Posts Tagged İlker Başbuğ

BAŞBUĞ’UN STRATEJİK SORUNU

Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde “hukuka saygı” diyerek Ergenekon tertibine direnmeyen Em. Org. İlker Başbuğ, tutuklandıktan sonra, “mücadeleye şimdi başlıyorum” demiş ve silah arkadaşlarına umut vermişti.
Biz de, gecikmiş olsa da, İlker Başbuğ’un stratejide yaptığı hatayı gördüğünü ve yeni bir strateji belirlediğini düşünmüştük.
Ancak, Başbuğ’un basına yansıyan 24 sayfalık savunması, maalesef, onun yeni bir strateji belirleyemediğini ortaya koymaktadır: Em. Org. İlker Başbuğ, “ben o dönemde internete dahi girmedim, odamda bilgisayar bile yoktu” diyerek kendisini savunmaya çalışmaktadır!
SAVCIDAN TEŞEKKÜR BEKLEMEK
İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde yaptığı kimi konuşmalardan bile neredeyse pişman olduğunu belirterek, Özel Yetkili Savcı Cihan Kansız’dan medet umuyor: “Ben Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başkanıydım. Bu açıklamalarım iyi niyetli açıklamalardır. Başka bir niyet yoktur. Komutan olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ne moral vermek niyetinde yapılmış açıklamalardır.”
Dahası Başbuğ, o dönemde Genelkurmay Başkanı olduğunu, yani devletin 4 numaralı yöneticisi olduğunu, yeni devlet olduğunu da unutmuşa benziyor ve Savcı’dan “teşekkür” bekliyor: “Aslında bana teşekkür edilmesi gerekir ki ben bu siteleri kapattıran kişiyim. Devletin aslında bana teşekkür etmesi gerekirken, bugün bu konu ile suçlanmam tarihin acı bir cilvesidir.”
TÜRK – AMERİKAN SAVAŞI!
Görevdeyken, silah arkadaşlarının teker teker zindana atılmasına, “hukuka saygı” diyerek sessiz kalan İlker Başbuğ’un, zindana düştüğünde de, bu “saygılı” durumdan kurtulamadığı anlaşılıyor; sürecin hâlâ, hukuk içinde olduğunu sanıyor!
“Ben o dönemde internete girmedim, odamda bilgisayar bile yoktu” diyen Başbuğ, demek meselenin hâlâ Türk – Amerikan savaşı olduğunu da anlamamış! Bu stratejik bir sorundur ve Başbuğ başta olmak üzere Türk Ordusu’nun bir bölümünün ortak sorunudur.
TANIK – SANIK OLMA HALLERİ
Oysa askeri okullar okumuş, kurmay olmuş birinin, daha en başında, ya da en azından Hüseyin Çelik kendisini işaret ettiğinde, “Dursun Çiçek’in en alt basamakta olduğunu, en yukarıya çıkılacağını” söylediğinde bile, durumu kavrayabilmeliydi.
Ancak Başbuğ meseleyi “kavrayamadığı” gibi, o dönemde, “mahkemeye tanık olarak çağrılırsam, giderim” diyerek, bir kez daha “hukuka bağlılığını” ifade etmişti.
O hukuk, yani ABD hukuku, en sonunda onu tanık olarak değil, sanık olarak çağırdı, getirtti ve tutukladı!
MİLLETİN BEKLENTİSİ
Biz, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en tepesinde bulunmuş İlker Başbuğ’dan, hâlâ silah arkadaşlarıyla omuz omuza vererek, mücadele etmesini bekliyoruz.
Çünkü Türk milleti, ordusundan, ABD operasyonunu açığa çıkartmasını ve ülkesini korumasını beklemektedir!
Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
12 Şubat 2012

, ,

Yorum bırakın

ANKARA’NIN SURİYE ÇIKMAZI

Başbakan Erdoğan, son grup konuşmasında Suriye için “yeni bir girişim” başlatacaklarını ilan etti. Oysa AKP hükümeti, 9 Eylül’de Beşar Esad’a “15 gün süre” tanımış ve bunun üzerinden tam 180 gün geçmişti!

Bu 180 günde, içinde AKP hükümetinin de yer aldığı Batı ittifakı inisiyatif kaybederken, Rusya ve Çin desteğiyle güçlenen İran – Suriye hattı, cepheyi genişletti.

Peki, Suriye konusundaki “atılgan” tutumunu bu 180 gün içinde yavaş yavaş dizginleyen AKP hükümeti, ne oldu da yeniden öne çıkmaya heveslendi?

Erdoğan’ın “yeni girişim ilanı”ndan hemen önce medyada seferberlik başlatılması anlamlı. Her ne kadar iki gün sonra sayı sessiz sedasız 55’e indirildiyse de, “Esad, Mevlid kandili gecesi 400 kişiyi katletti” diye yalan haber servis edilerek; Hasan Celal Güzel gibi kıdemliler başta olmak üzere, yandaş kalemlere, “Türkiye derhal Suriye’ye müdahale etmelidir” diye yazılar yazdırılması, seferberlik halinin göstergesidir.

Eşzamanlı olarak, ABD’nin Şam Büyükelçiliğini kapatması, İngiltere’nin Büyükelçisini geri çekmesi, medyanın savaş takımının, postallarını giymesine neden oldu.

AKP – İSRAİL SAVAŞ CEPHESİ

Tahran’ın AKP hükümetinin Suriye rolüne ilişkin bir planı aynı süreçte gündeme getirmesi ise Ortadoğu Cephesini’nin Batı ittifakına karşı bir hamlesiydi.

İran Devlet Televizyonu Press TV’nin geçtiği haberi anımsatalım: “ABD ve Batılı güçler tarafından hazırlanan planda, Türkiye bir süre sonra Suriye topraklarına girerek Suriyeli muhalifleri silahlandıracak, İsrail de Suriye silahlı kuvvetlerine ait önemli askeri üsleri uzaktan vurarak Esad’ın devrilmesinde muhaliflere yardımcı olacak”

ABD’NİN YAKIN GÜNDEMİNDE SAVAŞ YOK

Ekonomik krizle boğuşan, gerileyen küresel gücüne stratejik çareler arayan ABD’nin “kısa vadede” Suriye’ye saldırmayacağı ortada. Irak’tan çekilen, Afganistan’dan çekilme takvimini hızlandıran ve yeni stratejisinde Pasifik’e ağırlık vereceğini ilan eden ABD’nin, bu şartlarda, Ortadoğu’da yeniden doğrudan bir cephe açmayacağı görülüyor.

Nitekim, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, “Libya örneği Suriye’de tekrarlanmayacak” diyerek, NATO seçeneğini gündeme almayacaklarını belirtmişti. BM Gvenlik Konseyi’ndeki Suriye karar tasarısının Rusya ve Çin tarafından veto edilmesinden sonra Beyaz Saray sözcüsü Jay Carney’in söyledikleri de durumu gösteriyor: “Biz, Suriye için en iyi çözüm yolunun siyasi çözüm oluğuna inanıyoruz.

“Kısa vadede” gündeme gelemeyecek olan Suriye’ye dış müdahale yerine, rejimi değiştirmek için çeşitli yolların bir süredir zorlandığı ortada…

Koridor adı altında Suriye topraklarında tampon bölge oluşturmak gibi yolların ise şu süreçte gerçekçi olmadığı, tersine, tamponu kendi topraklarımıza kurmak zorunda kaldığımız da ortada…

‘ERDOĞAN’A DOKUNULABİLİR MESAJI’

Peki o zaman Erdoğan’ın yeniden öne atılması ve “yeni bir girişim” başlatacağını ilan etmesi ne anlama geliyor?

Aslında anlam, cümlenin tamamından okunuyor. Erdoğan, “yeni girişimi”, “rejimin değil, Suriye halkının yanında olan ülkelerle başlatacaklarını” söylüyor. Bu ülkelerin hangileri olduğundan çok, hangileri olmadığına işaret eden bu yaklaşımın, Batı ittifakı adına, Rusya’nın girişime karşı olduğu ortada…

Rusya’nın Çin’le birlikte BM Güvenlik Konseyi’nde Batı’nın müdahalesine barikat oluşturması, ardından Moskova’nın inisiyatif alıp, Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’u Şam’a göndermesi ve sürece ağırlık koyması, ABD tarafından engellenmek ya da en azından dengelenmek isteniyor.

ABD’nin “zoru görüp, süreçten sessizce sıyrılmaya çalışan” Erdoğan’ı yeniden zorlayıp, oyuna sürdüğü değerlendiriliyor. Cumhurbaşkanlığı tartışmalarında Erdoğan’ın karşısında konumlanan bazı cemaat kalemlerinin, tıpkı eski Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un tutuklanmasında olduğu gibi, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın da şüpheli olarak sorgulanacağı haberini, “Erdoğan’a dokunulabilir mesajı” olarak okumaları anlamlı!

Bu süreçte basına servis edilen, “MİT, TSK ve Dışişleri analistleri, Batı tarafından silahlandırılan muhalif Suriyelilerin, Esad’a karşı kısa sürede büyük zaferler elde etmesini öngörmüyor” şeklindeki haberleri de, Ankara’nın bu süreçten sıyrılmaya çalışması olarak okumak gerekiyor herhalde.

