköy’ün verdiği mesaj açıktır: Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
8 Ağustos 2013

, , , , , , , , , , , , , , ,

Yorum bırakın

YA ERGENEON OLMASAYDI?

Bugün tarihi bir gün.

Birinci önemi şundan: 2001’de başlayan ve 2007’de uygulanan Ergenekon tertibinde kritik bir dönemece gelindi. Özel Görevli Mahkeme kararını verecek.

İkinci önemi şundan: Türk milleti 5 Ağustos’ta Silivri’de kendi kararını ilan edecek!

Bugün siz bu satırları okurken, Özel Görevli Mahkeme ile Türk milletinin kararı tarih önünde mücadele ediyor olacak! O mücadeleyi daha sonra yazacağız.

Gelin bugün şu soruya dayanarak tersine bir tarih okuması yapalım: “Ya Ergenekon davası olmasaydı, bugün kim nerede olurdu? Bu tertip uygulanmasa Türkiye nerede olurdu?”

ERDOĞAN TORUN BÜYÜTÜRDÜ

1. AKP Hükümeti’nin 11 yılı olmazdı! Bu partiyi Cumhuriyet karşıtı odak ilan edebilen Anayasa Mahkemesi, korkmadan gereğini de yapabilirdi! Kapatılmış ve yöneticileri bu kapatma kararı nedeniyle siyasetten men edilmiş AKP, yeniden iktidar olamazdı.

Abdullah Gül diye bir Cumhurbaşkanı, Cemil Çiçek diye bir Meclis Başkanı olamazdı. Recep Tayyip Erdoğan torun büyütüyor olurdu. Üstelik daha mutlu ve stressiz olurdu; Haziran ateşine düşmez, Eylül sendromu yaşamazdı.

Kemal Kılıçdaroğlu, belki en fazla bir dönem daha CHP’nin grup başkanvekili olur fakat asla genel başkan olamazdı.

MHP Washington icazetli iktidarlara gizli ortak olan Devlet Bahçeli’den kurtulur, ülkücüler kan ağlamazdı.

Baraj düşmüş, Meclis milletin tercihini daha doğru yansıtmış olurdu. Meclis’e girmiş ve grup kurmuş İşçi Partisi özellikle dış politikada Türkiye’nin önüne bölgenin yüzünü güldürecek programlar getirirdi. Doğu Perinçek’li, Ferit İlsever’li, Mehmet Bedri Gültekin’li, Erkan Önsel’li bir meclis, Atatürk’ün meclisi gibi olurdu.

Yalçın Küçük Meclis’e girmez, dışarıdan muhalefet ederdi.

2. Türk Silahlı Kuvvetleri tarihinde Org. Necdet Özel diye bir Genelkurmay Başkanı olmazdı. Korgeneral Salih Zeki Çolak, 2019’da Genelkurmay Başkanı olsun diye orgeneral yapılmazdı. Kuvvet komutanları, ordu komutanları, kolordu komutanları hep farklı isimler olurdu.

Yaşar Büyükanıt askeri lojmanlarda daha rahat dolaşırdı ama Hilmi Özkök için hiçbir şey değişmezdi!

YİĞİT BULUT’A DANIŞAN OLMAZDI

3. Gazeteler el değiştirmez, bugün işsiz kalan pek çok gazeteci işini korurdu. Yiğit Bulut Başbakan danışmanı olamazdı. Mehmet Ocaktan TMSF’nin el koyduğu bir gazeteye Genel Yayın Yönetmeni olamazdı. Rasim Ozan Kütahyalı ve Nagehan Alçı köşe yazarı olamazdı. Emre Uslu ve Mehmet Baransu önüne gelen meslektaşına “artistlik” yapamazdı, haddini bilirdi. Ahmet Kekeç ve Salih Tuna yine yazardı ama edepli yazardı.

Turan Özlü Ulusal Kanal’ın Genel Yayın Yönetmeni, Deniz Yıldırım Aydınlık Genel Yayın Yönetmeni görevlerini sürdürürdü. Yerlerine aşama aşama gelen TGB’nin başkanları Adnan Türkkan ve İlker Yücel, belki de hiç yayıncı olmaz ve tarihe geçecek kitle önderleri olurlardı. Hikmet Çiçek usta gazeteci olarak kimleri kimleri yetiştirirdi. Tuncay Özkan televizyonu elinden çıkarmak zorunda kalmaz, Mustafa Balbay’ın bulunduğu Cumhuriyet daha az savrulurdu. Soner Yalçın pazarları tam sayfa yazmayı sürdürürdü.

4.  Mehmet Haberal uluslararası ününü pekiştirecek ameliyatlara imza atar, Fatih Hilmioğlu YÖK Başkanı olurdu. Mehmet Perinçek Türk tezlerini dünyada en iyi savunan tarihçi olurdu.

Üniversiteler polisin karakolu olamazdı, bilim adamları bilim ölçütlerine göre belirlenirdi, özerk üniversiteler henüz tam kurulamadıysa da yaklaşılmış olurdu. Öğrencilerin üniversitelerde söz hakkı, hatta kim bilir oy hakkı bile olurdu.

Cumhuriyet devrimlerini savunan ve Anayasa’yı uygulayan Rennan Pekünlü’ye değil ceza verilmesi, dava bile açılamazdı. “Kızlı erkekli merdivenlerden iniyorlar” diyen bir il milli eğitim müdürü olamazdı. “Hamilelerin sokakta dolaşması terbiyesizliktir” diyen biri illaki yine olur ama bunu asla ekranlarda söyleyemezdi.

ÖCALAN EŞ BAŞBAKAN OLAMAZDI

5. Hakan Fidan Yenimahalle’nin önünden bile geçemez ve PKK ile Erdoğan adına anlaşmalar yapamazdı. Öcalan “eş başbakan” ya da “başbakan yardımcısı” olamaz, efendi efendi cezasını çekerdi.

PKK Güneydoğu’da otorite olamaz, Barzanistan serpilemez ve yeni bir kukla devletçik Suriye’nin kuzeyinde filizlenemezdi.

6. Hayatımızda Çalık, Sancak, Tamince, Gür isimleri olmazdı. Mücahitler mücahit kalırdı! Sokaklardaki 4×4 görgüsüzlüğü bu denli olmazdı. Zengin daha zengin, fakir daha fakir olmazdı. Milyarder sayımızla övünmezdik.

7. Türk-İş işçi sendikası olmayı sürdürürdü. TMMOB iktidar baskısı altında kalmazdı. “Yetmez ama evetçilik” diye kavram oluşmazdı.

8. Cumhuriyetin bütün kaleleri tek tek zapt edilmezdi ve Cumhuriyet yıkılmazdı.

Siz de bu satırları okuduğunuz şu 5 Ağustos günü Cumhuriyeti yeniden inşa etmek üzere seferber olmazdınız.

Ama oldu! ABD ve AKP tüm bunları dün başardı.

Ama bugün sıra sizde, bizde, hepimizde…

Türkiye’yi yeniden kurmak ve kurtarmak için görev başındayız! 5 Ağustos’ta başladık…

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
5 Ağustos 2013

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Yorum bırakın

‘MİT İÇİNDEKİ AYDINLIKÇILAR’ YALANI

Başbakan Erdoğan Reyhanlı saldırısının iki hafta öncesinden başlayarak hemen her gün İşçi Partisi’ni ve Aydınlıkçıları hedef aldı.

Reyhanlı saldırısından sonra ise İşçi Partisi’ni ve Aydınlıkçıları hedef alma nöbetini bu kez Cemaat devraldı ve kalemşorları “MİT içindeki Aydınlıkçılar” yalanı üzerinden saldırıya başladı.

Birbirleriyle çarpışan AKP ile Cemaat’in İşçi Partisi ve Aydınlık düşmanlığında kesişmesi önemli. Bugün bu kesişmeyi inceleyeceğiz:

EMRE USLU DUR!

1. Her gün ya köşesinden ya twitter üzerinden “MİT içindeki Aydınlıkçılar” diyerek “özel bir çalışma” yürüten Polis-Yazar Emre Uslu, operasyonun yeni bir aşamasına geçmiş ve dün köşesinden soruyor: “Erdoğan ve Hakan Fidan MİT içinde Aydınlıkçı ekibe nasıl izin veriyor?” (Taraf, 29 Mayıs 2013).

Uslu, Hakan Fidan adına şu yanıtı veriyor: “MİT’e geldi, kontrol altına alamadı, başarısız oldu, algısı yaratmamak için bu ekibi karşısına almak istemiyor. Hatta beraber çalışıyor, çünkü karşısına aldığında dayanacağı başka bir ekip neredeyse yok gibi.”

Uslu, sorusuna Başbakan Erdoğan açısından da yanıt veriyor: “Hakan Fidan ve Erdoğan, içine düştükleri Cemaat fobisi nedeniyle kendilerini bunlara yaslanmaya mecbur hissediyorlar…

Soru uydurma olunca, haliyle yanıtı da uydurma oluyor! Zekâ gerektirmez, bir parça vicdan taşıyan biri bile, üst düzey yöneticileri MİT şemalarıyla hapiste olanların, MİT içinde ekibi olmayacağını, olamayacağını bilir!

2. “MİT içindeki Aydınlıkçı kanat”, Uslu’nun iddiasına göre Erdoğan’ın ABD gezisinden önce medyaya şu haberi servis etmiş: El-Nusra’nın kontrolündeki üç araç Türkiye’deki ABD hedeflerini vuracak.

Uslu’ya göre “MİT içindeki Aydınlıkçı kanat” bu istihbarat notuyla hem Erdoğan’ı Obama karşısında zor durumda bırakmış hem de dünyada “Esad giderse Suriye El Nusra gibi terör örgütlerine kalır” algısı yaratmış!

Yukarıdaki değilse bile burası zekâ gerektiriyor. Zira Esad giderse Suriye’nin kimlere kalacağının anlaşılması için o tip bir istihbarat notuna gerek yok. Batı basını aylardır El Nusra’ya dikkat çekiyor zaten. İkincisi Erdoğan’ın Obama karşısında zor durumda kalıp kalmaması kendi pozisyonuyla ilgilidir. İstihbarat notları, üstelik CIA’yı aşarak, BOP eş başkanlığıyla bağıtlanmış ilişkileri torpilleyemez!

AKP İLE CEMAAT’İN ORTAK DÜŞMANI

Peki, ABD’deki bölünmenin bir yansıması olarak içeride çarpışan AKP ile Cemaat neden İşçi Partisi ve Aydınlık düşmanlığında ortak?

1. Çünkü İşçi Partisi ve Aydınlık anti-emperyalist; AKP ile Cemaat ise emperyalizmin farklı kesimlerinin Türkiye’deki temsilcileridir.

2. Tam bir yıldır birbirilerine karşı operasyon yürüten bu iki kuvvet, kendilerini zorda bırakan hamleler karşısında, rakibine “ortak düşmanı” hatırlatma mecburiyeti duyuyor. Her iki taraftan da “biz tepişirsek, onlar kazanır” mesajının zaman zaman yükselmesi bu nedenledir.

3. Erdoğan, ABD’nin dayattığı sistem değişikliğini ülkeye kabul ettirmek için CHP ve MHP’yi de “ikna etmek” zorunda olduğunu görüyor. Bu iki kuvveti buna mecbur etmek için de, psikolojik savaş yöntemlerine başvuruyor. İki partiye de “İşçi Partisi’nin kuyruğundasınız” diye yüklenerek, karşısındaki fiili cepheyi bölmeye çalışıyor.

4. Aynı yöntemi AKP’nin baskısı altında olan Cemaat de uyguluyor. Emre Uslu, “Hakan Fidan ve Erdoğan, içine düştükleri Cemaat fobisi nedeniyle kendilerini bunlara (Aydınlıkçılara) yaslanmaya mecbur hissediyorlar.” diyerek aslında AKP’ye “bize yaslan” mesajı vermiş oluyor.

GÜVENLİKLE İLGİLİ KURUMLARI UYARIYORUZ

Reyhanlı saldırısı nedeniyle MİT’in Emniyeti, Emniyet’in de MİT’i suçlaması, AKP ile Cemaat’in çarpışmasının bir yansıması olarak tarafların Reyhanlı’nın sorumluluğunu birbirine yıkma gayretidir.

Ancak her iki kesimin de Aydınlık düşmanlığına yönel(til)mesi, bir CIA marifetidir. Buradan hem AKP’yi hem de Cemaati, ama onlardan daha çok ülke güvenliğiyle ilgili tüm kurumları uyarıyoruz: Jandarma istihbarat raporu, dört adet bombalı araçtan söz ediyor. Bu istihbarat doğruysa, halen ülke içinde dolaşan iki bombalı araç var demektir. “MİT içindeki Aydınlıkçılar” hedef şaşırtması, bu araçların herhangi bir kentimizde patlatılmasını kolaylaştırıyor!

BAĞIMSIZ TÜRKİYE İÇİN BAĞIMSIZ KURUM

Bugün İşçi Partisi ve Aydınlıkçıları hedef alanlar bilmeliler ki, CIA patentli istihbarat yalanlarıyla, tam 45 yıldır Doğu Perinçek önderliğinde ABD’ye karşı Türkiye’nin çıkarlarını savunan Aydınlıkçıları karalayamazlar.

Ne 40 yıl önceki Ziverbey işkenceleri ne de 40 yıl sonraki Ergenekon tertipleri Aydınlıkçıları emperyalizme ve Gladyo’ya karşı mücadeleden alıkoyamamıştır. Tersine bu saldırılar, Aydınlıkçıların haklılığının kanıtı olmuştur, mücadelelerini büyütmüştür.

“Vatan, Namus, Emek” diyen Aydınlıkçılar CIA’nın hem MİT’teki, hem Emniyet’teki kliklerini dün olduğu gibi bugün de temizleyecek ve “bağımsız Türkiye için milli ve bağımsız kurum” hedefini sürdürecektir!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
30 Mayıs 2013

, , , , , , , , ,

Yorum bırakın

YÜZ METRECİ DENİZ’DEN, MARATONCU PERİNÇEK’E

Bugün 6 Mayıs. En uzun koşu olan Devrim’in en iyi yüz metrecisi Deniz Gezmiş ile Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın asıldıkları günün yıldönümü…

DENİZ’İN 6 OK PROPAGANDASI

Bu yıl “üç fidan” Caddebostan Kültür Merkezi’nde bir dizi etkinlikle anıldı.

Önce Can Dündar’ın “Delikanlım” isimli belgeselini izledik. Deniz’in arkadaşları, onun öne çıkan özelliklerini ve kimi anılarını anlatıyordu bizlere… Ertuğrul Kürkçü gibi artık ters yöne koşanların belgeseldeki varlığı ise Delikanlım’ın talihsizliğiydi…

O anılar içinde en çarpıcısı ise Deniz’in ilkokuldan itibaren arkadaşı olan Aydın Çubukçu’nun anlattığıydı: 1958’de İlkokul mezuniyeti için çekilen fotoğrafta Deniz bir elinin başparmağı ile diğer elinin beş parmağını yan yana getirerek 6 Ok propagandası yapmıştı!

DENİZ’İN İNTİKAMI ALINACAK

Belgeselin ardından 68’liler Birliği Vakfı Başkanı Sönmez Targan’ın yönettiği, Gökalp Eren, Hacı Tonak, Bora Gezmiş ve Can Dündar’ın katıldığı panelde dinledik Denizlerin mücadelesini…

Sönmez Targan, neden bu panelin düzenlendiğini, neden toplandıklarını şu veciz sözlerle açıkladı: “Arkadaşlarımıza ağıt için toplanmadık. Mirasını devraldığımız arkadaşlarımızın mücadelesini büyüterek AKP iktidarını yıkacağız. 68’deki hataları tekrarlamadan mücadeleyi büyütmeli ve bu iktidardan kurtulmalıyız.

Sonra ağabeyi Bora Gezmiş’ten dinledik Deniz’i. Bitirirken şöyle haykırdı: “Deniz’in intikamını alacağız. Nasıl? Türkiye’yi onun istediği gibi tam bağımsız yaparak. Ben alamazsam o intikamı, oğlum alacak.

Bora Gezmiş’in bu sözlerinin ardından panelin yöneticisi Sönmez Targan, Can Dündar’a söz vermeden önce “intikamın” nasıl alınacağına dikkat çekti: “Silaha sarılarak değil, demokratik direnme hakkımızı kullanarak AKP’yi yıkacak ve Deniz’in intikamını alacağız.”

DEVRİM TARİHİNİN KAYDI

Can Dündar, Delikanlım belgeselinin Bora Gezmiş’in fikri olduğunu belirtti. Belgeselin isminin ise Deniz’in çok sevdiği ve ağzından düşürmediği Nazım Hikmet’in Delikanlım şiirinden geldiğini söyledi: “Delikanlım, / sen ki, ya bir köşe başında / Kaşından kan sızarak gebereceksin / Ya da bir devrimci gibi darağacında / can vereceksin.”

Dündar ardından belgesele katkı verenlere tek tek teşekkür etti. Dündar belgeseldeki görüntüler için MİT ve Emniyet’e ayrıca teşekkür etti: “Onlar Denizlerin peşine bu kameraları takmasalar, şimdi bu görüntüleri izleyemeyecektik.”

Dündar’ın bu esprili teşekkürünün ardından Sönmez Targan bir anekdot anlattı: Ekim devrimi sırasında Bolşevikler Emniyet binasını havaya uçuracaktır. Bunu öğrenen Lenin “durun, tarihimiz o binada” diye uyarır ve saldırıyı engeller.

DENİZ 27 MAYIS SAVUNUYORDU

THKO’dan arkadaşı Hacı Tonak’tan dinledik Deniz’i sonra: “Deniz, yıkmaya çalışmakla suçlandığı 27 Mayıs anayasasını, suçlayanlardan çok savunuyordu. Hatta bir keresinde anayasayı savunmak adına açlık grevi bile yaptı.”

Tonak, neden silahlı mücadeleye yöneldiklerini de özetledi: “Üstümüze önce dinci milisleri, sonra da silahlı faşistleri sürdüler. Bizi adım adım kendimizi silahla savunmaya ittiler.”

Hacı Tonak, hukukta olmasa da bu coğrafyadaki devletlerin geleneğinde olduğunu, dinen özel günlerde idam gerçekleştirilmediğini belirterek, Denizlerin Hıdırellez gününün sabahında asıldığına dikkat çekti. Çünkü Tonak’a göre devletin acelesi vardı.

Tonak, devletin Denizlerin şahsında Türk gençliğinin devrimciliğini öldürmek istediğini fakat Türk gençliğinin bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin önüne geçemediğini vurguladı.

DENİZLERİ ASANLAR YİNE İŞ BAŞINDA

68’de İTÜ Öğrenci Birliği’nin Başkanı olan Gökalp Eren ise 12 Mart ve 12 Eylül ile bugünkü “ileri demokrasinin” aynı olduğuna dikkat çekerek başladı konuşmasına. Eren, 40 yıl önce kendilerine yapılanlarla bugün F tipi operasyonlarla Türk subaylarına yapılanların paralelliğine dikkat çekti.

Devrim ile karşı-devrimin 100 yıldır çarpıştığını vurgulayan Gökalp Eren, Erdoğan’ın Taksim Kışlası ısrarının da bu çarpışmanın bir yansıması olduğunu vurguladı. Eren’e göre Taksim Kışlası, karşı devrime selam için yeniden yapılıyor!

Eren haklıydı, çünkü karşı devrimci Avcı Taburları, 31 Mart ayaklanmasını bastıran Harekât Ordusu’nun Binbaşı Muhtar Bey komutasındaki müfrezesine, Taksim Kışlası’ndan saldırmıştı!

HÜSEYİN İNAN’IN SON İKİ KİTABI

Panelin ardından “Bir avuçtular, Deniz oldular” isimli sergi açıldı. Denizlerin idam edildikten sonra ailesine teslim edilen eşyaları ile o döneme ait mücadele fotoğrafları ve gazetelerin yer aldığı serginin ismi, Soner Yalçın’a aitti.

Silivri’den Mustafa Balbay’ın Denizler için yazdığı bir mesaj da sergilenenler arasındaydı.

Fakat benim dikkatimi en çok çeken, Hüseyin İnan’ın asılmadan önce okuduğu ve sonra ailesine teslim edilen son iki kitap oldu. Biri “Atatürk için diyorlar ki” isimli kitaptı, diğeri de Mustafa Kemal’in “Anafartalar Muharebelerine Ait Anılar”ıydı…

DEVRİM KOŞUSU SÜRÜYOR

Delikanlım’ı izlerken, ağabeyi ve arkadaşlarından Deniz’i dinlerken ve Denizlerin mücadelesinin sergisini gezerken, “Arkadaşım Deniz Gezmiş”i yazan Doğu Perinçek’i düşündüm hep…

Devrim’in en hızlı 100 metrecisi Deniz’i anıyorduk ve Devrim’in en sağlam maratoncusu Perinçek 5 yıldır tutsak olduğu Silivri’den koşuyu sürdürüyordu.

Yani kazanacağımız kesindi!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
6 Mayıs 2013

, , , , , , , , , , , , , , , ,

Yorum bırakın

%d blogcu bunu beğendi: