Archive for category Odatv Yazıları
ABD’NİN İSRAİL KARARI, NEYİ KANITLIYOR?
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 27/05/2011
ABD Başkanı Hüseyin Barrack Obama’nın “Ortadoğu Planı”yla ilgili konuşmasının en dikkat çeken bölümü İsrail’le ilgili olan bölümüydü. Obama özetle İsrail’den 1967 sınırlarına geri dönmesini istedi: “Müzakerelerin temeli çok net: Varlığını sürdürebilecek bir Filistin ve güvenliği sağlanmış bir İsrail. Biz devletlerin 1967 sınırlarını temel almasını ve toprak alışverişi yapılmasını savunuyoruz.”
1967’deki 6 gün savaşlarından önceki sınırlara dönmek demek, İsrail’in Batı Şeria ve Kudüs’ün büyük bölümünden çekilmesi demek!
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Obama’nın konuşmasının hemen ardından yaptığı yazılı açıklamada, 1967 sınırlarına dönüşü kimsenin kendilerinden isteyemeyeceğini, çünkü bunun ülkesini savunmasız bırakacağını belirtti.
Ancak aynı Netanyahu, Washington’un talebine daha fazla direnemedi ve 5 gün sonra ABD Kongresi Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, Obama planına teslim işareti verdi. Netanyahu 1967 sınırlarının kabul edilemez olduğunda ısrar etse de, “Yahudilerin atalarının anayurt topraklarından bir kısmını devretmeyi de içine alan, acı tavizler vermeye hazır olduklarını ve Filistin topraklarının genişliği konusunda cömert olacaklarını” belirtti.
3 GÖSTERGE, 1 SAPTAMA
ABD’nin bu planına İsrail’in teslim olmak zorunda kalışı, yıllardır altını çizmeye çalıştığımız “büyük kuvvet – küçük kuvvet” ilişkisine dair şu 3 önemli sonucu gözler önüne serdi:
1.) Muhafazakar kesimden bazı ulusalcı kesimlere kadar rağbet gören, “İsrail’in beyin olduğu, ABD’yi lobisi aracılığıyla yönettiği” şeklindeki anlayışın gerçek olmadığı, bu gelişmeyle bir kez daha somutlaştı. Bunun görülmesi çok önemlidir; çünkü küçük kuvvetin büyük kuvveti yönettiği şeklindeki bu dayanaksız görüşün yarattığı etki, en masumundan, emperyalizmin aklanması sonucunu doğurmaktadır.
2.) 7 Ağustos 2003 tarihinde Büyük Ortadoğu Projesi’nin hedefindeki ülkeleri sıralayan dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın listesinde İsrail’in neden yer aldığı sorusu da, bulanık kafalarda bu vesile ile netleşmiş oldu. Rice Washington Post gazetesinde yer alan o ünlü makalesinde, ismi geçen ülkelerin “ya rejimlerinin ya da sınırlarının değişeceğini” belirtmişti.
3.) Büyük Ortadoğu Projesi’nin ABD projesi olmadığı, tersine İsrail projesi olduğu; Yahudilerin ABD’yi kullanarak bu projeyle kendilerine vaat edilmiş topraklara ulaşmayı hedefledikleri şeklindeki görüşün gerçek olmadığı, bu gelişmeyle bir kez daha netleşti.
Her üç göstergeden çıkan saptama şudur: ABD, emperyalist bir devlet olarak çıkarları gerektirdiğinde İsrail’in zararına kararlar da alır! Emperyalizmin tek çıkarı, kendi siyasi, askeri, ekonomik çıkarlarıdır… İsrail’in güvenliği, emperyalist ABD’nin güvenliğinden daha önemli değildir! ABD, İsrail’i bölgedeki çıkarları gereği stratejik müttefik olarak değerlendirmektedir. Ve İsrail ABD’yi değil, ABD İsrail’i bölgede kullanmaktadır. ABD’nin çıkarları gereği İsrail’e geri adım attırması, taktikseldir… Stratejik olarak İsrail’in varlığı, ABD’nin bölgedeki çok önemli bir kartıdır.
Bir sonraki yazımızda, Obama’nın Ortadoğu Planı’nın ne anlama geldiği üzerinde duracağız. Obama’nın Suriye ve İsrail mesajlarının ne anlama geldiğini inceleyeceğiz.
Mehmet Ali Güller
27 Mayıs 2011
ERDOĞAN’IN ‘ÇEKİÇ GÜÇ’ YALANI
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 20/05/2011
Başbakan Erdoğan, son günlerde hemen her seçim konuşmasında “Çekiç Güç’ü bölgeden biz gönderdik” diyor… Peki, Başbakan’ın bu sözleri gerçeği ne oranda yansıtıyor?
Önce Çekiç Güç’ü kısaca anımsatalım:
ABD 17 Ocak 1991 tarihinde Irak’a saldırdı. 1. Körfez Savaşı olarak isimlendirilen bu saldırı, 3 Mart 1991 günü imzalanan ateşkes anlaşması ile “fiilen” sona erdi. Irak’ın Kuveyt’ten geri çekilmesi, saldırının hedefi değil, sadece bir aşamasıydı; tıpkı Irak’ın 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’e girmesinin ABD’nin bahanesi olması gibi…
ÇEKİÇ GÜÇ KÜRDİSTAN’I KURDU
ABD imzaladığı ateşkesten 1,5 ay sonra, 17 Nisan 1991’de, bu kez “Kürtlerin yerleşim bölgelerine güvenli bir şekilde dönmesini sağlamak” bahanesiyle “huzur operasyonu” başlattı. Operasyon, ABD’nin Bağdat’a yasakladığı 36. paralelin kuzeyini kapsıyordu. Ki bu paralel, aynı zamanda ABD’nin kurmayı planladığı Kukla Devlet’in de doğal sınırıydı. “Huzur Operasyonu”nu yıllarca yürütecek Çekiç Güç’ün Türkiye’ye yerleştirilmesine, 12 Temmuz 1991 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla izin verildi. Çekiç Güç, 77 uçak ve helikopter ile 1862 personelden oluşuyor ve İncilik ile Pirinçlik üslerine yerleştiriliyordu… Aynı zamanda Irak’ın kuzeyindeki Zaho’da da askeri karargâhı oluşturuldu.
Çekiç Güç’ün operasyonları, fiili savaşın olmadığı dönemde, resmi dokümanlarda yer aldığı şekliyle, “barış zamanı operasyonuydu”. Türkiye ABD ile yaptığı anlaşmalar gereği, Çekiç Güç’e her altı ayda bir TBMM’den görev süresini uzatma kararı çıkartıyordu.
ÇEKİÇ GÜÇ PKK’YI BÜYÜTTÜ
Yıllar içinde Çekiç Güç, sadece Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti inşa etmekle kalmadı, aynı zamanda PKK’yı da büyüttü. Öyle ki, Çekiç Güç’ün havadan PKK’ya yardım malzemeleri bile indirdiği ortaya çıktı. Dahası, içinde Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis ile dönemin Jandarma Asayiş Bölge Komutanı Korg. Necati Özgen’in de olduğu helikopteri düşürmeye bile çalıştı!
ABD, Çekiç Güç’ün Türk kamuoyunda yıpranan kimliğini 1997’de “Keşif Güç” ismiyle temizlemeye çalıştı.
ANAP’tan DYP’ye, SHP ve CHP’den Refah Partisi’ne, DSP’den MHP’ye… Türkiye’de hangi parti hükümet kurarsa kursun, Çekiç Güç’ün 6 aylık izinlerini aksatmadan çıkartıyordu…
TÜRKİYE’DEN KUZEY CEPHESİ
2001 yılında, ABD Irak’a ikinci kez saldırmaya karar verdi. Çünkü Washington, Çekiç Güç gibi sınırlı yapılarla, bölgeye yönelik “büyük plan”ını gerçekleştiremezdi. İlk taslağı 2001 yılının sonunda hazırlanan “OPLAN-1003-98” kod adlı Pentagon’un askeri harekât planında, “ABD’nin Türkiye üzerinden bir kuzey cephesi açması” konusu da yer almıştı!
Kuzey Cephesi’yle ilgili ilk resmi temas, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’yin 19 Mart 2002 tarihli Ankara ziyareti sırasında oldu. Hem Başbakan Ecevit’le hem de Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu ile görüşen Cheney istediği desteği alamadı. ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Grossman’ın 17 Temmuz 2002 tarihli Ankara ziyaretinde, Washington’un talebi daha da somut olarak dile getirildi. Talebe direnen Ecevit-Kıvrıkoğlu ikilisi, Türkiye ile ABD arasında “siyasi-askeri danışma kanalı” açılmasını kabul ederek, zaman kazanmaya çalıştı. Ancak ABD’nin zamanı yoktu. Türkiye alelacele seçime götürüldü(!)
3 Kasım 2002’deki seçimler, Türkiye’nin direncini kıracak bir siyasi yapılanmayla sonuçlandı(!) ABD, “kuzey cephesi” talebini resmi olarak 19 Kasım 2002’de Dışişleri Bakanlığı’na yaptı. Taleplerin somutlanmış son hali de, 21 Aralık 2002 günü ABD Büyükelçisi tarafından Başbakan Abdullah Gül’e bizzat elden verildi.
ABD-AKP TEZKERESİ REDDEDİLDİ
Türk kamuoyunun itirazları, askerin tutumu, AKP’nin pazarlıkları içinde geçen süreç sonunda, “ABD’ye Türkiye’den kuzey cephesi” sağlayacak olan “Tezkere” 1 Mart 2003 günü TBMM’ye getirildi. Ancak, AKP tezkeresini TBMM’den geçirmeyi başaramadı. Bu aynı zamanda ABD-Türkiye ilişkilerinde de bir kırılma yarattı. Hem Washington, hem de AKP TSK’yı, “tezkerenin geçmesi konusunda gerekli liderliği yapamamakla” suçladı(!)
Her şeye rağmen AKP, 20 Mart 2003 günü, TBMM’den ikinci bir tezkere çıkartarak, ABD’ye Türk hava sahasını açtı. Ve ABD de ikinci tezkereyle birlikte Irak’a saldırdı.
ÇEKİK GÜÇ’E GEREK KALMADI
Böylece, 3 Mart 1991’de imzalanan ateşkes ortadan kalkmış ve ABD Irak’a 12 yıl sonra yeniden saldırarak 2. Körfez Savaşı’nı başlatmıştı. 20 Mart, ABD’nin Irak’a saldırı tarihinin olmasının ötesinde aynı zamanda resmi ifadelerde “barış zamanı operasyonlarından” sorumlu Çekiç Güç’ün de fiilen ortadan kalkması demekti. Çünkü ABD’nin Irak’a savaş açmasıyla, Çekiç Güç’ün varlık nedeni ortadan kalkmıştı.
İşte AKP hükümeti bir gün sonra, 21 Mart günü, aynı zamanda bu formaliteyi de yerine getirerek, Bakanlar Kurulu kararı ile Çekiç Güç’ün görev süresini bitirdi.
Dolayısıyla Başbakan Erdoğan, Çekiç Güç’ü, yani ABD’yi bölgeden göndermedi, tam tersine ABD’nin bölgeye daha da yerleşmesine, hava sahası açarak, destek verdi! Yetmedi, Müslüman Irak’a saldıran “Amerikan askerlerinin sağlığı için dua etti.” Dahası, ABD’nin esas planı olan Büyük Ortadoğu Projesi’ne de “eşbaşkan” oldu!
Tüm bu gerçekler ortadayken, Başbakan Erdoğan’ın “Çekiç Güç’ü bölgeden biz gönderdik” diyerek oy istemesi, en hafif ifadeyle, seçmeni aldatmaktır!
Mehmet Ali Güller
20 Mayıs 2011
PKK’YLA MÜCADELE, ARTIK SUÇ KAPSAMINDA
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 18/05/2011
AKP’nin “Kürt Açılımı” ne sonuçlar getirdi?
Bazı aydınlar, meseleye salt Kürt sorunu açısından baktıklarından, Kürtlere ne getirdiği konusunda, haklı olarak büyük bir hayal kırıklığı içindeler… Ve bu nedenle de AKP’yi haklı olarak eleştirmektedirler…
Ama ilk günden beri altını çiziyoruz ki, “Kürt Açılımı” bir AKP projesi değil, bir ABD projesidir. Dolayısıyla Açılım’a, “AKP Kürtlere ne verdi” diye bakmak eksiktir… Açılım’ı, ABD-Türkiye ilişkileri penceresinden, Kuzey Irak penceresinden ve hatta Kürt meselesi dışında Türk meselesi penceresinden değerlendirmek gerekiyordu…
AKP projesi olarak baktığınızda çuvallamış gibi gördüğünüz Açılım, bir ABD projesi olarak bakıldığında, aslında çok önemli ilerlemeler kaydetti. Son bir haftadır yaşadığımız süreç bile tek başına Açılım’ın geldiği noktayı göstermektedir:
Açılım’ın en önemli başarısı, PKK’nın artık ülkenin bir bölümünde devlet otoritesinin yerinde kendi otoritesini inşa etmiş olmasıdır. Bunun sağlanması için uygulanan “PKK’yı zihinlerde meşru hale getirmeye yönelik” psikolojik savaş, önemli bir başarı kazanmıştır. TSK’nın PKK ile mücadelesi artık suç kapsamında değerlendirilmeye başlanmıştır. TSK bile bu psikolojik savaştan etkilenip, “pusu kurmadım” yollu savunmalara düşmüştür. Bu sürecin başarısı, ABD’nin Ergenekon operasyonu başarısından kaynaklanmıştır. Ergenekon operasyonu ile hedef alınan TSK, psikolojik savaş düzleminde “çete” diye damgalanmış ve buradan hareketle “derin PKK” ile ilişkili “derin TSK” olduğu varsayımı medya yoluyla işlenmiştir…
Uzatmayalım, bu konuyu daha geniş bir yazımızda, dosyamızda, enine boyuna ele alacağız. Şimdilik, PKK ile mücadele etmenin artık suç sayıldığının üzerinde duralım ve bazı kalemlerin neler yazdığına bakalım:
Emrullah Uslu: 12 PKK’lının öldürülmesini “cunta işi” olarak değerlendirdi. Operasyonun başındaki Tümg. Mustafa Bakırcı’nın, “AKP’yi ve Gülen’i bitirme planı”nı hazırlayan isim olarak suçladı. Kastamonu’daki, Başbakan’ın konvoyunun geçişi sırasında yapılan saldırıyı, “Özel kuvvetlerin” yaptığını iddia etti.
Ahmet Altan: Tunceli’deki 7 PKK’lının “durduk” yere öldürüldüğünden şikâyet etti!
Cengiz Çandar: “12 Eylül referandumuna günler kala, Hakkâri’deki mağaralara dalıp, eylemsizlik halindeki 7 PKK’lıyı kim öldürttü, bir bakıverin.”
Bejan Matur: “PKK artık eyleme geçince hedef olarak polisi seçiyor, askeri değil. Dolayısıyla askerin içinden bir grubun…”
Oral Çalışlar: “PKK içinde uzlaşma karşıtı olan bir grubun olduğunu biliyoruz. TSK içinde de uzlaşma karşıtı olan bir eğilimin olduğunu biliyoruz. Bu iki eğilimin zaman zaman birbirlerine dolaylı olarak destek verdiklerini biliyoruz.”
PKK’lıları öldürdükleri için TSK’yı yerden yere vuran yazarlarımız, aydınlarımız sadece yukarıdakilerle sınırlı değil elbette…
Açılım’ın başarı elde ettiğinin tek işareti, bu yazarlarımızın sayılarının çoğalması da değil elbette… Başarı TSK’nın bu açıklamalar karşısında yaptığı açıklamada gizli…
TSK, görevi gereği yaptığı operasyonu “pusu yok” diye savunma durumuna düşmüştür. İşte bu savunma, Açılım’ın başarısı açısından kritik bir dönemeçtir!
TSK, kendisini “PKK’ya pusu kurdu” diye suçlayanlara karşı, “pusu da kurulur, baskın da yapılır, bu milletimin bana verdiği görevdir” diyememiştir!
İşte bu Ergenekon operasyonunun ağır travmasının sonucudur!
TÜRK DE BİZİZ KÜRT DE BİZİZ
Ergenekon sürecini bir ABD projesi olarak görmeyip, “yargı nasılsa çözer” düzleminde meseleye bakınca ve de Kürt Açılımı’nı bir ABD projesi olarak görmeyip, AKP’nin iç politikası diye bakınca, sonuçları, Türkiye için gittikçe ağırlaşıyor ve telafisi mümkün olmaktan çıkmaya doğru ilerliyor…
Bu süreçten çıkışın yolu, öncelikle Ergenekon Operasyonunu ve Kürt Açılımı’nı, bir ABD projesi olarak tespit etmekten geçiyor; her iki konunun da ulusal güvenlik meselesi olduğunu bilmekten geçiyor… Çünkü tespit doğru olmadan, doğru mücadele yapılamıyor!
Aksi takdirde, “Türk de biziz, Kürt de biziz, hepimiz biriz” hattından uzaklaşıyor ve kopuşa sürükleniyoruz! Unutulmamalı ki, Sırplar Hırvat’ını, Boşnak’ını kaybedince bölündü; Bağdat Kürtleri kaybedince parçalandı!
Mehmet Ali Güller
18 Mayıs 2011
IMF BAŞKANI ÜZERİNDEN BÜYÜK HESAPLAŞMA
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 17/05/2011
IMF’nin Fransız Başkanı Dominique Strauss-Kahn, ABD’de, otel görevlisine taciz iddiasıyla tutuklandı. Gerçekten ortada bir cinsel saldırı mı var, yoksa Strauss-Kahn bir tuzağa mı düşürüldü?
Strauss-Kahn’ın geçmişi, ilk elde birinci seçeneği güçlü kılıyor. Ancak esas önemli olan, bu tutuklamanın sonuçlarının ne olacağıdır? Belki de “cinsel saldırı mı, tuzak mı” sorusunun yanıtı da bu sonuçların analizine bağlıdır. İnceleyelim:
ABD, TACİZ İDDİASINI ŞOVA DÖNÜŞTÜRDÜ
1.) Cinsel taciz iddiasını elbette savunacak değiliz ancak böylesi bir iddia üzerinden ABD’nin Strauss-Kahn’ı “kelepçelemesi”, Harlem’de bir karakolda saatlerce alıkoyması, DNA testi ve beden taramasına zorlaması, durumu dünya çapında bir şova dönüştürmesi dikkat çekicidir.
Üstelik kefalet sisteminin uygulamada çok sık yer bulduğu ABD’de, mahkemenin Strauss-Kahn’ın avukatlarının önerdiği 1 milyon dolarlık savunma kefaletini reddetmesi ve tutuklama kararı alması da dikkat çekicidir. Kahn için 20 yıl isteniyor!
Yaşlı Kahn’ın 1.80’lik siyahî kadına nasıl tecavüz edebileceği meselesini avukatlarına bırakıyoruz…
2.) ABD, konuyu “muhafazakâr” bir perspektiften ve ahlakçı bir bakış açısı üzerinden ele almış ve dünyaya da böyle servis etmiştir!
Oysa IMF’nin ikizi olan Dünya Bankası’nın Başkanı Paul Wolfowitz’in, karısına bankadan maaş bağlatması daha az ahlaki değildir! Wolfowitz’in ABD Savunma Bakanlığı’nın iki numaralı ismi olması durumu değiştirmiş midir? Yeri gelmişken anımsatalım: Wolfowitz’in karısı, Bülent Ali Rıza’nın Tunus’lu eski karısıdır ve Wolfowitz’in bu kadınla ilk buluşmalarının organizasyonunda, bazı Türk gazeteciler aracılık etmiştir!
KAHN KOMPLO UYARISINDA BULUNMUŞTU
3.) Dominique Strauss-Kahn, 2012’de yapılacak Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en önemli adayı olarak nitelendiriliyordu. Sosyalistlerin adayı olan Strauss-Kahn, bu nedenle komplolara maruz kalabileceği uyarısında bulunmuştu. Örneğin Liberation Gazetesi’ne 28 Nisan’da demeç veren Strauss-Kahn şöyle diyordu:
“Bana hangi konularda oyun oynayabilecekleri belli: Para, kadınlar ve Yahudi kimliğim. Evet, kadınlar, kadınları seviyorum, ne olmuş yani? Yıllardır benim grup seks yaptığıma dair fotoğraflar olduğunu söylüyorlar. Ortaya çıkmadı. Bir otoparkta tecavüze uğrayan bir kadına, bu suçu benim işlediğimi söylemesi için 1 milyon Euro teklif edilmiş. Tribune Juive diye bir internet sitesi, ‘Her sabah kalktığımda kendime İsrail için nasıl yararlı olurum’ diye sorduğumu yazmış. Bunları nasıl yazıyorlar, ortada… Böyle bir salaklığı yalanlama ihtiyacı bile hissetmedim. Adaylığım söz konusu olursa bu üç konuda saldırıların gelmesini bekliyorum.”
Öte yandan Strauss-Kahn’ın Sarkozy’e komplolar konusunda sert çıktığı da basına yansımış. Le Point Dergisi’ne göre 2009 yılının eylül ayında, Pittsburg’da gerçekleştirilen G-20 zirvesi sırasında, Kahn tuvalette karşılaştığı Sarkozy’e şöyle söylemiş: “Sizin yaptıklarınız hakkında çok şey biliyorum. Benim özel hayatım hakkında dosyalar ve fotoğraflar hazırlatıyorsunuz, bana saldırmak için. Tüm bunların Elysee Sarayı’nda organize edildiğini biliyorum. Adamlarına söyle, komplolarına son versinler, yoksa mahkemeye gideceğim.”
SARKOZY ABD’YE EN UYUMLU FRANSIZDIR!
4.) Peki Kahn’ın karşısına aday olacağı Sarkozy, siyaseten nerede duruyor? Aşağıda sıralayacağımız olgulara geçmeden ilk elden altını çizeceğimiz saptama şudur: Sarkozy, ABD’ye en uyumlu Fransız liderdir!
Sarkozy döneminde Fransa NATO’nun askeri kanadına döndü. Fransa ve ABD, Libya’ya saldırdı. AB içindeki Almanya-Fransa ekseni, Sarkozy döneminde kırılma yaşadı. Fransa İngiltere’ye yanaştı. AB’nin doğuya genişlemesini savunan Berlin ile güneye-Kuzey Afrika’ya doğru genişlemesini, ortaklıklar kurmasını isteyen Paris arasındaki kırılma, AB’nin geleceğini de etkiledi. Irak saldırısı sırasında BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri arasında, ABD aleyhine bir konumlanma vardı. Rusya-Çin-Fransa üçlüsü bir yanda, ABD-İngiltere ikilisi diğer yandaydı. Bu durum Sarkozy döneminde değişti ve ABD-İngiltere-Fransa üçlü bloğu oluştu. Örnekler artırılabilir…
IMF’DE DEĞİŞİM
5.) ABD’nin dünya egemenliği için askeri aracı olarak NATO ne ise, ekonomik aracı olarak da IMF ve Dünya Bankası odur. Ancak özellikle IMF’de son dönemde önemli değişiklikler var, kısacası IMF eski IMF değil… Bunun en önemli nedeni Çin’in dünya ekonomisindeki ağırlığıdır. IMF’nin kredilerini sağlayan devletlerin oranı son dönemde önemli değişiklikler göstermiştir.
Geçen ay IMF’nin yayımladığı “Çin, 2016 yılında ABD’yi geçecek” şeklindeki rapor, Washington’u salt siyaseten sıkıştırmamış, küresel kriz ortamında oynak hale gelen ekonomik araçları da sallamıştır. ABD’nin çeşitli resmi ve gayrı resmi mali yapıları, bu raporundan dolayı IMF’ye saldırmıştır.
EURO BÖLGESİ ABD’Yİ İLGİLENDİRİYOR
6.) Kahn, Merkel’le “Yunanistan’a mali yardımı ve Euro bölgesindeki kötü gidişatı” konuşmak üzere Berlin’e giderken tutuklandı. Euro bölgesindeki gidişat, Yunanistan kadar ABD’yi de etkiliyor. Doların dünya egemenliğini sallayan esas kuvvet elbette üretici Çin’dir… Ancak Çin’in başını çektiği önemli kuvvetlerin Dolar yerine Euro’ya geçmesi, döviz sepetlerini Euro ağırlıklı oluşturmaları, AB’nin Euro kartı, Washington’un geleceğini yakından ilgilendiriyor…
SONUÇ
Görünen o ki, Strauss-Kahn’ın zaafları, emperyalist devletler arasındaki çelişkilerde değerlendirilmiş, kullanılmış! Japonya’daki depremi bile fırsat bilip, Tokyo’yu eleyen ABD ve AB, şimdi bir başka çekişmenin içindedir. ABD, AB bölgesindeki Euro krizinden faydalanmaya çalışmaktadır.
ABD, İngiltere’ye ek olarak Fransa’yı da yanına alarak, Almanya’yı yalnızlaştırmaya çalışmaktadır. Berlin, Washington’un bu hamlesine karşı uzun zamandır Moskova’yla yakınlaşarak yanıt üretiyordu.
Fransa devleti ve sermaye kesimleri içindeki önemli bir kuvvet de, Paris’in Washington’la bu ittifakına karşı çıkıyor ve Berlin’le yeniden bir eksen oluşturabilmenin koşullarını arıyordu.
İşte Kahn üzerinden yürütülen büyük hesaplaşma, bu mücadelenin bir yansımasıdır; gittikçe daha da beliginleşecektir.
Mehmet Ali Güller
17 Mayıs 2011
ARINÇ’IN DİYARBAKIR GEZİSİ NEREDEN ÇIKTI?
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 16/05/2011
AKP’nin Bursa’dan milletvekili adayı gösterdiği, Manisa Milletvekili Bülent Arınç Diyarbakır’ı ziyaret etti. Peki, Arınç’ın “Kürt sorunu vardır” söyleminin öne çıkarıldığı Diyarbakır gezisi nereden çıktı?
Öncelikle şu olguları saptayalım:
AKP, 12 Haziran 2011 sonrası için planlanan “sistem” için, yani anayasası değiştirilmiş, idari yapısı değiştirilmiş yeni bir Türkiye için, öncelikle 330’dan fazla milletvekili çıkarmaya ihtiyaç duyuyor. Bunun tek yolu var: TBMM’nin iki parti ve BDP’nin bağımsızlarından oluşması. Çünkü AKP, oy oranı düşse bile, iki partili bir TBMM’de anayasa değiştirecek sandalye sayısına ulaşacaktır.
MHP’YE F-AKP OPERASYONU
İşte AKP, TBMM’nin üçüncü partisi olan MHP’yi bu nedenle Meclis dışı bırakmaya gayret ediyor. Bunun iki yolla yürütüldüğünü görüyoruz:
Birincisi F Tipi operasyonla uygulanan psikolojik savaştır: Eski ülkücülerin cemaat yayın organlarında her gün boy göstermesi, tıpkı 12 Eylül referandumu öncesinde olduğu gibi bu isimlerin MHP tabanına seslenmesi ve kasetler…
İkincisi AKP operasyonuyla uygulanan seçim propagandasıdır: Başbakan Erdoğan, bu amaçla “seçim açılımı” yürütmeye başladı ve yılbaşından itibaren Ermenistan, Kıbrıs ve Kürt sorunu gibi konularda, seçmen nezdinde “milli” bir görüntü sergilemeye çalıştı.
Bu imaj çalışmasının zirvesi, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimizin bireysel sorunu vardır” demesiydi.
ÖCALAN’IN OLUMLU BULDUĞU İSİM: ARINÇ
1.) İşte Bülent Arınç’ın Diyarbakır gezisi, öncelikle Erdoğan’ın bu sözleriyle ilgilidir.
Çünkü Erdoğan’ın MHP oylarına yönelmek üzere yaptığı bu açıklamayla bir tarafa yatan AKP teknesinin, seçimlere kısa bir süre kala yeniden dengeye oturtulması için, ters istikamete bir parça yatırılması gerekmektedir. Arınç bu nedenle Diyarbakır’a gönderilmiş ve “Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimizin bireysel sorunu vardır” diyen Erdoğan’ın tersine(!) “Kürt sorunu vardır” demiştir!
2.) Peki bu operasyon için neden Bülent Arınç seçilmiştir? Bu sorunun yanıtı da, avukat görüşmelerine yansıyan “demeçlerinde” görüldüğü gibi, Öcalan’ın Bülent Arınç’ı, “AKP’nin içinde Kürt sorununun çözümünden yana olan kanatta” gördüğünü söylemiş olmasıdır.
3.) Arınç’ın öne çıkartılmayan ama Diyarbakır’daki en önemli mesajı ise şöyleydi: “Göreceksiniz 12 Haziran’dan sonra daha güçlü geleceğiz ve bugün bu sorunların çözümü için yaptıklarımızın 10 mislini yapacağız. Halkımız bunu biliyor ve buna güveniyor. Sanıyorum 1 Haziran’da Sayın Başbakanımız geldiğinde bu sorun ve bu sorunun çözümü konusunda herkesi tatmin edecek açıklamalar yapacaktır.”
Arınç bu açıklamasıyla, birincisi, AKP’nin “Kürt Açılımı”nı bitirdiği şeklindeki eleştirilere yanıt vermiş ve bugüne kadar yapılanın 10 mislini yapacaklarını ilan etmiştir. Sırf bu vaat bile “Kürt Açılımı”nın bir Atlantik projesi olduğunun tek başına göstergesidir.
İkincisi, Arınç, Başbakan Erdoğan’ın 1 Haziran’da, Diyarbakır’da “herkesi” tatmin edeceğini ilan etmiştir. Peki, “herkes” kimdir? Tatmin edilmesi planlanan kesimler kimlerdir? AKP PKK’yı da tatmin edecek midir?
Bu sorunun yanıtı ortadadır!
“BÜYÜK PLAN” NASIL BOZULUR?
Başbakan Erdoğan’ın 2004 yılı başında dile getirdiği “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde, Diyarbakır’ı merkez yapma” görevi sürmektedir. 12 Haziran 2011’de oluşturulacak Meclis aritmetiğine göre de, bu merkez yapma süreci ilerletilecektir:
Diyarbakır Kürdistan’ın, İstanbul Türkiye’nin başkenti yapılarak, federal anayasalı, başkanlık sistemiyle idare edilen yeni bir Türkiye, yani “Türk-Kürt Federe Devleti” oluşturulacaktır.
Bu “büyük planın” bozulması için 12 Haziran seçimleri kritik önemdedir. Bu bakımdan CHP dışında MHP ve “Cumhuriyet Güçbirliği Platformu” adaylarının da TBMM’ye girmesi gerekmektedir.
Mehmet Ali Güller
16 Mayıs 2011
BAYKAL KASETİ, CHP’Yİ NASIL ESİR ALDI?
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 11/05/2011
“Kasete teslim olmak, yeni kasetleri engelleri mi?” diye sorduğumuz bir önceki yazımızda, “kasetlerin içi mi, yoksa kasetler üzerinden yürütülen plan mı önemlidir” diye sormuştuk.
Ve yazımızı bağlarken de şöyle demiştik: “Kasetler üzerinden yürütülen planı bozmak, Türkiye’nin görevidir. Çünkü kasetler, salt referandum ya da seçim kazanmayı hedef almıyor. Şimdiden partileri esir alıyor, planın adresine uyumlu hale getiriyor, ‘yeni’liyor; programını, politikasını biçimlendiriyor… Yarın da, -kim seçilirse- yeni kasetlerle, hükümet kararlarına pranga vuracaktır…”
Kasetlerin partileri nasıl esir aldığı, planın adresine nasıl uyumlu hale getirdiği, ‘yeni’lediği, programını, politikasını biçimlendirdiği daha yazımızın mürekkebi kurumadan –bir kez daha- ortaya çıktı.
CHP PM’DE GÜLEN AVUKATI
CHP’nin Parti Meclisi PM üyesi Muhammed Çakmak, kasetlerin adresi için işaret edilen Fethullah Gülen’e, Zaman gazetesi üzerinden kol kanat germiş:
“Muahmmed Çakmak, Gülen’e yönelik iftiraları büyük bir ahlaksızlık olarak değerlendirdi. Çakmak, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin parti içi kaset skandalıyla ilgili ‘okyanus ötesi’ne gönderme yapmasına da sert tepki gösterdi. Çakmak, ‘Elinizde belge varsa savcılara verin. Kalkıp da insanlara belge ve bilgi olmadan iftira atıyorsanız tarih sizi yüzyılın en büyük müfterisi olarak yazar’ dedi. CHP PM üyesi Çakmak, Hocaefendi’nin kendisine atılan iftiralarla ilgili açıklamasını ise şöyle yorumladı: ‘Samimi, içten bir insanın cevabıdır. Kendisine iftira atanlar için bile ‘Allah’a havale etmekten utanıyorum’ diyen bir zarafet söz konusudur’.”
CHP LAİKLİK POLİTİKASINDAN VAZGEÇTİ
İşte kasetlerle bir parti böyle esir alınır! Bu öyle bir prangadır ki, gelir sizi de vurur! Nasıl mı?
Çakmak, Gülen savunmasını taçlandırmak için Kılıçdaroğlu’nu da eleştirmiş ve CHP Genel Başkanı’nın “Statükonun Allah’ı Ankara’dadır” sözlerinin kendisini de rahatsız ettiğini ilan etmiş! (Bu arada kavramın bu kalıpta kullanılmasının Anadolu’ya özgü olduğunu, TDK’da bile yer aldığını anımsatalım)
Muhammed Çakmak, açıklamalarının sonunda da, işin esasına gelmiş ve “CHP’nin şimdiye kadar süregelen laiklik politikasından vazgeçtiğini, Türkiye’de laikliğin söylendiği gibi tehlikede olmadığını” belirtmiş!
BAHÇELİ’YE ORTAK SALDIRI
CHP ve MHP kasetle şantaja uğradı… Baykal hata(!) yapıp Gülen’i akladı, Bahçeli doğru yapıp “okyanus ötesi”ni işaret etti. Önce Başbakan Erdoğan yüklendi Bahçeli’ye ve “Bahçeli’nin okyanus ötesini adres göstermesi çok çirkin” dedi, ardından CHP PM üyesi çıkıp, Bahçeli’nin Gülen’i adres göstermesini “ahlaksızlık” olarak suçladı!
İlginç mi?
İşte kasetli siyasetin sonucu…
Mehmet Ali Güller
11 Mayıs 2011
KASETE TESLİM OLMAK, YENİ KASETLERİ ENGELLER Mİ?
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 10/05/2011
“Kasetli siyaset” süreciyle ilgili sormamız gereken soru şudur: Kasetlerin içi mi, yoksa kasetler üzerinden yürütülen plan mı önemlidir?
Yanıtın “kasetlerin içi” olması halinde, hem o kasetleri hazırlayan röntgencinin “kirli” duygularını paylaşmış oluyor, hem de “kasetler üzerinden yürütülen plan”ın ortaya çıkarılmasına nesnel olarak engel olmuş oluyorsunuz… Ki zaten, kaseti hazırlatanlar da, sizin, kaseti hazırlayanlarla aynı ruh hali içinde olmanızı diliyorlar! Sapkınca içini merak etmenizi ve “zevkle” izlemenizi bekliyorlar! Çünkü tertibin hedefi sizsiniz: CHP’liler, MHP’liler, sıradakiler…
Siz kasetlerin içine teslim oldukça, kaseti hazırlatanlar kazanacak ve daha çok kaset ortaya çıkacak! Çünkü kasetlerin amacı şantaj yapmaktır! Siz şantaja teslim oldukça, şantaj kazanacaktır!
Görülen o ki, Devlet Bahçeli ve MHP, kaset şantajına teslim olan Deniz Baykal ve CHP’den pek ders çıkarmamış!
CHP Kemal Kılıçdaroğlu’nun ses kasetiyle, MHP kalan altı kasetle tehdit ediliyor! Ki anımsayınız, ilk MHP kaseti namluya sürüldüğünde, şantaja boyun eğdiğiniz için ikincisi de ortalığa düşüvermişti!
ERDOĞAN’IN KASET KEYFİ!
Başbakan Erdoğan’ın kasetleri miting alanlarında büyük keyifle diline dolaması, Baykal’a kaset operasyonu sırasında, “Başbakan kaset olayından çok rahatsız, zaten Başbakan bu tip olaylara hep karşıdır” diye yazanları acaba hiç utandırıyor mu?
Baksanıza ne diyor Başbakan Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu’na: “Kendisinden önceki beline hâkim olamadı gitti. Genel başkanlıktan gitti ama şimdi yine milletvekili adayı. Peki diğer taraftaki hanım milletvekili ne oldu? Onu aday yapmadılar. Ne oldu? Suçlu o mu? İkisi de suçlu değil miydi?”
Hele Erdoğan’ın şu sözleri, kasetli siyasetin geldiği seviyeyi göstermesi bakımından ibret verici: “Ama bu medya, bu siyasiler ne diyorlar biliyor musunuz? ‘İnsanın özeline karışıyorlar’ diyorlar. Yahu kendi eşiyle mi bir şey oluyor da özeli oluyor? Kendi eşiyle değil, buna nasıl kendi özeli dersiniz? Bu özel değil, özel değil… Bu genel… Bu genel bir ahlaksızlıktır, başka bir şey değil.”
Ve şantaja boyun eğmenin, nasıl yeni şantajlar oluşturacağını da sergiliyor Başbakan Erdoğan, Bahçeli’ye ‘başına gelecekler’ var derken: “Bahçeli de aynı şeyleri söylüyor. O da ‘insanların özeline giriliyor’ diyor. Peki, özeldi de niye milletvekillerini istifa ettirdin? Niye sahip çıkmadın? Neden? Çünkü başına geleceği biliyor da onun için. Hacı Bektaş-ı Veli’nin dediği gibi ‘eline, diline, beline hâkim olacaksın’.”
ASIL KAMU YARARI NEREDE?
Peki, özel nedir, genel nedir, kamusal nedir? Başbakan Erdoğan, bir erkeğin nikâhlı eşi olmayan bir kadınla görüntülerini, “özel değil genel” diye sınıflandırabilir mi? Bu sınıflandırmaya partisindeki “çok eşliler” ne diyor acaba? Öte yandan sınıflandırma doğru olsa bile, yani görüntü genel olsa bile, o görüntüler bizi ilgilendirir mi?
Ya da şöyle soralım: O görüntüler, Başbakan’ın KKTC Başbakanı’yla birlikte, KKTC Cumhurbaşkanı’nı hedef aldığı telefon konuşmalarından daha mı çok ilgilendiriyor milleti, devleti, ülkeyi? O görüntüler, Başbakan’ın bir iş adamından kızına 20-25 göndermesini istemesinden daha mı geneldir?
İnternette yayımlanan bu telefon konuşmalarını sayfalarına taşıyan Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Deniz Yıldırım neden hâlâ hapiste? Kamuyu doğrudan ilgilendiren bu telefon konuşmalarını ekranlarına taşıyan Ulusal Kanal İstihbarat Şefi Ufuk Akkaya neden aylarca yattı içeride?
Yanıtı, tertibin içinde…
PARTİLER ESİR ALINIYOR
“Kaset” tertibini alt etmenin birinci yolu şantaja boyun eğmemektir, teslim olmamaktır; ikincisi de şantajın kaynağını ortaya çıkarmaktır.
Bahçeli, her ne kadar şantaja boyun eğse de, şantajın kaynağı konusunda, Baykal’ın yaptığı hataya düşmedi, Pensilvanya’yı aklamadı. Tersine net bir şekilde “okyanus ötesini” işaret etti.
Başbakan Erdoğan’ın “Bahçeli’nin okyanus ötesini adres göstermesi çok çirkin” demesi bu bakımdan iki kere önemlidir!
Kasetler üzerinden yürütülen planı bozmak, Türkiye’nin görevidir. Çünkü kasetler, salt referandum ya da seçim kazanmayı hedef almıyor. Şimdiden partileri esir alıyor, planın adresine uyumlu hale getiriyor, “yeni”liyor; programını, politikasını biçimlendiriyor… Yarın da, -kim seçilirse- yeni kasetlerle, hükümet kararlarına pranga vuracaktır…
Mehmet Ali Güller
10 Mayıs 2011
MÜBAREK’İN DEVRİLMESİNİN SONUÇLARI
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 05/05/2011
2004 yılında başlayan, 2006 yılında tam 220 adet grevle perçinlenen, 2009 yılında kanla bastırılarak geri püskürtülen Mısır Halk Hareketi, 2011 yılında önemli bir başarı kazanmış ve ABD-İsrail ikilisinin çok önemli bir müttefiki olan 31 yıllık Hüsnü Mübarek’i devirmişti.
25 Ocak 2011’de başlayan halk hareketinin ilk günlerinde Mübarek’e “hükümet sağlam” açıklamasıyla destek veren Washington, ilerleyen günlerde “rejimi kurtarmak için Mübarek’i feda etmişti.” Mübarek’in 11 Şubat günü devrilmesiyle, halk hareketinin birinci aşaması tamamlanmıştı. Ancak süreç devam ediyordu ve o günlerde inişlerin çıkışların yaşanacağına dikkat çekiyorduk.
MISIR’DA İKİ KUVVET ÇARPIŞIYOR
11 Şubat’tan bu yana Mısır içinde iki kuvvetin kıyasıya çarpıştığını görüyoruz.
Birinci kuvvet, ABD ve Mısır içindeki işbirlikçileridir. Mübarek sonrası rejim içindeki mevzilerini tahkim etmek isteyen ABD, Mısır’da İhvan’ın AKP’sini kurdurdu öncelikle. İhvan içinde şimdi kıyasıya bir mücadele yaşanıyor. Diğer kanat daha ziyade 2002 AKP’sinin içinde yer alan Milli Görüş ekibi izlenimi veriyor…
Bu birinci kuvvetin bölgesel düzlemdeki en önemli müttefiki AKP/Türkiye’dir. Obama’nın 2009 Ankara ziyareti sırasında “model ortak” ilan ettiği Türkiye’nin, Mübarek sonrasında Mısır’a “model” olması gerektiği tezlerini anımsayınız. Erdoğan’ın Mübarek’e yaptığı “çekil” çağrısı da bu “model” politikasının gereğiydi… Ki 14 Mart 2011’de İstanbul’da düzenlenen “Değişim Liderleri Zirvesi”nde, Tayyip Erdoğan bölgedeki gelişmeler karşısındaki misyonlarını şu sözlerle özetlemişti: “… değişime yardımcı olmak, istikamet tavsiyelerinde bulunmakla mükellefiz.” Ahmet Davutoğlu bir adım daha ileri gitmiş ve şunu söylemişti: “Türkiye bu değişim dalgasının sürükleyici lider ülkesi olmak durumunda. Yoksa bütün bu etrafta, değişim dalgasının olumsuz sonuçlarından en fazla etkilenecek ülkelerden biridir. Eğer aktif bir öncülükle değişim liderliği yürütemezsek, biz bu coğrafyada bu gelişmelerden en olumsuz etkilenen ülke oluruz.”
İkinci kuvvet ise Mısır’ın Nasır geleneğini sürdürmeye çalışan millici kesimleri…
Bu iki kuvvet arasındaki çarpışmanın nasıl sonuçlanacağı iç ve dış dinamiklere bağlı. En baştan söylediğimiz gibi inişler çıkışlar, ilerlemeler geri çekilmeler hep olacaktır…
İRAN MI İSRAİL Mİ?
Ancak gelinen süreçte Mübarek’in devrilmesinin olumlu sonuçları, olumsuzlara göre fazlasıyla ağır basıyor. İnceleyelim:
1.. İki İran savaş gemisi, İsrail’in tüm itirazlarına, tehditlerine rağmen, Basra Körfezi’nden çıkıp, Mübarek Mısır’ının Tahran’a kapattığı Süveyş Kanalı’ndan geçip, İsrail kara sularını yalayarak, Suriye’ye ulaşmıştı. İran 1979 yılından sonra ilk defa Akdeniz’e askeri gemi çıkartmıştı!
2.. 25 Ocak – 11 Şubat 2011 tarihleri arasında Mübarek’e en önemli desteği veren ülke İsrail’di. Çünkü Mübarek, Camp David anlaşmasıyla, İsrail’in Filistin sorunu konusunda en önemli nesnel müttefikiydi. Örneğin Gazze’ye ablukayı aslında Mübarek/Mısır uyguluyordu… Dahası, Mübarek İsrail’in bölgedeki güvenliğinin garantisiydi; İsrail’i İran karşısında dengeleyen aktördü.
Mübarek’in devrilmesinin Filistin açısından ilk olumlu etkisi, Mısır’ın bir hafta içinde, insani durumlar ve Mısır’da kalan Filistinlilerin geçişi için sınırı açmaya karar vermesiydi!
Mısır’daki halk hareketinin en gerici unsurlarından biri olan Baradey bile, “İsrail Gazze’ye saldırırsa, biz de savaşırız.” demişti!
MISIR – İRAN DİPLOMATİK İLİŞKİSİ
3.. Mısır’ın yeni atanan Dışişleri Bakanı Nebil El Arabi, 30 Mart’ta düzenlediği ilk basın toplantısında “ülkesinin İran’ı diplomatik olarak tanımaya hazırlandığını” ilan etmişti! Bölge dengeleri açısından büyük önem taşıyan Kahire-Tahran ilişkisinin yeniden kurulacak olmasınını, İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi şu sözlerle değerlendirmişti: “İran ve Mısır arasındaki iyi ilişkiler, bölgenin güvenliğine, istikrarına ve kalkınmasına yardım edebilir.”
EL FETİH – HAMAS ANLAŞMASI
4.. 4 yıldır “savaş” durumunda olan Filistin’in El Fetih’i ile Hamas’ı Mısır’ın aktörlüğünde anlaştı! Filistin’i siyasal olarak da coğrafi olarak da bölen bu anlaşmazlığın ortadan kaldırılmasına İsrail sert tepki gösterdi!
Daha önemlisi, Mısır’ın yukarıda belirttiğimiz millici kuvvetleri, bu anlaşma ile Hamas’ı da Türkiye’nin (AKP) kontrolünden çekip aldı. Ahmet Davutoğlu’nun anlaşma fotoğrafı içinde yer alma gayretleri bu bakımdan önemliydi.
Bu olgular da gösteriyor ki, artık İsrail’i İran karşısında dengeleyen bir Mısır yerine, İsrail’e karşı İran’la ittifak kuran bir Mısır var!
TÜRKİYE’YE NASIL YANISYACAK?
Bu yeni dönem gelişmeleri, Türkiye’ye de yansıyacak. Hamas’ın kontrolünü Tahran-Kahire eksenine kaptıran Ankara, İsrail’le yeniden yakınlaşma seçeneğini zorunlu olarak uygulayacak. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 20 Nisan’da New York Times için kaleme aldığı makalede İsrail’e çağrı yapması, el uzatması da bu yeni zorunluluğun aslında ilk işaretiydi. Netenyahu’nun ABD Kongresi’nde yapacağı konuşma sırasında da, büyük ihtimalle, Washington’da Ankara-Tel Aviv ekseninde düzeltme operasyonu yapılacak.
ABD’nin gerçek ya da sanal da olsa Bin Ladin’i öldürmesiyle işaretini verdiği yeni dönem, “yani doğrudan askeri müdahale yerine yumuşak güç kullanılması ve özel savaş yürütülmesi dönemi”, bölge açısından çok önemli gelişmelere sahne olacak.
ABD, nüfuz bölgesi olan Tunus, Mısır, Ürdün, Bahreyn, Yemen ve Kuzey Irak’taki halk hareketlerini, kendisine karşı olan Libya, Suriye ve İran’da kışkırtmayla dengelemeye çalışmasını, şimdi bir adım daha ileri taşımaya çalışacak.
Ancak, şartlar artık Washington’un lehine değil!
Mehmet Ali Güller
5 Mayıs 2011
ABD BİN LADİN’İ NEDEN ÖLDÜRDÜ?
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 04/05/2011
ABD’nin El Kaide lideri Usame Bin Ladin’i öldürdüğünü açıklamasından bu yana en çok konuşulan şey, bunun doğru olup olmadığı… Elbette böyle bir kuşkunun maddi zemini vardır: ABD’nin Bin Ladin’le ilişkisi, Bin Ladin’in 1979’da CIA adına SSCB’ye karşı mücahit örgütlenmesi yapması, ABD’nin 11 Eylül’den sonra Bin Ladin “tehlikesi” üzerinden Afganistan’ı işgal etmesi, 1 numaralı terörist olmasına rağmen yıllardır yakalanamaması(!), zaten 2007’de böbrek yetmezliği nedeniyle öldüğünün gündeme gelmesi vb.
Biz bunların üzerinde durmayacağız. Sonuçta, gerçek ya da sanal, ABD Usame Bin Ladin’i öldürdü. Sanal bile olsa ABD’nin Bin Ladin’i neden öldürdüğü üzerinde duracağız. Önce olgular:
AFGANİSTAN’DAN ÇEKİLME DÖNEMİ
1.. ABD Afganistan’dan çekilme takvimini geçen yıl ilan etmişti. Ancak ABD içinde bu takvime itiraz edenler olmuştu. Örneğin ABD’nin Afganistan komutanı General McCyrstal, bu itirazı dillendirdiği için görevden alınmış ve yerine General Petreaus atanmıştı.
ABD’yi bu takvimi yapmaya zorlayan iki ana etmen, siyasi başarısızlık ve ekonomik krizdi. Öyle ki, Amerikan halkı, ABD’nin denizaşırı askeri operasyonlarını sorgular hale gelmişti.
ABD, bu nedenle Obama ile birlikte Büyük Ortadoğu Projesi’nde revizyon yapmış ve askeri doktrini olan 2.5 savaş konseptini rafa kaldırmıştı. Bush döneminin Savunma Bakanı olan Robert Gates’in yaptığı yeni “Milli Savunma Stratejisi”nin omurgasını artık “yumuşak güç” oluşturuyordu. Gates bu geçiş nedeniyle Obama’nın birinci yılında da Pentagon’un başında kalacaktı.
ABD, yeni BOP gereği, NATO’yu etkin hale getirecek, AB ile transatlantik ilişkileri yeniden kuracak ve “düşman İslam” söyleminden “ortak İslam” söylemine geçerek, Ortadoğu’daki yıpranan etkisini onaracaktı. Kısmen bunda başarı da kazandı.
HALK HAREKETLERİ
2.. Ancak, Tunus’ta başlayan ve Mısır, Yemen, Ürdün, Bahreyn ve Kuzey Irak gibi ABD nüfuzu olan bölgelerde gelişen halk hareketleri, Washington’u yeni bir sürece zorladı.
Washington örneğin Mısır’da, İsrail’in bütün çabalarına rağmen, Mübarek gibi bir müttefikini koruyamadı. Ki süreci izleyenler anımsayacaktır, Washington “Mübarek’i verip, rejimi kurtarmaya” yönelmişti. “Ara dönemler”, “geçiş rejimleri” gibi ataklarla mevzi kazanmaya çalışan ABD, bunda kısmen başarılı oldu.
ABD, diğer yandan nüfuz alanı olmayan, dahası kendisine karşı olan İran, Suriye ve Libya gibi ülkelerde de, son 10 yıldır denediği gibi yine kışkırtmalar yaratarak, karşı atağa geçti. İran gibi güçlü devletler her ne kadar bu kalkışmaları hızla bastırsa da, önce Libya sonra Suriye, bu kalkışmalar karşısında zorlandı.
ABD, BM’nin sözde meşruiyeti üzerinden, Fransa-İngiltere ikilisinin kuyruğuna takılarak, Libya’ya saldırdı. Ancak, atılan her füzenin artık mali hesabı yapılıyordu. Ardından operasyon, NATO’nun üzerinde yıkılmaya çalışıldı. Süreç devam ediyor…
TALİBAN’LA PAZARLIK DÖNEMİ
3.. Bu arada içinde eski NATO Afganistan Temsilcisi Hikmet Çetin’in de olduğu 15 kişilik bir komisyon, ABD devleti için yeni Afganistan yol haritasını hazırladı. Buna göre, yeni dönem Washington ve Karzai’nin Taliban’la müzakeresi üzerinden yürütülecekti. Ki bu durumda, ABD’nin ilan ettiği geri çekilme takvimi de işleyebilecekti.
4.. ABD merkezi kurumları olan CIA ve Pentagon’da iki önemli ve köklü değişikliğe gitti. Obama CIA Başkanı Panetta’yı Pentagon’un başına, Afganistan komutanı General Petreaus’u da CIA’nın başına atadı!
ÖZEL SAVAŞ
Peki, bu dört olgu ne anlama geliyor?
Birincisi, Obama’nın en önemli komutanı olan Petreaus’un CIA’nın başına geçmesi, CIA’nın askerileştirileceğinin bir işaretidir. 2.5 savaş konseptini rafa kaldıran ABD’nin, konvansiyonel savaşlar yerine, “yumuşak gücü” de kullanarak, “özel operasyonlara” yöneleceğinin ifadesidir.
ABD, doğrudan askeri müdahale seçeneği yerine, bu özel operasyonlar üzerinden “Ortadoğu’da güç ve nüfuz kaybının” önüne geçmeye çalışacak.
İkincisi, bu özel savaşın bir parçası olarak, ABD yeni dönem ilişkiler oluşturacak. Ki bu ilişkiler başladı. Washington Mısır’da Müslüman Kardeşler’in “ılımlı” kanadıyla, Suriye’de Selefi örgütlerle, Libya’da El Kaide üyesi militanlarla yakın temas halinde…
Bin Ladin’in –gerçek ya da sanal- varlığı, bu tip yeni dönem ilişkilerinin önünde bir engel oluşturuyordu.
İşte ABD, Büyük Ortadoğu’daki bu yeni dönemin ihtiyaçları gereği, Bin Ladin’i öldürdü; daha doğrusu kullanıp attı!
Mehmet Ali Güller
4 Mayıs 2011
ERDOĞAN’IN KANALI, MONTRÖ’YÜ MÜ DELECEK?
Posted by Mehmet Ali Güller in Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 28/04/2011
Başbakan Erdoğan “çılgın” projesini açıkladı. Aylardır bekleyen proje, AKP’nin tam da şifre baskısıyla bunaldığı seçim öncesi şu günlere denk getirilerek, “yeni bir gündem” yaratılmış oldu. İstanbul’a ikinci boğaz anlamına gelen “Kanal İstanbul” projesinin detayları gazeteleri, ekranları tamamen kapladı.
Konu maalesef esas olarak projenin ilk kim tarafında ortaya atıldığı üzerinden tartışılıyor. Şahan Gökbakar iki yıl önce tv skecinde mi söyledi, 17 yıl önce ilk Ecevit mi gündeme getirdi, yoksa proje aslında Kanuni Sultan Süleyman’a mı uzuyor türünden “renkli” tartışmalar, en çok gündemi değiştirmek isteyen hükümetin işine yarıyor.
Konuya projenin rant-emlak parametreleri üzerinden yaklaşmaya çalışanlara ise bu hengame içinde pek yer kalmıyor. Bakalım aslında konunun muhatabı olan ama AKP’nin hedefi durumundaki TMMOB’nin değerlendirmeleri, basında ne kadar yer bulacak.
Şehir plancısı olmadığım için konuyu kent merkezli değerlendiremeyeceğim. Ama bir Gemi Mühendisi olarak, “Kanal İstanbul” projesi dâhilinde gündeme gelen dört önemli kanaldan hareketle birkaç şey söyleyeceğim. Dört kanaldan Kiel kanalını da görmüş bir mühendis olarak, öncelikle kanalların amacının ne olduğunu ortaya koymalıyım.
Evet, adı geçen kanalların tamamının tek bir amacı var. Gemilerin, daha kısa mesafe alarak hedeflerine ulaşması. Çünkü bu maliyetlerin düşürülmesi demek, kârın artırılması demek…
Kiel kanalı gemilerin Danimarka’yı dolaşmaması için bir kestirmedir, Süveyş kanalı gemilerin Afrika’yı dolaşmaması için bir kestirmedir… Peki, Erdoğan’ın kanalı, neyin kestirmesi olacak? Gemiler Marmara’dan Karadeniz’e geçmek için Avrupa’yı dolaşıp, Tuna nehrinden mi giriyorlar bölgeye?
Elbette Hayır. Marmara’dan Karadeniz’e geçmek için zaten doğal bir kanal var: İstanbul Boğazı.
Peki, İstanbul boğazı varken, aynı işlevi görecek bir kanala neden ihtiyaç duyulur? Elbette, rant-emlak, yeni alanlar, yeni kazançlar diyenler haklılar… Ama sanki daha önemli bir konu varmış gibi geliyor…
Sorumuzu yeniden soralım. İstanbul boğazı varken, aynı işlevi görecek yeni bir kanala neden ihtiyaç var? Yoksa kanal boğazdan farklı bir işlev mi görecek?
İşte konunun özü bence burada…
Evet kanalın boğazdan farklı bir işlevi olacak.
Açalım.
İstanbul Boğazı’ndan geçişleri bildiğiniz gibi Montrö Boğazlar Sözleşmesi düzenliyor. 20 Temmuz 1936 tarihinde SSCB’nin desteğiyle imzalanan bu sözleşmeyle, boğazların egemenliği Türkiye’ye geçmişti.
ABD, son yirmi yıldır Karadeniz’e girmek istiyor. Ankara-Moskova ekseni ise Washington’un bu hedefine karşı bölge merkezli yapılar kurarak direniyor. ABD’nin Karadeniz’e çıkma planı, anımsayacağınız gibi Rusya’nın 8 Ağustos 2008 tarihindeki Gürcistan müdahalesi sırasında zirve yapmıştı.
ABD, Montrö gereği Karadeniz’e ancak sınırlı tonajlarla, sınırlı yüklerle, sınırlı silahlarla ve sınırlı bir süreliğine girebilmişti. Ve bu sınır gereği de çıkmak zorunda kalmıştı.
Peki, Erdoğan’ın kanalı, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne tabi olacak mı? Hukuk bu konuda ne der?
İşte bence Erdoğan’ın kanalının önemi bu soruda yatıyor. Sorunun yanıtını, uzmanların da görüşlerini alarak bir sonraki yazımda inceleyeceğim.
MEHMET ALİ GÜLLER