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
9 Şubat 2012

, , , , , , , ,

Yorum bırakın

ABD’NİN SOLCULARI

Odatv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan ile Haber Müdürü Barış Terkoğlu’nun dün okurlarla buluşan “Sızıntı” isimli kitabında dikkatimizi çeken ilginç bir bölüm yer alıyor: ABD’nin solcuları.

Gelin hiç merakta bırakmadan, önce o “solcu”ların isimlerini verelim: Şevket Pamuk, Murat Belge ve Halil Berktay.

ABD’YE GÖRÜŞ SUNAN “SOLCU”

İşte bu üç isim, ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Sharon A. Weiner’i ziyaret etmiş ve başkonsolosa Ergenekon davasıyla ilgili görüşlerini açıklamışlar. Weiner da, bu görüşmenin detaylarını 17 Eylül 2008 tarihinde yazmış ve Washington’a göndermiş.

Ülkesindeki bir soruşturma hakkında başka bir ülkenin diplomatına görüş bildirmenin solculukla bağdaşmadığı ortada… İşte bu yüzden Pehlivan ve Terkoğlu, üçlüyü “ABD solcusu” olarak nitelemiş.

ABD solcularının, Weiner’a söyledikleri daha da vahim. Söz konusu isimler, dava sürecinin kesintiye uğramadan gidebildiği yere kadar gitmesini istiyor. Weiner, bunun için davanın savcısının arkasında siyasi iradenin desteğini hissetmesi gerektiğini vurguluyor.

BERKTAY’IN “TEORİSİ”

Belgede, Berktay, Pamuk ve Belge’nin kendilerini solcu olarak tanımladıkları ve AKP’yi destekledikleri belirtiliyor. “Solcu” Berktay’ın ABD’lilere yaptığı ve belgede yer alan teorik değerlendirmesi şöyle:

“Profesör Berktay, Ergenekon komplo­sunun tarihsel destek ayaklarının ayrıntılı bir tanımlamasını yaptı. Berktay’a göre Türkiye ve daha öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıldan itibaren Batı’yla bir ‘sevgi-nefret’ ilişkisi vardı. Büyük bir Batı taraftarı olan Atatürk bile tek parça bir Türk kimliği yaratabilmek için Türk milliyetçiliği­nin içinde belli bir derecede ‘Batı karşıtlığına’ müsamaha gös­termişti. Berktay’a göre Türk milliyetçileri bağımsızlığı özgürlüğe tercih ettiler ve sonuç olarak Batı’nın özgürlük ve insan hakları gibi değerleri Türkleri bölmek için haince planlar olarak görülmeye başlandı.”

Tarihsellikten yoksun bu değerlendirmenin üzerinde duracak değiliz. Berktay’ın ABD kriptosunda yer alan bir başka değerlendirmesine dikkatinizi çekmek istiyoruz:

ERDOĞAN – BÜYÜKANIT – BAŞBUĞ UZLAŞTI MI?

Berktay’ın teorisi, Erdoğan’ın elinde 2005 yılının Kasım ayında Şemdinli’de gerçekleşen olaya Başbuğ’un dâhil oldu­ğunu gösteren kanıtlar olduğu ve bu kanıtları ordunun ken­di içindeki Ergenekon destekçilerini korumaya son vermesini sağlamak için kullandığı…

Berktay, kriptoda Büyükanıt, Başbuğ ve Erdoğan’ın Ergenekon’un tasfiyesinde uzlaştıklarını iddia ediyor ve “Ordu, Ergenekon’la bağlarını kesmeye başladı” diyor.

Pehlivan ve Terkoğlu’nun yorumu şöyle: “Son üç yılda TSK aleyhinde doğruluğu tartışmalı belgelerin, Berktay’ın gazetesi Taraf’ta yayınlandığı hatırlanırsa Berktay’ın iddia ettiği uzlaşma daha ilginç bir hal alıyor. Gördüklerimiz hayalden mi ibaretti? Yoksa Berktay ya­nıldı mı?”

Odatv yöneticileri Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan “Sızıntı” kitabı çok ses getirecek!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
4 Şubat 2012

, , , , , , , , , ,

Yorum bırakın

İLKER BAŞBUĞ’UN TERÖRE ATLANTİKÇİ ÇÖZÜMÜ

E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un “Terör Örgütlerinin Sonu” isimli kitabı, bir yönüyle TSK’nin görüşlerini yansıtması bakımından önemlidir ve incelemeyi gerektirir.

Dahası, TSK’ye yakın dönemde komuta etmiş bir ismin Türkiye’nin bu en temel meselesini nasıl teşhis ettiği ve ne çözümler getirdiği hem Ankara hem de bölge başkentleri için kritiktir.

Başbuğ’un Remzi Kitabevi’nden çıkan 232 sayfalık kitabını, 5 günlük yazı dizisi halinde inceleyeceğiz:

Bölgeden değil Atlantik’ten bakış

Başbuğ’un kitabının büyük bölümü iki kaynağa dayanıyor: “Birincisi, ABD Ulusal Harp Akademisi’nde görevli Audrey Kurth Cronin tarafından 2009 yılında yazılan ‘Terör Nasıl Sona Erer?’ adlı kitaptır. İkinci çalışma ise, RAND kuruluşunun 2010 yılında, Ulusal Savunma Araştırma Enstitüsü’nce aynı başlık altında yapılanıdır.” (s.129,130)

Başbuğ, kitabında “bu iki çalışmadan büyük ölçüde faydalandığını” (s.130) söylemiştir. Kitabının bu iki ABD çalışmasınad ayanmasının Başbuğ’u ne gibi tahlil yanlışlarına götürdüğünü, yazı dizimiz boyunca ortaya koyacağız. Ama ilk günden çok temel birini belirtelim.

Başbuğ da, tıpkı Cronin ve RAND raporu gibi ABD saldırısına karşı vatanını savunan Küba ve Vietnam’daki yurtsever örgütleri “terör” örgütü sayıyor! (s.133).  Hatta “20. Yüzyılda yaşanan terör eylemlerinin beşiği de yine Filistin’dir” (s.199) diyor!

Kitabın ayrıntılarına geçmeden önce özellikle vurgulayalım ki, Başbuğ’un kitabı yerel değil, konuya bu topraklardan bakmıyor, tersine Atlantik cephesinden bakıyor.

Bunu söylerken, salt yukarıda belirttiğimiz gibi kitabın iki Batı kaynağına dayanıyor olmasından hareket etmiyoruz. İlker Başbuğ maalesef, Atlantik kaynaklı bakışın ürünü raporlardan bire bir çeviri yaparak da, yerel bir kitap yazmadığını sergiliyor.

Bu dublaj hali kitabın ciddiyetini önemli oranda sarsıyor. Örneğin, “Filistin Halk Kurtuluş Cephesi”, Başbuğ tarafından İngilizceden çevrilirken, “Popüler Filistin Kurtuluş Cephesi”ne dönüşüyor (s.154, 168, 174); “Filistin Kurtuluş Cephesi”, “Filistin Kurtarma Cephesi”ne (s.151); “İspanya İç Savaşı” da, “İspanya Sivil Savaşı”na (s.190)…

ABD’nin Irak saldırısı

Başbuğ’un kitabında “Irak savaşıyla” ilgili yer alan bölümler, Genelkurmay Başkanı’nın bir ABD saldırısına hangi perspektiften baktığını anlamamız açısından yarar sağlıyor:

“2002 yılının sonu ile 2003 yılının başı, ABD’nin Irak’a karşı icra edeceği harekâtın hazırlık dönemi oldu. 19 Mart 2003 günü akşamı da Bağdat’ın bombalanmasıyla Irak’ı Kurtarma Harekâtı başladı.” (s.87)

Başbuğ, yukarıda kısaca değindiğimiz kavramlara yerel olmayan yaklaşımını, ABD’nin Irak’a emperyalist saldırısında da sergilemiş. ABD’nin, saldırganlığını maskelemek üzere kullandığı bu tip sahte isimlerin, en azından Türk Genelkurmay Başkanı tarafından kullanılmıyor olması gerekmez mi?

ABD’nin terör tanımı

Başbuğ, kitabının “terör / terörizm” bölümünde, kavramı teorik temellerde incelemiş, haliyle kavramın tanımını da yapmış.

Dikkatimizi çeken, terörle 40 yıldır mücadele eden ve bu konuda dünyanın en deneyimli ordusu olan TSK’nin başının, teröre ilişkin “yerel” bir tanımının olmaması!

Kim bilir, belki de kitabı daha bilimsel(!) gösterme gayretiyle olsa gerek, B. Gonar, W. Laqueur gibi Atlantikçi güvenlik uzmanlarının ve hatta Pentagon’un tanımı üzerinden kavram açıklanmaya çalışılmış:

“ABD Savunma Bakanlığı’nın tanımı ise şöyledir: Politik, dini veya ideolojik hedeflerin elde edilmesi için, kişilere karşı terörü kullanarak veya terör ile tehdit ederek, hükümetleri ve toplumu korkutmak.” (s.70)

‘Kürt sorunu yoktur’

Başbuğ, kitabını “Kürt sorunu yoktur” tezi üzerine inşa ediyor:

“Türkiye’de ‘etnik sorun’, diğer değişle ‘Kürt sorunu’ yoktur. Ancak, böyle bir sorunun olmasını isteyenlerin var olduğu da unutulmamalıdır.” (s.52, 183)

Başbuğ’un “Kürt sorunu yoktur” demesi elbette bilimsel değildir, doğru değildir ama daha da ironik olanı, Başbuğ’un “Kürt sorunu vardır, çözümü de Kürt açılımıdır” denilen dönemin, yani 2009-2010 yıllarının Genelkurmay Başkanı olmasıdır!

‘Küresel düşün, ulusal hareket et’

E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ kitabında, “küreselleşmenin ulus, ulus devlet ve ulusalcılığı ortadan kaldırdığını söyleyenlerin, her şeyi doğru ve gerçek anlamda topluma anlatmadığını” (s.47) iddia ediyor ve küreselleşmenin bu kavramlara sadece etkisinin bulunduğunu, bu etkiye karşı izlenecek genel politikanın da “küresel düşün, ulusal hareket et” (s.48) şeklinde olması gerektiğini savunuyor! Başbuğ, ABD, AB ve Rusya’nın bu prensibi uyguladığını, örnek olarak gösteriyor. (s.48)

Hilmi Özkök’ün genel bakışını yansıtan bu görüş, sadece TSK’de değil, devletin pek çok merkezi kurumunda ağırlık kazanmaya ve zafiyet oluşturmaya başladı. Başbuğ’un “ulusalcılığa ve ulusal devlete” en çok saldırıldığı dönemde görevler üstlenmiş olması, normalde, onun bu bakışın yanlışlığını daha net görmesini gerektirirdi!

Türk ordusuna kumanda edenler, hiç değilse, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün “ulusalcılığı tehdit” saymasını ve Terörle Mücadele Hareket Dairesi Başkanlığı faaliyet alanı içinde tanımlamasını değerlendirmeliler!

Başbuğ’un ‘savaş’ anlayışı

Başbuğ, Hilmi Özkök’ten kalma “savaşa bakış” anlayışını da sürdürüyor: “Çağımızda büyük ölçüde çatışmalar, devletler arasında değil, toplumlar, insanlar arasında; kültür, etnik ve dini konulara dayalı ortaya çıkabilir.” (s.49)

ABD’nin Irak’a saldırı hazırlıkları sırasında ortaya atılan ve düşünce kuruluşları aracılığıyla tüm dünyaya enjekte edilen bu fikir, açık ki, emperyalizmin saldırgan yüzüne yapılan bir maskeydi.

En yüksek makamları işgal edenlerin, ABD’nin Irak’a saldırısını, Afganistan’ı işgalini görmeyip, “çatışmalar devletler arasında değil, toplumlar ve insanlar arasındadır” demesi büyük zafiyet demektir.

Güvenlik algılaması

İlker Başbuğ, güvenlik algılamasını salt “terör” olarak belirliyor: “Özellikle iki kutuplu dünya düzeninin yıkılmasından sonra güvenlik sorunu olarak değerlendirilen risk ve tehditlerin simetrikten asimetriğe doğru kaydığından söz edilebilir. Bugün karşı karşıya bulunulan en büyük risk, ardında radikal düşünceler barındıran terördür.” (s.67)

Yine Hilmi Özkök’ün NATO perspektifi üzerinden Türk Ordusu’na enjekte ettiği bu “asimetrik tehdit” algılaması kocaman bir yalandır! Ki kavram, yine ABD’nin 21. yüzyılı Amerikan yüzyılı yapmak üzere dünyaya saldırıya hazırlandığı süreçte ürettiği ve “El-Kaide” öcüsü ile birlikte kullandığı bir kavramdır.

Oysa gerçek çırılçıplak ortadadır: ABD’nin Türkiye de dâhil tüm bölge ülkelerine yönelik tehdidi simetriktir!

Bu bakış açısı, üzülerek görüyoruz ki, pek çok komutanın algısını da tahrip etmiş ve PKK’yi görüp, arkasındaki ABD’yi göremez hale getirmiştir!

Bir kez risk ve tehditlerin simetrikten asimetriğe kaydığını savunur ve buna uygun olarak da güvenlik algılamasının başına terörü yerleştirirseniz, haliyle şu yanlışa da savrulursunuz: “Karşılaşılan bu durum yeni güvenlik anlayışının doğmasına zemin hazırlamıştır. Yeni güvenlik anlayışının merkezinde ise bireyin ihtiyaçları, insanın güvenliği bulunmaktadır.” (s.67)

Sömürgecilik felsefesinin izleri

Başbuğ, kitabında güneydoğu bölgesinin geri kalmışlığını incelediği bölümde şöyle bir saptamada bulunuyor: “ABD’nin Chester Demiryolu projesi ile Almanların Berlin-Bağdat Demiryolu projesinin tamamlanamaması da bölgenin aleyhine oldu.” (s.51)

Batı merkezli düşünenlerin sık sık dile getirdiği bir yaklaşımdır bu; örneğin İngiltere’nin Hindistan’a katkıları övülerek, sömürgecilik aklanır!

Üzülerek görüyoruz ki İlker Başbuğ da, bu bakışın izlerini taşıyor. ABD’nin ya da Almanya’nın bölgeye ilişkin emperyalist projelerinin tamamlanmamasını, bugün bölgenin geri kalmışlığının etkeni saymak, gaflettir!

ABD, PKK’nin neresinde?

E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Bağbuğ, 1984 ile 2010 arasındaki süreci, PKK açısından şöyle sınıflandırmış: “1985 – 1991 dönemi PKK’nin gücünü pekiştirmeye ve sağlamlaştırmaya çalıştığı, 1991 – 1992 dönemi çatışmaların sokaklara taşındığı, 1992 – 1993 dönemi örgütün kontrolü ele geçirmeyi hedeflediği, 1993 – 1995 dönemi dengelerin değiştiği, 1995 – 1998 dönemi örgütün düşüşe geçtiği, yeni yolların arandığı, 1998 – 1999 dönemi Abdullah Öcalan’ın yakalandığı ve 1999 – 2010 dönemi örgütün kendisini kurtarmaya çalıştığı dönem olarak adlandırılabilir.” (s.89).

PKK büyüyor mu, küçülüyor mu?

Başbuğ’un benimsediği bu sınıflandırmanın da “yerel” olmadığını, A. Marcus’a ait olduğunu belirtelim öncelikle. Ama bizi ilgilendiren daha ziyade 1999 – 2010 dönemini “PKK’nin kendisini kurtarmaya çalıştığı” bir dönem olarak nitelenmesi!

Başbuğ, A. Marcus’un görüşlerini kabul ediyor ama selefi E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. Yaşar Büyükanıt’ın Kara Kuvvetleri Komutanı olduğu 2005 yılında dile getirdiği “PKK militanlarının sayısı, Abdullah Öcalan dönemindeki seviyeye ulaştı” şeklindeki “resmi saptamaya” itibar etmiyor anlaşılan!

TSK’nin en üst makamında bulunan bir ismin, ABD’nin bölgeye yerleştiği dönemde PKK’nin güçlendiği gerçeğini görmeyip, “örgütün kendisini kurtarmaya çalıştığı” yanılsamasına kapılması, acıdır!

ABD’nin bölgedeki varlığının PKK’yi güçlendirdiği gerçeğini görmeyen Başbuğ, bu nedenle kitabında sık sık hatalı tahliller yapmaktadır. Örneğin Başbuğ, “PKK’nin 2003 yılında yeniden eylemlere başlamasını ve 2004 yılında tırmandırmasını, örgüte katılımların azalmasına” (s.106) bağlamaktadır.

Başbuğ’a göre PKK, ABD bölgeye geldiği için değil azalan katılımı artırmak için 2003’te harekete geçiyor!

ABD PKK’ye destek vermiyor mu?

Başbuğ, Filistin’in, Suriye’nin, SSCB’nin, Rusya’nın, İran’ın, hatta bazı Avrupa devletlerinin de PKK’ye destek verdiğini söylüyor ama ABD ve İsrail’i görmüyor!

Hadi Başbuğ, resmi kayıtlara da girmiş olan “CIA’nın PKK’ye 125 milyon dolar para yardımını” bilmiyor, gazetelerde bile yer alan ABD’li yetkililer ile PKK liderlerinin toplantı fotoğraflarını görmüyor…

Peki, Başbuğ, komutanlarının sık sık dile getirdiği “ABD uçakları, PKK kamplarına mühimmat yardımı atıyordu” şeklindeki saptamalarını da mı dikkate almıyor! Başbuğ, askeri istihbaratın tespit ettiği “MOSSAD’ın PKK’yi eğitme” bilgilerine de mi itibar etmiyor!

Umarız, ABD gerçekliğine körlüğün ne sonuçlar doğurduğu, en azından “PKK’ye destek verenlerin arasında artık TSK’nin de sayıldığı” şu psikolojik savaş şartlarında anlaşılır! Çünkü görülmüştür ki, siz “ABD’nin PKK’ye destek verdiğini ilan etmezseniz, o sizin Ergenekon örgütü olarak PKK’ye destek verdiğinizi” söyler ve söylüyor, söyletiyor!

PKK neden büyüdü?

Başbuğ, 1988-1992 sürecinde, PKK’nin neden büyüdüğünü 3 etkene bağlıyor: Birincisi Halepçe katliamı ve sonraki mülteci akınları nedeniyle; ikincisi BM’nin kararı çerçevesinde Irak’ın kuzeyinde tesis edilen huzur operasyonu nedeniyle ve üçüncüsü Irak ordusunun kuzeyden kaçarken silah ve araçlarını bölgede bırakması nedeniyle… (s.215)

Böylece Başbuğ, PKK’nin büyümesinin iki nedenle Irak’tan, bir nedenle de BM’den (ABD değil!) kaynaklandığını savunmaktadır.

Başbuğ, “ikinci Irak savaşı” sonrasında PKK’nin güç kazanmasında bile ABD’yi direkt etken olarak göstermemekte, PKK’yle mücadele konusunda Türkiye’nin ABD’yi ikna edememesinden yakınmaktadır:

“ABD ve Kürt Bölgesel Yönetimi’nin üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmelerine ikna ettirilmesiyle, alınacak etkili tedbirlerle ve gerek duyulması halinde icra edilecek operasyonlarla Irak’ın kuzeyindeki PKK varlığı en azından marjinal hale getirilebilirdi.” (s.216)

Başbuğ ilerleyen sayfalarda, PKK’nin Irak’ın kuzeyindeki varlığını “ABD için” tehdit olarak bile algılamaya başlamaktadır: “PKK terör örgütünün Irak’ın kuzeyindeki var oluşundan doğan sorunun sonlandırılması, ABD menfaatleri açısından da önemlidir.” (s.227)

‘Washington değil Bağdat suçlu’

E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un kitabında, bölgeden değil de Atlantik’ten bakan değerlendirmeleri, soruna çözüm noktasında sıkıntı yaratıyor. Şöyle ki, PKK ile mücadele konusunda örgüte “Irak’ın kuzeyinde sağlanan güvenli bölgenin” hedef alınması gerektiği doğru görüşünü savunan Başbuğ, bu bölgeyi kimin sağladığına verdiği yanlış yanıt nedeniyle gerçek çözümü ıskalamaktadır:

“Türkiye’nin; Irak’ın kuzeyindeki güvenlikli bölgelerin PKK tarafından kullanılmasına engel olması ve buradaki PKK varlığına son vermesi, yürüttüğü terörle mücadelenin başarılı olması için olmazsa olmaz koşuldur. Irak yönetiminin, PKK terör örgütüne Irak’ın kuzeyindeki güvenli bölgeleri gönüllü veya gönülsüz olarak sağlaması her şeyden önce uluslararası hukuka aykırıdır. Irak yönetimi ilk önce, buna karşı tedbirler almakla yükümlüdür.” (s.224)

Genelkurmay Başkanı’nın, Irak’ın kuzeyinde PKK’ye güvenli alan yaratılmasından Washington’u değil de Bağdat’ı sorumlu tutuyor olması, analiz eksikliğiyle ya da kafa karışıklığıyla açıklanabilir mi?

‘PKK’yi PKK sonlandıracak!’

Biz Başbuğ’un şu “saptamasıyla” birleştirerek, böyle isimlendirelim şimdilik: “PKK terör örgütünün sonlandırılmasında etkin rol oynayacak birçok aktör vardır. Bunlardan en önemli olanlar; Türkiye, ABD, Kürt Bölgesel Yönetimi, Irak hükümeti ve PKK’nin kendisidir.” (s.225)

PKK’nin PKK’yi nasıl sonlandırabileceği üzerinde durmayacağız ancak ABD ve Kürt Bölgesel Yönetimi ile PKK’ye karşı mücadele konusunda Başbuğ’a göre bir uzlaşma var mı, bakalım:

“Türkiye, terörle mücadelede PKK terör örgütünü en azından marjinalize hale getirmek istiyorsa, Irak’ın kuzeyindeki güvenli bölgelere bir şekilde son vermelidir. Bu amaçta, Türkiye, ABD, Merkezi Irak Hükümeti ve Kürt Bölgesel Yönetimi’nin aynı noktada olduğu söylenebilir. Ancak, bu amacın nasıl sağlanacağı konusunda farklılıklar vardır. Türkiye dışında kalanlar, sorunun barışçı yollarla çözümünü düşünmektedir.” (s.229)

Umarız, Genelkurmay Başkanlığı ile Başbuğ aynı görüşte değildir. Çünkü PKK konusunda Washington ile Erbil’in Ankara ile aynı görüşte olduğunu sanmak ancak ikilinin Ankara’dan farklı olarak sorunun barışçıl şekilde çözülmesinden yana olduğunu telaffuz etmek, sorunu teşhis bile edememek demektir.

Silahlı saldırıya karşı barışçı çözüm isteyende hâlâ “samimiyet” aranıyorsa, bu artık gafletten de ötedir çünkü…

K. Irak tehdit değil mi?

İlginçtir, Başbuğ, ABD’nin bölgeden çekilmesiyle Kuzey Irak’ın istikrarsızlaşabileceğinden yakınmaktadır:

“ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra, PKK Irak’ın kuzeyindeki silahlı gücünün varlığını sürdürmeye devam ederse, Kürt Bölgesel Yönetimi’nin kontrolü altındaki bölgenin istikrarının koruması güç olabilir.” (s.226)

Kuzey Irak’taki yapı, Başbuğ için PKK’den daha mı az tehdittir? Türk devletinin “Kuzey Irak’ta kurulacak bir devleti savaş nedeni sayan çizgisi”, TSK saflarında da bu derece tahribata uğramış mıdır?

1 Mart tezkeresi

“Dışarıdan bakış”, Başbuğ’un 1 Mart tezkeresine değerlendirmesine de yansımaktadır: “Tezkerenin, 1 Mart 2003’te TBMM’de kabul edilmesi için gerekli olan oyun sağlanamamasıyla, Türkiye PKK terör örgütünü marjinalize edebileceği bir diğer fırsatı, bir defa daha kaçırmıştır.” (s.218)

“Tezkere eğer kabul edilse idi, uzun süre Irak’ın kuzeyinde bulunacak TSK ile PKK’nin marjinalize edilebilmesi mümkün olabilecekti.” (s.219)

Şükür ki, bu hatalı analiz, o dönemde Türk ordusunda hâkim değildi!

Hilmi Özkök’ü ve İlker Başbuğ’u bu yanlış analize sürükleyen hata, ABD’nin PKK’yle ilişkisini “görmemekten” kaynaklanmaktadır. İkili, ABD’yi PKK’nin hamisi olarak görmediği için, Pentagon’un TSK’ye PKK’yi bitirme izni vereceği yanılsamasına da düşmektedirler!

Çözüm: Liberal demokrasi(!)

E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un teröre karşı ABD ile “anlık istihbarat paylaşımı” yapılmasını işbirliği sayan anlayışı, bakın gelişmeleri nasıl saptıyor: “2007 Aralık ayında, Irak’ın kuzeyine hava harekâtlarının yapılabilmesi için ABD ile sürdürülen çalışmalar olumlu olarak sonuçlandı.” (s.89)

Sınır ötesi operasyonlar

ABD’nin TSK’nin kara harekâtını engellemek için “sonuç getirmeyecek” bir hava harekâtına “onay” vermesini, “ABD ile olumlu sonuçlanan” bir işbirliği şeklinde tanımlamak, en başta gerçeğe aykırıdır!

Nitekim kamuoyunun tepkisi sonucu 2008 Şubat’ında karadan yapılan “sınır ötesi harekât” karşısında ABD’nin takındığı tutum belleklerdedir, Pentagon’un “biran önce çıkın” açıklamaları arşivlerdedir!

AKP – PKK uyumu

Başbuğ’un yine gerçeklikle örtüşmeyen bir saptaması daha: “21 Ekim 2007 Dağlıca saldırıyla başlayan ve 19 Haziran 2010 Gediktepe çatışmasıyla gelişen süreçte örgütün silahlı propagandasının yapılması hedeflenmiştir. (…) Ancak, örgüt silahlı propaganda sürecini uzatma gücünü de kendisinde göremedi.” (s.93)

Oysa PKK “kendinde bir güç görmediği” için değil, 12 Eylül halk oylaması için “ateşkes” kararı vermiştir, verdirilmiştir!

Nitekim BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, halkoylamasında AKP’nin “evet” oyu ile kendilerinin “boykot” kararının toplamının, “çözüm” olduğunu ilan etmiştir!

Başbuğ’un çözümü: Liberal demokrasi

E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ, “terör örgütlerine” karşı çözümünü, kitabının sonunda ilan etmektedir: “Liberal demokrasinin, Türkiye’de uygulandığı veya uygulanmaya çalışıldığını söylemek doğrudur. Aslında, Türkiye için en uygun sistem de liberal demokrasidir ve Türkiye bu sisteme bağlı kalmalıdır.” (s.197)

Başbuğ’un çözümü “liberal demokraside” görmesinin gerekçesi ise siyaset literatürüne yeni bir katkı sunacak cinstendir: “Liberal demokrasi bireysel özgürlükler üzerine inşa edilmektedir.” (s.195), dolayısıyla “liberal demokrasi kolektif haklara karşıdır.” (s.196)

Bu durumda haliyle “liberal demokrasi” Kürtlerin kolektif olarak hak talebinde bulunmasına engel teşkil etmektedir! Nitekim bu parlak değerlendirme Başbakan Erdoğan’da da görülmektedir. Erdoğan da Başbuğ gibi “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımın bireysel problemleri vardır” deme noktasına gelmiştir!

Ancak Başbuğ’un “liberal demokrasi”nin gerçekte ne olduğu konusunda da net olmadığı görülmektedir: “Liberal demokraside, devletlerin etnik farklılıkları tanıması söz konusu değildir.” (s.214)

Ulusal devletler çağı kapandı mı?

Başbuğ’u “liberal demokrasi” çözümüne götüren etkenlerden biri de, yine Hilmi Özkök’ten kalma “küreselleşme çağında ulus devletlerin ortadan kalkacağı” şeklindeki Atlantik görüşüdür:

“21. yüzyılda yaşanan gelişmeler, ulus devletlerin bazı yeni anlayışlar içine girmesini gerektirmez mi? Bu soru da yerindedir. Yaşanılan bir küreselleşme gerçeği vardır. Özellikle, ekonomik ilişkilerde sınırlar zorlanmaktadır. Bu açıdan ulus devletlerin çizilen sınırlar içinde kalacağını düşünmek zordur.” (s.211)

Egemenliğin devri

Başbuğ, bu Atlantik görüşünün devamı niteliğinde, egemenlik hakkını da sorgulamaktadır: “Burada egemenlik hakkı mutlak bir hak mıdır sorusu karşımıza çıkmaktadır. Ulus devletler kendi rızaları ile egemenlik haklarını kullanarak uluslararası kuruluşların alacakları kararlara uyacaklarını taahhüt edebilirler. BM Güvenlik Konseyi’nin alacağı kararlar buna örnektir. Yine kendi egemenlik haklarını kullanarak, uluslararası kuruluşlarda, o kuruluşların karar organlarında bulunarak yer alabilirler. NATO buna örnektir.” (s.211, 222)

Başbuğ’da yansıması görülen ve Türk devletinin bazı merkezi kurumlarının da kabul ettiğinin anlaşıldığı bu görüş, maalesef 2003 yılında TBMM’de onaylanan BM ikiz sözleşmelerini daha da tehlikeli hale getiriyor!

Sonuç

E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un 5 gün boyunca incelediğimiz kitabı, sonuç olarak içinde “ABD’nin olmadığı bir terör kitabı” olması nedeniyle hem teşhiste, hem de tedavide reçete görevi göremiyor!

Mehmet Ali Güller
Odatv
4 Eylül 2011

, ,

Yorum bırakın

Başbuğ’un teröre çözümü – 5: Çözüm: Liberal demokrasi(!)

E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un teröre karşı ABD ile “anlık istihbarat paylaşımı” yapılmasını işbirliği sayan anlayışı, bakın gelişmeleri nasıl saptıyor: “2007 Aralık ayında, Irak’ın kuzeyine hava harekâtlarının yapılabilmesi için ABD ile sürdürülen çalışmalar olumlu olarak sonuçlandı.” (s.89)

Sınır ötesi operasyonlar

ABD’nin TSK’nin kara harekâtını engellemek için “sonuç getirmeyecek” bir hava harekâtına “onay” vermesini, “ABD ile olumlu sonuçlanan” bir işbirliği şeklinde tanımlamak, en başta gerçeğe aykırıdır!

Nitekim kamuoyunun tepkisi sonucu 2008 Şubat’ında karadan yapılan “sınır ötesi harekât” karşısında ABD’nin takındığı tutum belleklerdedir, Pentagon’un “biran önce çıkın” açıklamaları arşivlerdedir!

AKP – PKK uyumu

Başbuğ’un yine gerçeklikle örtüşmeyen bir saptaması daha: “21 Ekim 2007 Dağlıca saldırıyla başlayan ve 19 Haziran 2010 Gediktepe çatışmasıyla gelişen süreçte örgütün silahlı propagandasının yapılması hedeflenmiştir. (…) Ancak, örgüt silahlı propaganda sürecini uzatma gücünü de kendisinde göremedi.” (s.93)

Oysa PKK “kendinde bir güç görmediği” için değil, 12 Eylül halk oylaması için “ateşkes” kararı vermiştir, verdirilmiştir!

Nitekim BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, halkoylamasında AKP’nin “evet” oyu ile kendilerinin “boykot” kararının toplamının, “çözüm” olduğunu ilan etmiştir!

Başbuğ’un çözümü: Liberal demokrasi

E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ, “terör örgütlerine” karşı çözümünü, kitabının sonunda ilan etmektedir: “Liberal demokrasinin, Türkiye’de uygulandığı veya uygulanmaya çalışıldığını söylemek doğrudur. Aslında, Türkiye için en uygun sistem de liberal demokrasidir ve Türkiye bu sisteme bağlı kalmalıdır.” (s.197)

Başbuğ’un çözümü “liberal demokraside” görmesinin gerekçesi ise siyaset literatürüne yeni bir katkı sunacak cinstendir: “Liberal demokrasi bireysel özgürlükler üzerine inşa edilmektedir.” (s.195), dolayısıyla “liberal demokrasi kolektif haklara karşıdır.” (s.196)

Bu durumda haliyle “liberal demokrasi” Kürtlerin kolektif olarak hak talebinde bulunmasına engel teşkil etmektedir! Nitekim bu parlak değerlendirme Başbakan Erdoğan’da da görülmektedir. Erdoğan da Başbuğ gibi “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımın bireysel problemleri vardır” deme noktasına gelmiştir!

Ancak Başbuğ’un “liberal demokrasi”nin gerçekte ne olduğu konusunda da net olmadığı görülmektedir: “Liberal demokraside, devletlerin etnik farklılıkları tanıması söz konusu değildir.” (s.214)

Ulusal devletler çağı kapandı mı?

Başbuğ’u “liberal demokrasi” çözümüne götüren etkenlerden biri de, yine Hilmi Özkök’ten kalma “küreselleşme çağında ulus devletlerin ortadan kalkacağı” şeklindeki Atlantik görüşüdür:

“21. yüzyılda yaşanan gelişmeler, ulus devletlerin bazı yeni anlayışlar içine girmesini gerektirmez mi? Bu soru da yerindedir. Yaşanılan bir küreselleşme gerçeği vardır. Özellikle, ekonomik ilişkilerde sınırlar zorlanmaktadır. Bu açıdan ulus devletlerin çizilen sınırlar içinde kalacağını düşünmek zordur.” (s.211)

Egemenliğin devri

Başbuğ, bu Atlantik görüşünün devamı niteliğinde, egemenlik hakkını da sorgulamaktadır: “Burada egemenlik hakkı mutlak bir hak mıdır sorusu karşımıza çıkmaktadır. Ulus devletler kendi rızaları ile egemenlik haklarını kullanarak uluslararası kuruluşların alacakları kararlara uyacaklarını taahhüt edebilirler. BM Güvenlik Konseyi’nin alacağı kararlar buna örnektir. Yine kendi egemenlik haklarını kullanarak, uluslararası kuruluşlarda, o kuruluşların karar organlarında bulunarak yer alabilirler. NATO buna örnektir.” (s.211, 222)

Başbuğ’da yansıması görülen ve Türk devletinin bazı merkezi kurumlarının da kabul ettiğinin anlaşıldığı bu görüş, maalesef 2003 yılında TBMM’de onaylanan BM ikiz sözleşmelerini daha da tehlikeli hale getiriyor!

Sonuç

E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un 5 gün boyunca incelediğimiz kitabı, sonuç olarak içinde “ABD’nin olmadığı bir terör kitabı” olması nedeniyle hem teşhiste, hem de tedavide reçete görevi göremiyor!

MehmetAli Güller
Aydınlık Gazetesi
2 Eylül 2011

, , ,

Yorum bırakın

Başbuğ’un teröre çözümü – 4: ‘Washington değil Bağdat suçlu’

E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un kitabında, bölgeden değil de Atlantik’ten bakan değerlendirmeleri, soruna çözüm noktasında sıkıntı yaratıyor. Şöyle ki, PKK ile mücadele konusunda örgüte “Irak’ın kuzeyinde sağlanan güvenli bölgenin”
hedef alınması gerektiği doğru görüşünü savunan Başbuğ, bu bölgeyi kimin sağladığına verdiği yanlış yanıt nedeniyle gerçek çözümü ıskalamaktadır:

“Türkiye’nin; Irak’ın kuzeyindeki güvenlikli bölgelerin PKK tarafından kullanılmasına engel olması ve buradaki PKK varlığına
son vermesi, yürüttüğü terörle mücadelenin başarılı olması için olmazsa olmaz koşuldur. Irak yönetiminin, PKK terör örgütüne Irak’ın kuzeyindeki güvenli bölgeleri gönüllü veya gönülsüz olarak sağlaması her şeyden önce uluslararası hukuka aykırıdır. Irak yönetimi ilk önce, buna karşı tedbirler almakla yükümlüdür.” (s.224)

Genelkurmay Başkanı’nın, Irak’ın kuzeyinde PKK’ye güvenli alan yaratılmasından Washington’u değil de Bağdat’ı sorumlu tutuyor olması, analiz eksikliğiyle ya da kafa karışıklığıyla açıklanabilir mi?

‘PKK’yi PKK sonlandıracak!’

Biz Başbuğ’un şu “saptamasıyla” birleştirerek, böyle isimlendirelim şimdilik: “PKK terör örgütünün sonlandırılmasında etkin rol oynayacak birçok aktör vardır. Bunlardan en önemli olanlar; Türkiye, ABD, Kürt Bölgesel Yönetimi, Irak hükümeti ve PKK’nin kendisidir.” (s.225)

PKK’nin PKK’yi nasıl sonlandırabileceği üzerinde durmayacağız ancak ABD ve Kürt Bölgesel Yönetimi ile PKK’ye karşı mücadele konusunda Başbuğ’a göre bir uzlaşma var mı, bakalım:

“Türkiye, terörle mücadelede PKK terör örgütünü en azından marjinalize hale getirmek istiyorsa, Irak’ın kuzeyindeki güvenli bölgelere bir şekilde son vermelidir. Bu amaçta, Türkiye, ABD, Merkezi Irak Hükümeti ve Kürt Bölgesel Yönetimi’nin aynı noktada olduğu söylenebilir. Ancak, bu amacın nasıl sağlanacağı konusunda farklılıklar vardır. Türkiye dışında kalanlar, sorunun barışçı yollarla çözümünü düşünmektedir.” (s.229)

Umarız, Genelkurmay Başkanlığı ile Başbuğ aynı görüşte değildir. Çünkü PKK konusunda Washington ile Erbil’in Ankara ile aynı görüşte olduğunu sanmak ancak ikilinin Ankara’dan farklı olarak sorunun barışçıl şekilde çözülmesinden yana olduğunu telaffuz etmek, sorunu teşhis bile edememek demektir.

Silahlı saldırıya karşı barışçı çözüm isteyende hâlâ “samimiyet” aranıyorsa, bu artık gafletten de ötedir çünkü…

K. Irak tehdit değil mi?

İlginçtir, Başbuğ, ABD’nin bölgeden çekilmesiyle Kuzey Irak’ın istikrarsızlaşabileceğinden yakınmaktadır:

“ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra, PKK Irak’ın kuzeyindeki silahlı gücünün varlığını sürdürmeye devam ederse, Kürt Bölgesel Yönetimi’nin kontrolü altındaki bölgenin istikrarının koruması güç olabilir.” (s.226)

Kuzey Irak’taki yapı, Başbuğ için PKK’den daha mı az tehdittir? Türk devletinin “Kuzey Irak’ta kurulacak bir devleti savaş nedeni sayan çizgisi”, TSK saflarında da bu derece tahribata uğramış mıdır?

1 Mart tezkeresi

“Dışarıdan bakış”, Başbuğ’un 1 Mart tezkeresine değerlendirmesine de yansımaktadır: “Tezkerenin, 1 Mart 2003’te TBMM’de kabul edilmesi için gerekli olan oyun sağlanamamasıyla, Türkiye PKK terör örgütünü marjinalize edebileceği bir diğer fırsatı, bir defa daha kaçırmıştır.” (s.218)

“Tezkere eğer kabul edilse idi, uzun süre Irak’ın kuzeyinde bulunacak TSK ile PKK’nin marjinalize edilebilmesi mümkün olabilecekti.” (s.219)

Şükür ki, bu hatalı analiz, o dönemde Türk ordusunda hâkim değildi!

Hilmi Özkök’ü ve İlker Başbuğ’u bu yanlış analize sürükleyen hata, ABD’nin PKK’yle ilişkisini “görmemekten” kaynaklanmaktadır. İkili, ABD’yi PKK’nin hamisi olarak görmediği için, Pentagon’un TSK’ye PKK’yi bitirme izni vereceği yanılsamasına da düşmektedirler!

YARIN: Çözüm: Liberal demokrasi(!)

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
1 Eylül 2011

, , , ,

Yorum bırakın

Başbuğ’un teröre çözümü – 3: ABD, PKK’nin neresinde?

E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Bağbuğ, 1984 ile 2010 arasındaki süreci, PKK açısından şöyle sınıflandırmış: “1985 – 1991 dönemi PKK’nin gücünü pekiştirmeye ve sağlamlaştırmaya çalıştığı, 1991 – 1992 dönemi çatışmaların sokaklara taşındığı, 1992 – 1993 dönemi örgütün kontrolü ele geçirmeyi hedeflediği, 1993 – 1995 dönemi dengelerin değiştiği, 1995 – 1998 dönemi örgütün düşüşe geçtiği, yeni yolların arandığı, 1998 – 1999 dönemi Abdullah Öcalan’ın yakalandığı ve 1999 – 2010 dönemi örgütün kendisini kurtarmaya çalıştığı dönem olarak adlandırılabilir.” (s.89).

PKK büyüyor mu, küçülüyor mu?

Başbuğ’un benimsediği bu sınıflandırmanın da “yerel” olmadığını, A. Marcus’a ait olduğunu belirtelim öncelikle. Ama bizi ilgilendiren daha ziyade 1999 – 2010 dönemini “PKK’nin kendisini kurtarmaya çalıştığı” bir dönem olarak nitelenmesi!

Başbuğ, A. Marcus’un görüşlerini kabul ediyor ama selefi E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. Yaşar Büyükanıt’ın Kara Kuvvetleri Komutanı olduğu 2005 yılında dile getirdiği “PKK militanlarının sayısı, Abdullah Öcalan dönemindeki seviyeye ulaştı” şeklindeki “resmi saptamaya” itibar etmiyor anlaşılan!

TSK’nin en üst makamında bulunan bir ismin, ABD’nin bölgeye yerleştiği dönemde PKK’nin güçlendiği gerçeğini görmeyip, “örgütün kendisini kurtarmaya çalıştığı” yanılsamasına kapılması, acıdır!

ABD’nin bölgedeki varlığının PKK’yi güçlendirdiği gerçeğini görmeyen Başbuğ, bu nedenle kitabında sık sık hatalı tahliller yapmaktadır. Örneğin Başbuğ, “PKK’nin 2003 yılında yeniden eylemlere başlamasını ve 2004 yılında tırmandırmasını, örgüte katılımların azalmasına” (s.106) bağlamaktadır.

Başbuğ’a göre PKK, ABD bölgeye geldiği için değil azalan katılımı artırmak için 2003’te harekete geçiyor!

ABD PKK’ye destek vermiyor mu?

Başbuğ, Filistin’in, Suriye’nin, SSCB’nin, Rusya’nın, İran’ın, hatta bazı Avrupa devletlerinin de PKK’ye destek verdiğini söylüyor ama ABD ve İsrail’i görmüyor!

Hadi Başbuğ, resmi kayıtlara da girmiş olan “CIA’nın PKK’ye 125 milyon dolar para yardımını” bilmiyor, gazetelerde bile yer alan ABD’li yetkililer ile PKK liderlerinin toplantı fotoğraflarını görmüyor…

Peki, Başbuğ, komutanlarının sık sık dile getirdiği “ABD uçakları, PKK kamplarına mühimmat yardımı atıyordu” şeklindeki saptamalarını da mı dikkate almıyor! Başbuğ, askeri istihbaratın tespit ettiği “MOSSAD’ın PKK’yi eğitme” bilgilerine de mi itibar etmiyor!

Umarız, ABD gerçekliğine körlüğün ne sonuçlar doğurduğu, en azından “PKK’ye destek verenlerin arasında artık TSK’nin de sayıldığı” şu psikolojik savaş şartlarında anlaşılır! Çünkü görülmüştür ki, siz “ABD’nin PKK’ye destek verdiğini ilan etmezseniz, o sizin Ergenekon örgütü olarak PKK’ye destek verdiğinizi” söyler ve söylüyor, söyletiyor!

PKK neden büyüdü?

Başbuğ, 1988-1992 sürecinde, PKK’nin neden büyüdüğünü 3 etkene bağlıyor: Birincisi Halepçe katliamı ve sonraki mülteci akınları nedeniyle; ikincisi BM’nin kararı çerçevesinde Irak’ın kuzeyinde tesis edilen huzur operasyonu nedeniyle ve üçüncüsü Irak ordusunun kuzeyden kaçarken silah ve araçlarını bölgede bırakması nedeniyle… (s.215)

Böylece Başbuğ, PKK’nin büyümesinin iki nedenle Irak’tan, bir nedenle de BM’den (ABD değil!) kaynaklandığını savunmaktadır.

Başbuğ, “ikinci Irak savaşı” sonrasında PKK’nin güç kazanmasında bile ABD’yi direkt etken olarak göstermemekte, PKK’yle mücadele konusunda Türkiye’nin ABD’yi ikna edememesinden yakınmaktadır:

“ABD ve Kürt Bölgesel Yönetimi’nin üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmelerine ikna ettirilmesiyle, alınacak etkili tedbirlerle ve gerek duyulması halinde icra edilecek operasyonlarla Irak’ın kuzeyindeki PKK varlığı en azından marjinal hale getirilebilirdi.” (s.216)

Başbuğ ilerleyen sayfalarda, PKK’nin Irak’ın kuzeyindeki varlığını “ABD için” tehdit olarak bile algılamaya başlamaktadır: “PKK terör örgütünün Irak’ın kuzeyindeki var oluşundan doğan sorunun sonlandırılması, ABD menfaatleri açısından da önemlidir.” (s.227)

YARIN: ‘Washington değil Bağdat suçlu’

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
31 Ağustos 2011

, , , ,

Yorum bırakın

Başbuğ’un teröre çözümü – 2: ‘Küresel düşün, ulusal hareket et’

E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ kitabında, “küreselleşmenin ulus, ulus devlet ve ulusalcılığı ortadan kaldırdığını söyleyenlerin, her şeyi doğru ve gerçek anlamda topluma anlatmadığını” (s.47) iddia ediyor ve küreselleşmenin bu
kavramlara sadece etkisinin bulunduğunu, bu etkiye karşı izlenecek genel politikanın da “küresel düşün, ulusal hareket et” (s.48) şeklinde olması gerektiğini savunuyor! Başbuğ, ABD, AB ve Rusya’nın bu prensibi uyguladığını, örnek olarak gösteriyor. (s.48)

Hilmi Özkök’ün genel bakışını yansıtan bu görüş, sadece TSK’de değil, devletin pek çok merkezi kurumunda ağırlık kazanmaya ve zafiyet oluşturmaya başladı. Başbuğ’un “ulusalcılığa ve ulusal devlete” en çok saldırıldığı dönemde görevler üstlenmiş olması, normalde, onun bu bakışın yanlışlığını daha net görmesini gerektirirdi!

Türk ordusuna kumanda edenler, hiç değilse, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün “ulusalcılığı tehdit” saymasını ve Terörle Mücadele Hareket Dairesi Başkanlığı faaliyet alanı içinde tanımlamasını değerlendirmeliler!

Başbuğ’un ‘savaş’ anlayışı

Başbuğ, Hilmi Özkök’ten kalma “savaşa bakış” anlayışını da sürdürüyor: “Çağımızda büyük ölçüde çatışmalar, devletler arasında değil, toplumlar, insanlar arasında; kültür, etnik ve dini konulara dayalı ortaya çıkabilir.” (s.49)

ABD’nin Irak’a saldırı hazırlıkları sırasında ortaya atılan ve düşünce kuruluşları aracılığıyla tüm dünyaya enjekte edilen bu fikir, açık ki, emperyalizmin saldırgan yüzüne yapılan bir maskeydi.

En yüksek makamları işgal edenlerin, ABD’nin Irak’a saldırısını, Afganistan’ı işgalini görmeyip, “çatışmalar devletler arasında değil, toplumlar ve insanlar arasındadır” demesi büyük zafiyet demektir.

Güvenlik algılaması

İlker Başbuğ, güvenlik algılamasını salt “terör” olarak belirliyor: “Özellikle iki kutuplu dünya düzeninin yıkılmasından sonra güvenlik sorunu olarak değerlendirilen risk ve tehditlerin simetrikten asimetriğe doğru kaydığından söz edilebilir. Bugün karşı karşıya bulunulan en büyük risk, ardında radikal düşünceler barındıran terördür.” (s.67)

Yine Hilmi Özkök’ün NATO perspektifi üzerinden Türk Ordusu’na enjekte ettiği bu “asimetrik tehdit” algılaması kocaman bir yalandır! Ki kavram, yine ABD’nin 21. yüzyılı Amerikan yüzyılı yapmak üzere dünyaya saldırıya hazırlandığı süreçte ürettiği ve “El-Kaide” öcüsü ile birlikte kullandığı bir kavramdır.

Oysa gerçek çırılçıplak ortadadır: ABD’nin Türkiye de dâhil tüm bölge ülkelerine yönelik tehdidi simetriktir!

Bu bakış açısı, üzülerek görüyoruz ki, pek çok komutanın algısını da tahrip etmiş ve PKK’yi görüp, arkasındaki ABD’yi göremez hale getirmiştir!

Bir kez risk ve tehditlerin simetrikten asimetriğe kaydığını savunur ve buna uygun olarak da güvenlik algılamasının başına terörü yerleştirirseniz, haliyle şu yanlışa da savrulursunuz: “Karşılaşılan bu durum yeni güvenlik anlayışının doğmasına zemin hazırlamıştır. Yeni güvenlik anlayışının merkezinde ise bireyin ihtiyaçları, insanın güvenliği bulunmaktadır.” (s.67)

Sömürgecilik felsefesinin izleri

Başbuğ, kitabında güneydoğu bölgesinin geri kalmışlığını incelediği bölümde şöyle bir saptamada bulunuyor: “ABD’nin Chester Demiryolu projesi ile Almanların Berlin-Bağdat Demiryolu projesinin tamamlanamaması da bölgenin aleyhine oldu.” (s.51)

Batı merkezli düşünenlerin sık sık dile getirdiği bir yaklaşımdır bu; örneğin İngiltere’nin Hindistan’a katkıları övülerek, sömürgecilik aklanır!

Üzülerek görüyoruz ki İlker Başbuğ da, bu bakışın izlerini taşıyor. ABD’nin ya da Almanya’nın bölgeye ilişkin emperyalist projelerinin tamamlanmamasını, bugün bölgenin geri kalmışlığının etkeni saymak, gaflettir!

YARIN: ABD, PKK’nin neresinde?

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
30 Ağustos 2011

, ,

Yorum bırakın

Başbuğ’un teröre çözümü – 1: Atlantik cephesinden değerlendirme

E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un “Terör Örgütlerinin Sonu” isimli kitabı, bir yönüyle TSK’nin görüşlerini yansıtması bakımından önemlidir ve incelemeyi gerektirir.

Dahası, TSK’ye yakın dönemde komuta etmiş bir ismin Türkiye’nin bu en temel meselesini nasıl teşhis ettiği ve ne çözümler getirdiği hem Ankara hem de bölge başkentleri için kritiktir.

Başbuğ’un Remzi Kitabevi’nden çıkan 232 sayfalık kitabını, 5 günlük yazı dizisi halinde inceleyeceğiz:

Bölgeden değil Atlantik’ten bakış

Başbuğ’un kitabının büyük bölümü iki kaynağa dayanıyor: “Birincisi, ABD Ulusal Harp Akademisi’nde görevli Audrey Kurth
Cronin
tarafından 2009 yılında yazılan ‘Terör Nasıl Sona Erer?’ adlı kitaptır. İkinci çalışma ise, RAND kuruluşunun 2010 yılında, Ulusal Savunma Araştırma Enstitüsü’nce aynı başlık altında yapılanıdır.” (s.129,130)

Başbuğ, kitabında “bu iki çalışmadan büyük ölçüde faydalandığını” (s.130) söylemiştir. Kitabının bu iki ABD çalışmasına dayanmasının Başbuğ’u ne gibi tahlil yanlışlarına götürdüğünü, yazı dizimiz boyunca ortaya koyacağız. Ama ilk günden çok temel birini belirtelim.

Başbuğ da, tıpkı Cronin ve RAND raporu gibi ABD saldırısına karşı vatanını savunan Küba ve Vietnam’daki yurtsever örgütleri
“terör” örgütü sayıyor! (s.133).  Hatta “20. Yüzyılda yaşanan terör eylemlerinin beşiği de yine Filistin’dir” (s.199) diyor!

Kitabın ayrıntılarına geçmeden önce özellikle vurgulayalım ki, Başbuğ’un kitabı yerel değil, konuya bu topraklardan bakmıyor, tersine Atlantik cephesinden bakıyor.

Bunu söylerken, salt yukarıda belirttiğimiz gibi kitabın iki Batı kaynağına dayanıyor olmasından hareket etmiyoruz. İlker Başbuğ maalesef, Atlantik kaynaklı bakışın ürünü raporlardan bire bir çeviri yaparak da, yerel bir kitap yazmadığını sergiliyor.

Bu dublaj hali kitabın ciddiyetini önemli oranda sarsıyor. Örneğin, “Filistin Halk Kurtuluş Cephesi”, Başbuğ tarafından İngilizceden çevrilirken, “Popüler Filistin Kurtuluş Cephesi”ne dönüşüyor (s.154, 168, 174); “Filistin Kurtuluş Cephesi”, “Filistin Kurtarma Cephesi”ne (s.151); “İspanya İç Savaşı” da, “İspanya Sivil Savaşı”na (s.190)…

ABD’nin Irak saldırısı

Başbuğ’un kitabında “Irak savaşıyla” ilgili yer alan bölümler, Genelkurmay Başkanı’nın bir ABD saldırısına hangi perspektiften baktığını anlamamız açısından yarar sağlıyor:

“2002 yılının sonu ile 2003 yılının başı, ABD’nin Irak’a karşı icra edeceği harekâtın hazırlık dönemi oldu. 19 Mart 2003 günü akşamı da Bağdat’ın bombalanmasıyla Irak’ı Kurtarma Harekâtı başladı.” (s.87)

Başbuğ, yukarıda kısaca değindiğimiz kavramlara yerel olmayan yaklaşımını, ABD’nin Irak’a emperyalist saldırısında da sergilemiş. ABD’nin, saldırganlığını maskelemek üzere kullandığı bu tip sahte isimlerin, en azından Türk Genelkurmay Başkanı tarafından kullanılmıyor olması gerekmez mi?

ABD’nin terör tanımı

Başbuğ, kitabının “terör / terörizm” bölümünde, kavramı teorik temellerde incelemiş, haliyle kavramın tanımını da yapmış.

Dikkatimizi çeken, terörle 40 yıldır mücadele eden ve bu konuda dünyanın en deneyimli ordusu olan TSK’nin başının, teröre ilişkin “yerel” bir tanımının olmaması!

Kim bilir, belki de kitabı daha bilimsel(!) gösterme gayretiyle olsa gerek, B. Gonar, W. Laqueur gibi Atlantikçi güvenlik uzmanlarının ve hatta Pentagon’un tanımı üzerinden kavram açıklanmaya çalışılmış:

“ABD Savunma Bakanlığı’nın tanımı ise şöyledir: Politik, dini veya ideolojik hedeflerin elde edilmesi için, kişilere karşı terörü kullanarak veya terör ile tehdit ederek, hükümetleri ve toplumu korkutmak.”
(s.70)

‘Kürt sorunu yoktur’

Başbuğ, kitabını “Kürt sorunu yoktur” tezi üzerine inşa ediyor:

“Türkiye’de ‘etnik sorun’, diğer değişle ‘Kürt sorunu’ yoktur. Ancak, böyle bir sorunun olmasını isteyenlerin var olduğu da unutulmamalıdır.” (s.52, 183)

Başbuğ’un “Kürt sorunu yoktur” demesi elbette bilimsel değildir, doğru değildir ama daha da ironik olanı, Başbuğ’un “Kürt
sorunu vardır, çözümü de Kürt açılımıdır” denilen dönemin, yani 2009-2010 yıllarının Genelkurmay Başkanı olmasıdır!

YARIN: Başbuğ’da ‘Küresel düşün, ulusal hareket et’ anlayışı

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
29 Ağustos 2011

, , ,

Yorum bırakın

BAŞBUĞ NE DEMEDİ?

Görev süresi 30 Ağustos’ta sona erecek olan Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, Uğur Dündar’ın gündeme ilişkin sorularını yanıtladı. “Sözün bittiği yerdeyiz” diyen Org. Başbuğ, röportajın yayınlandığı gece ekranlara doluşan bilumum uzmanlar tarafından “askeri vesayete” sinyal vermekle suçlandı.

Konunun bu anlamsız boyutuyla uğraşma işini yandaşlara, liberallere bırakıyor ve öze ilişkin görüşlerimize, yani Org. Başbuğ’un söylediklerinin -daha doğrusu söylemediklerinin- değerlendirilmesine geçiyoruz.

Öncelikle defalarca altını çizdiğimiz şu saptamayı bir kez daha yapalım. Tehdidin kaynağını doğru belirlemeden yapılan mücadele ile kesin başarı kazanılmaz!

SORUMLU KİM?

PKK şanslı bir örgüt” diyen Org. Başbuğ şu tespiti yapıyor: “Tam çökme noktasına, çözülme noktasına geliyor, fakat maalesef konjonktürel durumlar lehine cereyan ediyor”.

Peki nedir bu konjonktürel durumlar? İşte Org. Başbuğ’un söylemediği birinci konu, bu konjonktürel durumdur; yani ABD’nin bölgedeki siyasi ve askeri varlığıdır. ABD ne zaman bölgeye gelse, PKK terörü tırmanıyor!

Org. Başbuğ mesajlarının devamında PKK terörü konusunda Irak merkezi hükümetini de suçluyor: “Irak’ın kuzeyinde 26 yıldır bir otorite, devlet gücü var mı, yok mu? Boşluk var. İkincisi, özellikle son dönemlerde Irak’ta bir merkezi hükümet var. Merkezi hükümetin sorumluluğu var. Kendi toprakları üzerinde herhangi bir terör örgütünü barındırmaması lazım. Merkezi hükümetin defacto oalrak gücü yok diyebilirsiniz. Irak’ın kuzeyinde güçlü unsurlar var. Bunlar niçin etkili sonuçlar almıyorlar? Irak’ın kuzeyi bu örgüt için güvenli saha. İkincisi lojistik destek. Nereden alıyor bu insanlar yiyeceğini, içeceğini, malzemesini? O bölgeden alıyor. Bunlar Dışişleri Bakanlığımızın konusu. Dışişleri Bakanlığımızın koordinatörlüğünde bu konu yürütülüyor. Artık sözün bittiği yerdeyiz”.

Hayır değiliz. Gecikmeli de olsa, aslında tam da sözün başlaması gereken yerdeyiz. O söz doğru sorulara doğru yanıtlar vermeyi gerektiriyor öncelikle.

ABD’NİN HEDEFİ KUZEY IRAK’I TÜRKİYE’YE SOKMAK

ABD’nin Irak’ı işgal ederek kuzeyde bir kukla devlet inşa ettiği; bu kukla devleti Saddam Hüseyin’e karşı bizzat Türkiye’de konuşlandırdığı Çekiç Güç’üyle yıllarca koruduğu ve kolladığı; ABD’nin Kürt Planı’na direnen Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’i, uçağına yaptığı sabotajla öldürdüğü; Org. Karadayı – Org. Kıvrıkoğlu döneminin bu kukla devlete karşı bölge inisiyatifi oluşturma süreci olduğu; ABD’nin bu inisiyatifi pasifize etmek için siyasi cinayetlerden ekonomik krizlere kadar bir dizi komplo tezgâhladığı; Ecevit hükümetinin sırf bu ABD planına direndiği için düşürüldüğü; Erdoğan’ın siyasi yasaklıyken Org. Özkök tarafından meşru ilan edilip bu sürece entegre edildiği ve BOP eşbaşkanlığına getirildiği; ABD’nin Irak’ın kuzeyinde bu plana karşı tehdit olarak gördüğü Türk askerinin başına çuval geçirdiği; ABD’nin Ergenekon tertibi ile Türk Ordusu’nun elinin kolunu bağlayarak “Kürt Açılımı”nı yaptırdığı; Ve gelinen süreçte Kukla Devleti Türkiye’ye doğru genişletme hamlesi içinde olduğu; bunu sağlayabilmek için de PKK’yı kimi zaman havuç kimi zaman sopa olarak kullandığı gerçeğinin üzerinden atlanarak terörle mücadele edilir mi?

PKK terörünün artması konusunda ABD’yi es geçip, en az sorumlu olan Bağdat hükümetini esas sorumlu tayin ederek terörle mücadele edilir mi?

PKK’NIN ARKASINDA UZAYLILAR VAR

Org. Başbuğ, Başbakan Erdoğan’ın başlattığı “taşeron” tartışmalarına da girdi. Hatırlarsanız, Erdoğan, PKK’yı Ergenekon’un taşeronu ilan etmiş ve alenen Türk Ordusu’nu hedef almıştı. Org Başbuğ ise bakın taşeronluk konusunda ne diyor:

Şunu sorarsanız eğer, PKK bazı dönemlerde taşeronluk yapmış mıdır? Evet. Mesela ben bu konuyu biraz da anlamak için 93’lere gidilmesini, araştırılmasını öneririm. Bingöl’de 33 erimizin şehit edilmesi olayı var.  O yıllarda coğrafya olarak Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı söz konusu. Şimdi boru hattının geçtiği güzergâhın emniyetsiz olduğunu gösterirseniz… Bu arada 92 – 93 arasında yine bir eylemsizlik süreci var. Burada bir taşeronluk söz konusu olabilir mi? Olabilir. İncelenmeye değer bir konu olarak görüyorum”.

Org. Başbuğ bu söylediğinden ne anlamamızı istiyor? Şöyle akıl yürütmemizi mi istiyor acaba? Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı projesi kimin projesiydi? ABD’nin. Projeye kim karşıydı? Ermenistan. Esas karşı olan büyük kuvvet kimdi? Rusya… Haa demek ki, PKK Rusya’nın taşeronuydu… Hatta PKK Marslıların taşeronu!

Geçiniz.

ABD’yi es geçerek PKK arkasında kuvvet arama akıl yürütmeleriyle bir yere varılamaz. Tehdidin kaynağını doğru saptamak ve bunu milletiyle paylaşmak her Genelkurmay Başkanı’nın görevidir! NATO ilişkileri, silah bağlantıları, ekonomik ve siyasi bağımlılıklar, model ortaklıklar, vs. vs. Tüm bunlar hiçbir devlet yetkilisini görevden ve sorumluluktan kaçırtamaz!

MEHMET ALİ GÜLLER

,

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın