Posts Tagged Balyoz

ORG. ÖZEL’İN ESİR KOMUTANLARA EMRİ

Ergenekon tertipleriyle Hasdal’da esir olan kahramanlardan Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen de “kitaplı subaylar” sınıfına geçti.  Kaynak Yayınları’nın geçen hafta yayımladığı “Kardak’ta kahraman, Hasdal’da esir” isimli kitap, bir gazeteci için sıra dışı haberlerle dolu.

Örneğin Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’in Hasdal’ı ziyaret ettiğini biliyorduk ama görüştüğü esir komutanlarla ne konuştuğunu, onlara neler söylediğini bilmiyorduk. Artık Yazar Ali Türkşen’den öğreniyoruz:

Yargılamayı yapan hâkimlere güvenin. Karşılıklı diyaloga girmeyin. Savunmalarınızı kısa tutun ve bir an önce tamamlayın. Cezaevinde de olsa asker olduğunuzu unutmayın ve disiplinsiz hareketler içinde olmayın. Herhangi bir suç işlerseniz gerekirse cezanızı ben veririm. Ben, uyumlu bir şekilde hareket eden biri olarak, bu olayların açıklığa kavuşması için kendi yöntemlerimle mücadele edeceğim. Ancak bunda başarılı olamazsam ben de önceki komutanlarım gibi görevi benden sonra gelenlere devrederim. Ancak bunun ne zaman olacağını size söyleyemem, bir süre veremem.” (s:353)

Ancak Org. Özel ne başarılı olmuştur ne de görevi kendinden sonra gelene bırakmıştır!

Üstelik “hâkimlere güvenin, savunmanızı kısa tutun” diyerek de silah arkadaşlarını yanlış yönlendirmiştir!

HASDAL’DAN GENELKURMAY’A SERT TEPKİ

Ve Balyoz sanıkları komutanlarının direktifine uymuş ve hüküm giymişlerdi.

Hasdal’da oluşan tepkileri dindirmek üzere bu kez 1. Ordu Komutanı Org. Yalçın Ataman gider ziyaretlerine… 3 Nisan 2012’deki bu ziyaret oldukça gergin geçmiş, hatta Ali Türkşen’in belirttiğine göre komutan, bazı subayların görüşmeyi terk etmesini dahi emretmek zorunda kalmıştır. (s:353)

Tümamiral Soner Polat’ın, Hasdal’daki tutuklu subaylar adına Org. Yalçın Ataman’a ilettiği mesaj ise çarpıcıdır:

“Generalim, ben Atatürk’ün ordusunda amiral olarak görev yapma mutluluğuna eriştim ve görevimi tamamladım. Artık bir daha göreve dönmeyeceğimi biliyorum. Zaten bugünkü TSK’yla gönül bağım da kopmuş durumda. Bize iletildiği şekliyle Genelkurmay Başkanımızın direktifleri doğrultusunda iyi bir asker olarak bana verilen emri yerine getirdim ve Balyoz davasındaki savunmamı çok kısa tuttum, hâkimlere güvendim. Şu an geldiğimiz durum ortadadır. Şimdi bilmek istediğim, Genelkurmay Başkanımızın gelişen durum karşısında yeni bir emri varsa onu öğrenmektir.” (s:354)

BÜYÜKANIT: KARIŞMAYACAĞIZ, İŞ BEŞİKTAŞ’IN

Ali Türkşen’e göre Genelkurmay Başkanlığı’nın tutumu her aşamada problemlidir. Türkşen, HKK Askeri Başsavcısı Albay Ahmet Zeki Üçok’un şu uyarısını, bu problemli bakışa örnek olarak vurgulamaktadır:

“Beş teğmen ile ilgili soruşturmanın da hukuki irtibat bulunması nedeniyle askeri savcılık olarak bana verilmesi için Genelkurmay Başkanlığı adli müşavirliğine gittim. Ancak bu ikazlarım, Büyükanıt tarafından dikkate alınmamıştır. Bana ‘Biz bu işe karışmayacağız’ denilerek soruşturmanın Beşiktaş savcılarınca sürdürüleceği bildirilmiştir.” (s:355)

SİLAH ARKADAŞLIĞINI TERKEDENLER

Işık Koşaner hariç son dönem Genelkurmay Başkanları’nın tamamını sorumlu tutan Ali Türkşen, bu nedenle hapisten çıkan bir teğmenin orduevinde karşılaştığı eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e “sizin hâlâ buralarda dolaşacak yüzünüz var mı?” diye tepki gösterebildiğine dikkat çekiyor, fakat ekliyor:

Hilmi Özkök’ün ‘imkânı olmadığı’ için silah arkadaşlarına destek vermek üzere Silivri’ye de gelemediği göz önüne alınırsa, muhatap olduğu bu davranış şekline şaşırmak gerekir.” (s:359)

Anımsayacağınız gibi eski Genelkurmay Başkanı emekli Org. İlker Başbuğ, duruşmada “Hani nerede o eski genelkurmay başkanları. Hiçbiri burada yok. Onların başına gelse, biz koşa koşa gelirdik buralara” demişti. Bunun üzerine Hilmi Özkök, silah arkadaşlığı tarihine ibretle geçen şu açıklamayı yapmıştı: “Ben İzmir’deyim, imkân olsa da orada olsam.” (Milliyet, 29 Mart 2012)

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
23 Nisan 2013

, , , , , , , , ,

Yorum bırakın

SİLİVRİ’DEN AZİZ NESİN ÖYKÜSÜ

Bu Pazar sizlere bir Aziz Nesin öyküsü anlatacağız. Ancak öykümüzün yazarı Aziz Nesin değil, Deniz Albay Kadri Sonay Akpolat. Öykünün kahramanı ise Kadri Sonay Akpolat değil, Sonay Polat.

Balyoz davası tutuklusu Akpolat, Ufuk Ötesi’ne gönderdiği mektupta anlatmış bu öyküyü. Dinleyelim:

KİMLİĞİMİ KAYBETTİM: HÜKÜMLÜDÜR

“Bilirsiniz, halkımız arasında bir inanış vardır; iki isimli olanlar büyük adam olurlar diye. İşte, 24 Temmuz 1974 senesinde Kıbrıs açıklarında ülkemiz için savaşırken Kocatepe muhribinde yaralanarak gazi olan ve 1994 yılında rahmetli olan sevgili babam, 18 Aralık 1965 tarihinde doğduğumda, biz denizcilerin ortak kaderini yaşıyormuş. Yani seyirdeymiş. Ama oğlan olursa adını yine ülkemiz için kurmay yüzbaşı rütbesinde şehir düşen rahmetli dedemin ismi Kadri’yi vereceğini herkes biliyormuş. Sevgili annem de ben Aralık ayında doğduğum için son ay anlamında Sonay ismini de ikinci isim olarak doğum ve nüfus belgesine yazdırmış. Böylece ismim TC kanunlarına göre Kadri Sonay Akpolat olarak tescillenmiş. Ve böylece benim hikâyem başlamış. Ne de olsa iki isimli olursam büyük adam olacağım ya!

“Sevgili anne ve babacığım, bana bu şerefli ismi verdiğiniz için sizlere minnettarım. Bu geçen 47 sene boyunca, bu isim ve soyadımla her normal vatandaş gibi hayatımı geçirdim. Amacım ülkeme her zaman bağlılıkla hizmet etmek ve ona yararlı bireyler yetiştirmek olmuştur. Tabi bunun için hep çalışmak ve mesleğimin en üst noktasına yükselmek de vizyonum olmuştur. Bunda da başarılı olduğumun kanıtı geçmişimdir.

“Ta ki 13 Ağustos 2011 tarihinde tutuklanana ve mahkeme önüne çıkana kadar. Tutuklandığımda anladım ki meğer ben Kadri Sonay Akpolat değilmişim.

“İddia makamı, bana atfedilen Gölcük’te bulunan, sahte olduğu onlarca kez ispat edilen 3 adet imzasız dijital Word belgesinin üst verilerindeki ‘Sonay Polat’ isim ve soyadı hakkında hiçbir araştırma yapmadan, Genelkurmay Başkanlığı ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na böyle bir şahsın bulunup bulunmadığını sormadan, bu kullanıcı isminin benim olduğuna kanaat getirerek, hiçbir somut gerekçe koymadan beni sanık olarak tutuklamıştır.

“İnternete girip bakın, sürüyle gerçek Sonay Polat isimli kişiye ulaşabilirsiniz. Gerçek hukuk işlese, hepsinin soruşturulması lazım. Bu ülkede yanlış isimle resmi-özel dairede iş bile yapamazsınız. Ama maksat farklı olunca, bu ülkenin ağır ceza mahkemelerinde soyadınızın eksik hecesiyle uzun seneler hapislerde yatabilirsiniz. Ne de olsa demokrasimiz ve hukuk sistemimiz çağ atlıyor.

“İşte ben de bu duruma hep mahkeme sürecinde isyan ettim. ‘Ben Sonay Polat değilim’ diye haykırdım. Genelkurmay Başkanlığı’ndan böyle bir kullanıcı ismi olmadığına dair resmi belgeleri sundum. O heybetli Silivri Mahkemesi’nin koca koca perdelerine devletimin verdiği nüfus kâğıdımı yansıttım. Ne mi oldu? Hiç!

“Delil olarak kabul edilen CD’lerin herkes tarafından kolaylıkla üretilebileceğini göstermek amacıyla savunma avukatları, hâkimlerin tam isim ve soyadlarını vermeden benzer isimlerle üretilmiş CD’leri kürsünün üstüne mizansen amacıyla bıraktıklarında, hâkimlerimiz bu mizansene bile aşırı tepki göstererek avukatlar hakkında suç duyurusunda bulundular.

“Diğer taraftan başka iki isimli sanığa ‘niye nüfus kâğıdındaki isim ve soyadını kullanmıyorsun’ diye serzenişte bulundular. Bu duruma tarafımdan itiraz edilerek ‘ben nüfus kâğıdındaki ismi kullanıyorum, siz kabul etmiyorsunuz. Ben Sonay Polat değilim’ dedim. Sonuç yine hiç!

“Yani büyük adam olamadım, terörist oldum. 16 yıl hapis cezası aldım. 47 sene isim ve soyadımı yanlış kullandığım için kendime kızdım. Öyle ya, kendi ismimi hâkimlerimizden daha iyi bilecek halim yoktu. Bu yüzden kimliğimi kaybettim. Aman dikkat, bulanlar için hükümlüdür!”

3 KUŞAK MUSTAFA KEMAL’İN ASKERİ

Sonay Polat, daha doğrusu Deniz Albay Kadri Sonay Akpolat “neden tutuklu olduğumu çok iyi biliyorum” diyor mektubunun sonunda ve şu sözlerle bitiriyor bu öyküyü: “Bizi iftira, yalan dolan, dalavere yaparak yok ettiklerini sananlar, hakkımızı yiyenler şunu çok iyi bilsinler ki biz, rahmetli babam ve dedelerim gibi Mustafa Kemal’in askerleriyiz!”

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
17 Şubat 2013

, , , ,

Yorum bırakın

28 ŞUBAT, İSRAİL RADARINI REDDETTİ

E. Genelkurmay 2. Başkanı Em. Org. Ergin Saygun, “Balyoz” isimli kitabında Türkiye-İsrail gerginliğinin bilerek çıkarıldığını söylüyor.

Dün incelemiştik… Em. Org. Ergin Davos krizinden önce gerçekleşen kimi olayları anlatıyor ve şu saptamayı yapıyordu. Amaç, Türkiye’nin Araplar nezdinde itibarını artırarak İran’ın bölgesel liderliğini engellemek!

Bugün yine Balyoz kitabında yer alan ve füze kalkanı projesinin ne anlama geldiğini resmi ağızlardan ortaya koyan olaylara göz atacağız.

RADAR, VURULACAK İLK HEDEFTİR

E. Genelkurmay 2. Başkanı Em. Org. Ergin Saygun açıkça saptıyor: “Füze Kalkanı yani radarın savunma amaçlı olduğu söylense de durum biraz farklıdır.”

Peki, durum neden farklıdır? AKP Hükümeti’nin bu kalkanla ilgili halka açıkladıkları yoksa doğru değil mi?

Em. Org. Ergin Saygun, “şu anda bir nükleer tehlike dengesi” olduğuna dikkat çekiyor: “Bu dengeye eskiden ‘Karşılıklı İmha Garantisi’ derlerdi. Kısacası ‘o atarsa ben de atarım’ veya ‘ben onu vurursam o da beni vurur’.”

Em. Org. Saygun, işte Malatya-Kürecik’e yerleştirilen bu radarın dengeyi bozduğunu saptıyor: “Siz onu vuruyorsunuz ama o sizi vuramıyor. Onun için de ‘karşı taraf’ bunu taarruzi bir imkân ve kabiliyet ve kendisine bir tehdit olarak kabul ediyor. Bu nedenle de bir çatışma anında bu radarlar ilk vurulacak hedeflerden olarak kabul ediliyor.

İSRAİLLİ GENERAL: SIĞINAKLARA KAÇARSINIZ

Em. Org. Ergin Saygun, bu kalkan konusunun 1997-98’de de gündeme geldiğini aktarıyor. “O zaman İsrail radar koymak istiyordu ülkemize” diyen Saygun radarın hedefini açıklıyor: “Türkiye ve Ürdün’e birer radar konacak, İran’ın atacağı füzeleri İsrail bu iki radarın verdiği bilgilerle kestirme yolu ile tespit edebilecekti.”

O sırada Plan ve Prensipler Başkanlığı’nda J-5 Strateji Daire Başkanı olan Saygun, “Başkanlığın görüşü bu girişime karşı çıkmaktı. Görüşümüz sonradan bir Genelkurmay Başkanlığı görüşü olarak kabul edildi.” diyor ve İsrail’in talebinin 28 Şubat sürecinde reddedildiğini açıklıyor.

Em. Org. Ergin Saygun ile İsrailli muhatabının bu konudaki tartışması ise oldukça anlamlı: “İsrail Savunma Bakanlığı Müsteşarı Em. General Ivri Ankara’ya gelip benimle görüştü. Kendisine bu radarın bize ne fayda sağlayacağını sordum. ‘Füzenin atıldığını tespit edip sığınaklara kaçabilirsiniz’ dedi. ‘Radarla beraber füze de verilirse teklifi inceleriz’ dedim. ‘Füze veremeyiz’ deyince de görüşme bitti.

Bunun üzerine “Türkiye’nin bir miktar füze ihtiyacının” karşılanması için ABD devreye girer: “Birkaç gün sonra ABD Büyükelçiliği’nden beni ve eşimi, füzesavar sistemini yerinde görmek için her türlü masraf kendilerince karşılanmak üzere ABD’ye davet eden bir mektup aldım. Teşekkür ederek daveti reddettim.”

BALYOZ, TSK’Yİ HİZAYA SOKMA TERTİBİDİR

Bu anlatılanlardan sonra dün başlıktan sorduğumuz sorumuzu yineleyelim: “Kim daha İsrailci? AKP m, TSK mi?”

28 Şubat’ın ABD-İsrail kaynaklı olduğunu düşünenler, Ergin Saygun’un Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Balyoz” isimli kitabını mutlaka okusunlar.

Görülecektir ki Balyoz tertibi, ABD’nin 1995’te “hizadan çıkmaya” başlayan Türk Ordusu’nu yeniden hizaya sokma tertibidir!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
1 Ekim 2012

, , , ,

Yorum bırakın

KİM DAHA İSRAİLCİ? AKP Mİ, TSK Mİ?

Başlıktaki soru kuşkusuz tuhaf. Ancak “TSK İsrailcidir”, “28 Şubat ABD-İsrail kaynaklıdır” gibi iddiaların çokça dillendirilmesi nedeniyle sorduk bu soruyu…

Üstelik artık bizi bu sorunun yanıtına götüren bazı resmi açıklamalar da var…

OBAMA’NIN ‘MODEL ORTAKLIĞI’

Başbakan Erdoğan’ın Davos’da “one minute” demesiyle başlayan ve Mavi Marmara saldırısıyla doruğa çıkan Türkiye-İsrail gerilimiyle ilgili en başından beri şu tezi dile getirdik: Obama’nın ABD başkanlığı döneminde, AKP Hükümeti’ne İran’ın etkisini sınırlama ve Tahran’ı izole etme görevi verildi. Nitekim Suriye’yle neredeyse ortak kabine kurma noktasına kadar getirilen ilişkiler, Tahran’ı yalnızlaştırmak içindi… Türkiye’nin İran’dan rol çalabilmesi ve Ortadoğu’da Araplar nezdinde bir yer edinebilmesi için de Filistin meselesine sarılması ve dahası İsrail’le ilişkilerin seviyesini düşürmesi gerekirdi.

Davos’ta başlatılan kriz bu nedenleydi. Nitekim siyaseten gerilimli olan ilişkiler, ekonomiye hiç yansımamış, hatta Türk-İsrail ticaret büyüklüğü her yıl artmıştır.

İSRAİL GERİLİME DAVOS’DAN ÖNCE BAŞLADI

Eski Genelkurmay 2. Başkanı Em. Org. Ergin Saygun, Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Balyoz” isimli kitabında işte bu sürece ışık tutan çok önemli bilgiler paylaşıyor.

Em. Org. Saygun, ABD ve İsrail’in, Türk-İsrail ilişkilerini bilerek bozduklarını savunuyor. Em. Org. Saygun’un iddiasının dayanağı ise “one minute” krizinden önce meydana gelen şu olaylar:

1) İsrail uçakları 7 Eylül 2007 günü Akdeniz üzerinden Türkiye’ye girdi, bir süre Türkiye-Suriye sınır hattında uçtu ve ansızın Suriye’ye girerek bu ülkedeki kimi hedefleri vurdu. İsrail uçakları, sonra aynı rotayı izleyerek ülkesine döndü. Üstelik büyük pervasızlıkla, yakıt tanklarını da Türkiye topraklarına attı! Türk Ordusu olaya sert tepki gösterdi. Türkiye İsrail’den özür istedi. ABD ise “İsrail gerekçesini açıklayınca siz de hak vereceksiniz” diyerek Türkiye’yi yumuşatmaya çalıştı.

2) ABD’deki önemli Yahudi kuruluşu ADL, hiç gündemde olmamasına rağmen ve genel çizgisine aykırı olarak 2008 yılında “Ermeni soykırımı vardır, olmuştur” açıklaması yaptı. ADL’yi peşi sıra diğer Yahudi kuruluşları izledi.

Oysa İsrail ve Yahudi kuruluşları, Yahudi Soykırımı’yla aynı kefede olmaması için dünyada başka hiçbir soykırım olmadığını hep savunagelmişti…

Siyasi gündemimize pek gelmeyen bu olaya en sert tepkiyi yine Türk Ordusu verdi ve örneğim Genelkurmay Başkanı İsrail’e yapacağı resmi ziyareti iptal etti.

3) İsrail hava kuvvetlerine bağlı uçaklar, BM’nin Lübnan’daki barış gücü UNIFIL bünyesinde görev yapan Türk Deniz Kuvvetleri’ne mensup bir firkateyne radar kilitledi. Bu, uçakların her an gemiye füze atabilecek bir pozisyona geçtikleri anlamına gelmekteydi. İsrail, TSK’nin uyarılarına rağmen bu olayı birkaç kez daha tekrarladı. En sonunda Türk Ordusu, İsrail’i sert bir şekilde uyardı.

Türkiye’nin Anadolu Kartalı tatbikatına İsrail’i davet etmemesi, ABD’nin de bu yüzden katılmaması, işte bu süreçtedir.

AMAÇ İRAN’I ENGELLEMEK

Em. Org. Ergin Saygun, kimi başka örnekler de veriyor ve İsrail’in ABD bilgisi dahilinde, Türkiye-İsrail ilişkilerini neden bilerek bozmaya çalıştığını sorguluyor.

Em. Org. Saygun’un saptaması önemli: “ABD’nin Irak’tan çekilmesinin bölgede boşluk yaratacağı, Şii yayılmasının artacağı, İran’ın Arap Yarımadası’na girmesinin İsrail için büyük tehdit oluşturacağı ortadaydı. Boşluğu İran yerine Türkiye doldurmalıydı. Ancak Araplar, Türklere karşı kuşkuluydu. O nedenle Türkiye’nin Araplar nezdindeki itibarı artırılmalıydı. Bunun en çabuk, etkili ve sonuç vermesi kesin olan uygulaması ise Türkiye ile İsrail’in arasını açmak, kavga ettirmektir.” (Ergin Saygun, Balyoz, s.286)

Em. Org. Ergin Saygun’un Balyoz isimli kitabından hareketle “kimin daha İsrailci” olduğunu sorgulamayı sürdüreceğiz. Sırada “Füze Kalkanı” tartışmaları var…

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
30 Eylül 2012

, , , , ,

Yorum bırakın

HİLMİ ÖZKÖK’ÜN KASETİ

Balyoz kararı sonrası konuşan Hilmi Özkök, yargılamanın adil yapıldığını, cezaların ağır olsa da kanunun gereği olduğunu, mahkemenin titiz davrandığını ve karara şaşırmadığını belirtti.

Özkök’in dört gazeteye manşet olan sözlerine göre, darbeciler adilane bir şekilde yargılanmıştı; üstelik karar bu işlere yeltenecekler için de derslerle doluydu.

Bu sözlere bakılırsa, “Özkök olmasaydı, darbe yapacaklardı”, “Özkök ve Yalman darbeyi önledi” diyenler haklıydı.

Oysa Avukat Celal Ülgen, Ergenekon davasında 3 Ağustos 2012 günü tanık olarak dinlenen Hilmi Özkök’e “Genelkurmay Başkanlığı görevinizde bir darbe girişimine tanıklık ettiniz mi, böyle bir duyum aldınız mı?” diye sormuş, Özkök, gayet açık bir şekilde “hayır” demişti.

Daha 1,5 ay önce Genelkurmay Başkanlığı döneminde “darbe girişimine tanıklık etmediğini, bu yönde bir duyum almadığını” söyleyen Özkök, 1,5 ay sonra “darbecilerin” yargılanmasını nasıl adil bulmuştur, verilen karara neden şaşırmamıştır?

Bu tuhaflığın sebebi nedir?

BARANSU YALANLANMADI

Balyoz tertibinde bavuluyla yer alan Mehmet Baransu, 16 Mart 2012 akşamı Karadeniz TV’de yayımlanan Hulki Cevizoğlu’nun “gazeteciliğin sınırları” konulu programında şu sözleri dile getirdi:

Hilmi Özkök’ün darbelere nasıl karşı çıktığı ortaya çıkacak. Bugün kıymeti bilinmiyor ama ileride heykeli dikilecek. Hilmi Özkök’ün bugün konuşamamasının iki nedeni var. Birincisi darbe yapacak olanlara karşı durması, ama gereğini yapamaması. Bir de, aldığı devlet terbiyesi ile ‘darbe ne var, ne yok’ diyor. Gizli ses kayıtlarına göre, darbeden haberi olduğu ortaya çıkacak, darbe var derse…” (Yeni Çağ, 18 Mart 2012)

Baransu, çok açıkça Hilmi Özkök’ün de kaseti olduğunu, “gizli ses kayıtlarına göre” diyerek o kasetten bizzat haberi olduğunu söylüyordu…

Nedense bu kaset olayının pek üstünde durulmadı. Tıpkı Baransu’nun “2004’de İsviçre’den para dolu bavulla dönen AK Partili…” diyerek yine bir “sırrı” ifşa etmesinde olduğu gibi, muhatapları sessizliği seçtiler.

DÖRT KRİTİK TARİH

Üzerinden aylar geçmesine rağmen Özkök’ün Baransu’yu yalanlamaması, kasetin varlığını doğrulamaktadır.

Bu durumda akıllara şu iki soru gelmektedir: Kaset ya da kasetler kimdedir? Kasetlerle hangi konular çözülmüştür?

Bu sorulara yanıt ararken üzerinde durmamızı gerektiren dört kritik tarih vardır:

1) ABD’nin Ankara Büyükelçilik Müsteşarı Robert Deutsch, 10 Aralık 2002’de Washington’a gönderdiği kriptoda, Hilmi Ökzök’ün Genelkurmay Başkanlığı’nı AKP-Ordu ilişkisi açısından bir şans olarak gördüğünü belirtiyor.

2) CIA’nın Türkiye uzmanı Henri Barkey, 25 Mart 2003’te “AKP liderleriyle anlaşarak Türk Ordusu’nu kafesledik” diyor.

3) ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, 18 Nisan 2003’te Washington’a gönderdiği kriptoda Türk Ordusu’nda üç kanat bulunduğunu; bunların Atlantikçi, Milliyetçi ve Avrasyacılar olduğunu belirtiyor.

4) ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, 6 Haziran 2003’te Washington’a gönderdiği kriptoda, Hilmi Özkök’e karşı olan 7 generali belirliyor: “Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman, Jandarma Komutanı Org. Şener Eruygur, Birinci Ordu Komutanı Org. Çetin Doğan, İkinci Ordu Komutanı Org. Fevzi Türkeri, Ege Ordu Komutanı Org. Hurşit Tolon ve MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç. Yaşar Büyükanıt’ın ise ikili oynadığı söyleniyor.”

Bu dört kritik tarihin çevresinde gelişen olayları da anımsayalım: Siyasi yasaklı Tayyip Erdoğan, Hilmi Özkök’le görüşebilmek için ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’e mektup yazarak ricacı oldu; ABD, 1 Mart tezkeresinin reddedilmesini Özkök’ün liderlik yapamamasına ve altını ikna edememesine bağladı; ABD, Kuzey Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçirdi; MİT’in “Ergenekon şeması” Genelkurmay Başkanlığı’na sunuldu.

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
27 Eylül 2012

, , , ,

Yorum bırakın

BALYOZ TÜRKİYE’NİN NÜRNBERG’İ DEĞİLDİR

Cengiz Çandar, Balyoz davasını “Türkiye’nin Nürnberg’i” diye nitelemiş… Balyoz’u doğrudan Nürnberg’e bağlamak sırıtacağı için de, araya “Yunanistan cuntasının” yargılanmasını sıkıştırmış.

Çandar’ın neden böyle bir benzetmeye soyunduğu önemli, zira bu benzetme bile Türk Ordusu’nun neden hedef alındığını ortaya koymaktadır.

Gelin önce Nürnberg davasını kısaca anımsayalım:

NÜRNBERG SOYKIRIM DAVASIDIR

İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Almanya’da kurulan Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi’nde görülen dava, tarihe Nürnberg duruşması diye geçti. Bir “savaş suçları ve soykırım davası” olan bu davada toplan 24 Nazi yargılandı.

İntihar eden Hitler ve Goebbels’den sonraki en yetkili isimler olan bu 24 kişiden beraat eden de vardı, idamla cezalandırılan da…

Örneğin Franz von Papen beraat etmişti, Karl Dönitz 10 yıl, Rudolf Hess ömür boyu ceza almıştı, Hermann Göring ise idamla cezalandırılmıştı. Hatta Gustav Krupp gibi sağlık nedenleriyle davası düşen bile vardı.

Her neyse, sonuçta savaş ve soykırım mahkemesinde topu topu 24 Alman Nazi yargılanmıştı. Suçları milyonları katletmekti!

YUNAN CUNTASI İLE BALYOZ’UN TEMEL FARKI

Haliyle böyle bir davayı alıp Balyoz’la eşleştirmek, hem içeriği açısından hem de biçimi açısından mümkün değildir. Bunu bilen ama meseleyi oraya bağlaması gereken Çandar da, araya bir geçiş mahkemesi örneği eklemiş ve Yunanistan’ı 1967-1974 yılları arasında yöneten cuntanın 1975’te yargılanması olayını konu edinmiş.

Bu örneğin bile Balyoz’la eşleştirilemeyeceğini vurgulayalım. Yunanistan’ı 7 yıl yöneten bu cuntanın üyesi olarak sadece 23 subay yargılanmış ve dava bir ayda neticelenmiştir. 3 kişi idam, 13 kişi ömür boyu, 5 kişi 20 yıl ceza almış, iki kişi de beraat etmiştir.

Darbe yapıp 7 yıl işbaşında kalan bir cuntadan 23 kişinin yargılanması ile olmayan bir darbenin davasında 365 kişinin yargılanması ve 325 subayın cezalandırılması nasıl eşleştirilir?

BALYOZ, NEMRUT MUSTAFA DİVANIDIR

Peki, Cengiz Çandar, üstelik arada hiç benzerlik yokken, neden Balyoz Davası’nı “Türkiye’nin Nürnberg’i” diye nitelemiştir?

İşte Balyoz davasının anlamı buradadır, Türk Ordusu’nun neden hedef alındığının işareti bu benzetmededir.

Çünkü Türk Ordusu’nu “savaş suçlusu ve soykırımcı” ilan etmek istiyorlar.

“Türkiye’de 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü” gibi yalanları Orhan Pamuk gibi isimlere bu nedenle söyletiyorlar ve hatta yalana ciddiyet katabilmek için Pamuk’a Nobel bile veriyorlar!

Teröristle mücadele eden askerleri “savaş suçlusu” gibi gösterip, bu yüzden yargılıyorlar. Türk Ordusu’nun 1 numarasını “terör örgütü yöneticisi” diyerek suçlamaları bundandır.

Açılımlar bu nedenle yapıldı.

Biliyorlardı ki, Türkiye bir kez Ermeni soykırımı yaptığını kabul etse, Kürt soykırımı yalanına daha rahat sarılabilecekler…

Türkiye’nin parçalanması ve Büyük Kürdistan’ın inşası işte buralardan geçmektedir. Türkiye’nin direnci buralardan kırılmaktadır. Türk Ordusu’nun elleri işte böyle bağlanmaktadır.

Balyoz “Türkiye’nin Nürnberg’i” değildir ama “başkanlığını Nemrut Mustafa Paşa’nın yaptığı, Damat Ferit’in vatanseverleri yargılamak için kurduğu Divan-ı Harb-i Örfi” Mahkemesidir!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
25 Eylül 2012

, , ,

Yorum bırakın

BABALAR VE KIZLARI

Piyade Çavuş Ahmet Aytekin, Er Yusuf Vural Bingöl’de şehit düştü, generaller Çetin Doğan, Özden Örnek, İbrahim Fırtına Silivri’de…

Uzman Çavuş Mehmet Çiftçi, Hikmet Güler Hakkâri’de şehit düştü, generaller Ergin Saygun, Şükrü Sarıışık Silivri’de…

Onbaşı Burak Ümit Gedik, Er Ahmet Sandalcı Afyon’da şehit düştü, generaller Kadir Sağdıç, Feyyaz Öğütçü, Mustafa Önsel Silivri’de…

SİLİVRİ DEĞİL ANKARA CEZALANDIRILDI

Türk Ordusu’nu hedef alan operasyonları hâlâ “dava” sananlar, hiç değilse ceza kararlarını nesnel olarak incelesinler.

Özel yetkili mahkeme heyetinin Çetin Doğan, Özden Örnek ve İbrahim Fırtına için verdiği kararda yer alan şu ifade eminiz ileride hukuk fakültelerinde “hukuk dışı” kararlara örnek olarak en başa yazılacaktır: “Sanıklar işlemeyi kast ettikleri eylemlerini elverişli vasıtalarla icraya başlamış olmakla birlikte ellerinde olmayan sebeplerden dolayı sonucun meydana gelmediği ve bu nedenle eylemleri eksik teşebbüs aşamasında kalmış bulunduğundan (…) 20 yıl hapis cezası ile cezalandırılmalarına.”

“Eksik teşebbüse tam ceza” demek, eksik değerlendirmedir.

Karar, sanıkların darbe yaptığı için değil, darbe yapmadıkları için cezalandırıldıklarını ortaya koyuyor! Ve hatta bu karar, yargılananları cezalandırmaktan çok, görevdeki tüm subayları hedef almakta, onları sindirme amacındadır!

Bu nedenle Balyoz davasıyla aslında 250 asker değil, 680 bin asker yargılanmıştır!

HUKUK ESİR ALINDI

Asıl darbe, 2003’teki seminerle değil ama bugün hukuk katliamıyla yapılmıştır. O nedenle Balyoz kararı “yasaldır” ama hukuki değildir, meşru da değildir!

Hukuk dışılık sadece Balyoz’da mı?

Örneğin İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek Ergenekon davasındaki savunması sırasında söylediği sözlerden yargılandığı davada yaptığı savunmasının da suç sayılması üzerine açılan yeni bir davadan yargılanıyordu aynı gün… Savunmasının savunmasının davası yani!

Örneğin İşçi Partisi Genel Başkanvekili Hasan Basri Özbey, Ergenekon’un gidişatı hakkında basına bilgi verdiği gerekçesiyle mahkemeye ifade veriyordu aynı gün…

MİLLİ MERKEZ İNŞA OLUYOR

Bu karar, Türk milletinin ayağa kalkması için bir milattır artık!

Dün Türkiye’nin dört bir tarafında yapılan “askere sahip çıkma” eylemleri, milletin ayağa kalkmaya başladığına işaret ediyor.

Bu silkinişte hepimize örnek olacak isimler de Türk askerlerinin kızlarıdır. Nitekim babalarının kızları, önceki gün karar açıklandıktan sonra da dimdik ayaktaydılar… İrem Çiçek, Özlem Balkış, Nazlı Üçok, Nil Kutluk, Ece Saygun, Dilara Çakmak, Aslıhan Aydın, Deniz Yavuz Yalçın, Eser Güner, Derya Baykal, Merve Karabulut, Ülkem Gürdeniz, İrem öğütçü, Meltem Sancar, Berna Sarıışık, Pınar Özarslan, Esra Balaban, Tülin Alan, Pelin Alan, Burcu Balanlı, Şebnem Erakyol ve uzaklarda da olsa Pınar Doğan…

Babalarının kızları kararlıydı, “Karamsarlığa yer yok, birleşerek, örgütlenerek duvarları yıkacağız” diyorlardı…

Hepimize önemli bir gerçeği işaret ediyorlardı: Ordusuna sahip çıkmayan bir millet parçalanır!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
23 Eylül 2012

Yorum bırakın

AMERİKANCILIĞIN DÜŞÜRDÜĞÜ HALLER

Nasrettin Hoca’nın kazanının doğurması gibi, dün de bu köşede benim yazım iki haber doğurdu. Daha doğrusu yazım uçtu, yerine iki ayrı haber ve de sanki ben yazmışım gibi girdi.

Kim bilir, belki de Aydınlık Genel Yayın Yönetmeni Serhan Bolluk kibarca uyarmıştır beni, “çok yorum seninki, bize haber lazım” diye…

Şaka bir yana, nasıl kaynaklandığını tahmin bile edemediğim bir hata sonucunda, iki ayrı haber, bu köşede sanki benim yazımmış gibi çıktı dün. Hem siz okurlarımızdan hem de o haberlerin sahibi muhabir arkadaşlarımızdan özür dileriz…

Dün ne mi yazmıştık? Anlatalım:

CEMAATİN AHLAKI

Türk basınının durumunu ortaya koyan üç örneği inceleyeceğiz bugün. Üç gazetecinin, gündemdeki üç konuyu nasıl ele aldığına bakacağız. En kıdemlileriyle başlayalım, Nazlı Ilıcak’la…

Sabah yazarı Nazlı Ilıcak, 18 Mayıs günlü “Cemaat – Fenerbahçe” başlıklı yazısında Cemaat yayın organlarının Fenerbahçe’yi hedef alan yazılarının avukatlığına soyunmuş. Ilıcak’a göre cemaat medyası, sadece “Fenerbahçe – Aziz Yıldırım” davasının üzerine değil, Ergenekon, Balyoz ve Odatv davalarının üzerine de aynı anlayışla gidiyormuş.

Neymiş o anlayış? Cemaat yayınları, “ahlaki nedenlerle, daha temiz, daha demokratik bir toplum olalım” diye üzerine gidiyormuş bu davaların… Bu da “Cemaat, Fenerbahçe’yi ele geçirmeye çalışıyor” görüntüsü yaratıyormuş…

Ahlaki nedenlerle bu davaların üzerine giden Cemaatin, haliyle örneğin Deniz Feneri’ni perdelerken de bir ahlaki gerekçesi vardır!

ULUDERE’DE ABD’Yİ AKLAMA YARIŞI

4,5 aydır, Uludere istihbaratının kaynağının ABD olduğunu yazıyoruz. Bu gerçek, WSJ’nin haberiyle Atlantik’ten de doğrulanmış oldu.

Türk basını ise buradan “ABD istihbaratıyla memleket savunulmaz” sonucu çıkaracağına, ABD’yi aklama yarışına soyundu. Yok, İsrail Türkiye’ye silahlı predatör satışını engellemek için bu yayına başvurmuş, yok Murdoch Amerikan hükümetini zorda bırakmak için yapmış vs.

Hem madem İsrail bu yollarla terörle mücadele etmemizi engellemeye çalışıyor, o zaman siz de “İran’ı hedef alan, İsrail’e kalkan olan” radara karşı çıkın! Tabii mesele başka…

Elbette WSJ’nin bu gerçeği 4,5 ay sonra ifşa etmesinin bir takım hesapları vardır. O hesabı da saptayalım, üzerine gidelim. Ama önce bu gerçeği ülkemizin yararına değerlendirelim!

Ama bizimkiler ABD’yi aklama yarışına girdiler. Hatta bazıları, örneğin Yeni Şafak’tan Abdülkadir Selvi 19 Mayıs günlü yazısında, “Predatöre istihbaratı biz verdik” bile diyebildi. Neymiş? ABD TSK’ye değil, TSK ABD’ye istihbarat vermiş? Niyeyse…

Selvi ve benzerlerinin tutumu elbette anlaşılır ama Genelkurmay Başkanlığı’nın tutumunu anlamak mümkün değil! İlk istihbaratın ABD tarafından verildiğinin ortaya çıkması en azından şu sonucu doğurur: “Türk Ordusu, ABD istihbaratının yanlışlığı nedeniyle kendi yurttaşını bombaladı.

Oysa Org. Necdet Özel’in tutumu şu anlama geliyor: “Hayır ABD bizi yanıltmadı, biz kendi vatandaşımızı kendi istihbaratımızla bombaladık!”

‘İSRAİL – İRAN İTTİFAKI, ESAD’I SAVUNUYOR’

Star yazarı Nasuhi Güngör, 18 Mayıs tarihli yazısında, PKK’nin Dörtyol’da 3 askerimizi şehit etmesini şu üç gelişmeyle birlikte değerlendirmek gerektiğini yazdı: “1. Türkiye, KKTC’de sınır ihlali yaptığı öğrenilen İsrail’den konuyla ilgili izah istedi. 2. Esad, ‘Suriye’de kargaşa çıkaranlar, kendi ülkelerinde de benzer durumlara hazırlansın’ dedi. 3. Barzani Ankara’da ve Bağdat bundan rahatsız.”

Güngör’ün üç fotoğrafı doğal olarak şöyle bir cephe çiziyor: ABD, Türkiye, Barzanistan ve Suriyeli muhalifler bir tarafta… İsrail, Suriye, PKK, Irak ve doğal olarak İran diğer tarafta…

ABD ve AKP’nin Suriye karşıtı politikalarına kamuoyu yaratabilmek için “İsrail Esad’ın düşmesini istemiyor” yalanına başvurmalarını hadi anladık ama şu çizilen tabloyu yutturmaya kalkmaları bize pes dedirtti!

Meğer savaşın eşiğinde dedikleri İsrail ile İran omuz omuza Esad’ı savunuyormuş!

ANTİ-EMPERYALİSTLİĞİN ÖNEMİ

Bu üç örnek bize aslında şu büyük gerçeği gösteriyor: Sadece bölgedeki gelişmeleri doğru analiz edebilmek için değil, bazen iki kere ikinin dört ettiğini bilmek için bile önce anti-emperyalist olmak gerekiyor!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
21 Mayıs 2012

, , , , , , , , , , , ,

Yorum bırakın

YÜZYILIN İFTİRASI

Hasdal zindanında yatan Balyoz sanığı Deniz Kurmay Kıdemli Albay Ümit Metin, bir dosya yollamış. İstanbul dışında yaşadığım için dosyaya bir ay gecikmeli ulaştım; kendisinden özür diliyoruz.

Onurlu TSK mensubu Albay Metin, dosyasında özetle Türk Ordusu’na yöneltilen ve kendisinin “yüzyılın iftirası” olarak isimlendirdiği iddiaları çürütüyor tek tek. Özetliyoruz:

OLMAYAN VAKIF, DERNEK VE KURULUŞLAR

1.) 2003 yılında hazırlandığı söylenen listede bazı askerler piyade ve idari sınıfta gözüküyor. Oysa o askerler bu sınıfa 2007 yılında geçtiler. Listenin hazırlandığı tarihte istihbarat sınıfındaydılar!

2.) Listede Alb. A. Durhan’ın görev yeri CC-MAR NAPLES olarak gözüküyor. Oysa NATO’daki o görev yeri, 1 Temmuz 2004’ten sonra oluştu. Görev yerinin ismi, listenin hazırlandığı tarihte NAVSOUTH idi.

3.) 5-7 Kasım 2002 tarihinde Yassıada ve İmralı’da keşif görevi verildiği belirtilen 6 adet hücumbot böyle bir görev icra etmemiştir. Hatta listede isimleri yazılan bu hücumbotlardan Karayel, o tarihte İstanbul Tersanesi’nde onarımdadır.

4.) 3 Ocak 2003 tarihinde 8 askerin Yunanistan’la ilgili bir toplantı yaptığı yazılmaktadır. Adı geçen subaylardan dördü o tarih ve saatte, Doğu Akdeniz’de bir tatbikattadır.

5.) Sözde deliller içinde yer alan bir belgede “üniversite mensubu” görünen 279 öğrenci, o tarihte ya çoktan okulu bitirmiş ya da üniversiteye daha başlamamıştır. Listedeki 69 kişi belirtilen siyasi partinin üyesi değildir. Var olduğu ileri sürülen dershane ve yurtlardan 56’sı yoktur! Var olduğu ileri sürülen vakıflardan 8’i yoktur! Çeşitli şirketlerde çalıştığı ileri sürülenlerden 130’unun o şirketlerle bir ilgisi yoktur, sonrasında da olmamıştır! Çeşitli kamu kurumlarında çalıştığı belirtilenlerden 10’unun böyle bir kaydı yoktur! Var olduğu ileri sürülen kurs, dernek, sinagog, kilise ve ilaç deposundan 22’si o tarihte yoktur! (TSK’nin, yurt çapında yaygın olan bu tür bilgilere erişim imkânı yoktur, Emniyet’in vardır!)

WORD DOSYASI, WORLD DOSYASI OLMUŞ!

6.) Oraj Planı’na göre Ahmet Dikmen, 2 Ocak 2003’te kurye olarak görevlidir. Oysa gerçekte kurye görevi 9 Şubat 2002 tarihine, yani 38 gün sonraya tarihlidir. Pratikte bu kadar önceden ne kurye kimliği, ne de gönderisi yapılacak evrak bilinebilir.

Ahmet Dikmen’in görevlendirildiği iddia edilen bu belgenin, bilgisayarda Sinan Topuz tarafından yazıldığı iddia ediliyor. Oysa Sinan Topuz o tarihte gemisiyle Girit adası kuzeyinde seyir halindedir. Denizdeki gemiden karayla irtibatlı bir interneti mevcut değildir!

Bu sözde delilin doküman tipi “word” değil “world” olarak kayıtlı! Bu bile tek başına belge imal edildiğinin ve sahtekârlığın somut kanıtıdır.

7.) Mehmet Baransu’nun bavulundan çıkan ve el konulacak araç çizelgesinin yer aldığı CD, güya Süha Tanyeri tarafından 4 Mart 2003’te kaydedilmiş! Ancak Balyozcuların Bursa’da el koyacağı iddia edilen ve çizelgede yer alan 16 BEB 33 Bursa plakalı araç, Bursa’ya o tarihten 3 yıl sonra, 13 Nisan 2006’da geliyor. Bu araç o tarihte İzmir’de ve plakası 35 AR 6132. O aracın 3 yıl önceden el değiştireceği ve bu plakayı alacağı öngörülemez!

8.) 2002 ve 2003’te hazırlandığı iddia edilen karargâh belgeleri, 2008’de yayımlanan yönergeye uygun olarak yazılmış! 6 yıl sonra yürürlüğe girecek yönergede belirtilen esaslar, 6 yıl önce nasıl öngörülüp de uygulanabilir?

9.) Oluşturulmuş listelerde yer alan personelin bir kısmının rütbesi ve görev yeri yanlıştır.

10.) Belgeleri yazdığı iddia edilen personelin bir kısmı o tarihte seyirde ya da yurtdışındadır.

CAMİ BOMBALAMA YALANININ İSPATI

Albay Ümit Metin’in saptadığı sahtekârlıklar bu köşeye sığmayacak kadar çok. Burada kesiyoruz. Subayları en çok rahatsız eden “Fatih ve Beyazıt camilerini bombalayacaklardı” iddiasına dair sahtekârlıkların kanıtlarıyla bitiriyoruz bugün bu köşeyi…

11.) İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2003 tarihli Sakal ve Çarşaf Eylem Planları’nda adı geçen Darrüşşafaka ve Manyasızade caddeleri ile İsmailağa sokağı isimlerini 2006 yılında; Karadeniz ve Akdeniz caddeleri, Vatan sokağı ile Atatürk Bulvarı isimlerini ise 2007 yılında 1082 ve 1252 sayılı meclis kararları ile vermiştir!

Bu planlarda adı geçen Eminönü-Vezneciler tramvay hattı, Taksim-Vezneciler-Edirnekapı belediye otobüs hattı, Sahaflar çarşısı çevresindeki ara sokaklarda açık halk pazarları ile caddenin Beyazıt Camii tarafındaki belediye otobüs durakları Sakal ve Çarşaf Eylem Planı’nın hazırlandığı 2003 yılında bulunmuyor!

Bu Eylem Planları’nda kullanılacağı söylenilen “emniyetli cep telefonları” ise Türkiye’de 2008 yılından sonra kullanılmaya başlandı.

Sakal ve Çarşaf Eylem Planı’nın 5-7 Mart 2003 tarihli plan seminerinde ele alındığı iddia edilmektedir. Oysa Sakal ve Çarşaf Eylem Planı’na göre Fatih ve Beyazıt Camii’leri 28 Şubat 2003’te bombalanacaktır!? Yani planın ele alındığı seminerden 10 gün önce!?

BİNYILIN MEYDAN OKUMASI VE YÜZYILIN İFTİRASI

ABD, Türk Ordusu’nu hedef aldığı askeri tatbikatına “binyılın meydan okuması” ismini vermişti.

Ergenekon tertibinin de sahibi olan ABD, NATO’daki müttefiki Türk subaylarına Kuzey Irak’ta çuval geçirmiş, İstanbul’da da “yüzyılın iftirası”nı atmıştır!

Türk Ordusu esaretten kurtulabilmek için önce bu gerçeği saptamalıdır!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
23 Nisan 2012

, , , , , ,

Yorum bırakın

AYTAÇ YALMAN NEDEN TANIKLIK YAPMIYOR?

Balyoz davasının en önemli “delili” olan CD’lerin sonradan oluşturulduğu ve sahte olduğu, bir kez daha ve bu kez ABD’deki bir şirket tarafından saptandı. Operasyon tetikçilerinin takvim tutmazlığı “darbe belgeleri güncellenmiş” yalanıyla perdelemeye çalışmaları da nafile. Bu nasıl bir güncelleme ki, emekli olmuş subayın imzası hâlâ yerinde!

Balyoz davasının bir numaralı sanığı olan eski 1. Ordu Komutanı Em. Org. Çetin Doğan, işte bu yüzden ısrarla eski Genelkurmay Başkanı Em. Org. Hilmi Özkök ile eski Kara Kuvvetleri Komutanı Em. Org. Aytaç Yalman’ı tanıklığa davet ediyor. “2003’te darbe planı var mıydı? İddia edildiği gibi siz mi engellediniz? Gelin açıklayın.” diyor.

Sadece içerideki komutanlar değil, dışarıdakiler de çağrı yapıyor. Örneğin Em. Koramiral Atilla KıyatÖzkök ve Yalman’a yalvarıyorum. Gönüllü tanıklık yapma hakları var. Lütfen mahkemeye gelsinler.” diyor.

İZMİR’DEN İSTANBUL’A GİTMEK ZOR MU?

Eski Genelkurmay Başkanı Em. Org. Hilmi Özkök silah arkadaşlarının çağrılarına kapatmış kulağını. Ancak “mahkeme çağırırsa giderim” diyor…

Özkök, tutuklu Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un mahkemeye gelmeyen eski Genelkurmay Başkanlarına sitem etmelerini anımsatan gazeteci Aslı Aydıntaşbaş’a ise üniformasına leke süren şu yanıtı veriyor: “Ben buradayım (İzmir’de). Keşke imkân olsa da orda olsam.” diyor ve topu İstanbul’da bulunan eski Genelkurmay Başkanlarına atıyor. (Milliyet, 29 Mart 2012)

Hangi imkânsızlık, onu İzmir’den İstanbul’a tutuklu silah arkadaşını ziyaret etmeye engelliyor, biliyoruz kuşkusuz…

YALMAN’IN GÖRDÜĞÜ DARBE PLANLARI

Hadi Hilmi Özkök neyse ama ya Aytaç Yalman silah arkadaşları için neden tanıklık yapmıyor, neden bundan kaçınıyor?

Birkaç gün önce Aytaç Yalman’ın Ergenekon kapsamında daha önce verdiği ifadeler basına servis edildi. Yalman ifadesinde darbe planlarını slaytlar halinde 2004 yılında gördüğünü açıklıyor:

Ayışığı ve Yakamoz adlı darbe planlarını Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök 2004 bahar aylarında odasında bana gösterdi. Kendisi tarafından bilgimin olup olmadığı soruldu. Ben de bilgimin olmadığını söyledim. Bunun üzerine kendisi de ‘ben de öyle tahmin etmiştim’ dedi. Esasen bir slayt sunumu şeklinde öğrendim ben de bu planların ne olduğunu. Planı okuyunca kendimin de bu plandan dışlandığına muttali oldum.” (Sabah, Org. Aytaç Yalman’dan darbe itirafı, 27 Mart 2012)

Çeşitli kuruluşların “2007 yılından önce hazırlanmış olamaz” dedikleri darbe planlarının Özkök tarafından 2004 yılında nasıl Yalman’a gösterilebildiği, kuşkusuz önemli bir soru…

Ancak biz daha basit sorular soralım: Slayt halindeki bu planları ne yaptınız? İmha mı ettiniz, yoksa sakladınız mı? Askeri savcıya verdiniz mi? Neden vermediniz?

HANİ DARBE PLANINI GÖRMEMİŞTİNİZ?

Yalman, üzerinden 3 gün geçmesine rağmen yalanlamadığına göre, darbe planlarını gördüğünü söylediği ifadesini kabul ediyor demektir…

O zaman kendisine, tam bir yıl önce Hürriyet’ten Tufan Türenç’e yaptığı açıklamalarını anımsatalım: “Dava konusu ile ilgili bilgi ve belgeye sahip olmadığımı özellikle belirtmek isterim. Adaletin tecelli edeceğine olan inancımı belirtirken, suçsuz olduklarına inandığım arkadaşlarımın özgürlüklerine kavuşacağına bütün kalbimle inanıyorum.” (Hürriyet, Arkadaşlar suçsuzdur, 28 Nisan 2011)

Bitirirken bir kez daha soralım: Darbe belgelerini gördünüz mü, görmediniz mi? Neden mahkemede tanıklık yapmıyorsunuz?

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
30 Mart 2012

, , , , , ,

Yorum bırakın

%d blogcu bunu beğendi: