Posts Tagged Terör
Colani’nin arabası
Posted by Mehmet Ali Güller in Cumhuriyet Gazetesi, Politika Yazıları on 14/12/2024
İlkelerin ayaklar altına alınması ve bunun istisna olmaktan çıkarak “reelpolitik” diye savunulması, devletlerarası ilişkilerin önündeki en önemli sorunlardan biridir.
Bunu terör örgütü HTŞ’nin Suriye’de iktidar “yaptırılması” nedeniyle söylüyoruz. HTŞ’yi resmi olarak terör örgütü kabul eden ülkeler, onun Şam’daki yasal hükümeti devirmesini istediler, bunun için askeri ve istihbari destek verdiler, yönlendirdiler. Şimdi de HTŞ’yle resmi ilişkiye geçiyorlar; üstelik HTŞ’yi hâlâ resmi olarak terör örgütü diye kabul etmelerine rağmen!
Terörün tanımı sorunu
Terör ve terör örgütü konusu devletlerarası ilişkilerin zaten iki temel nedenle sorunlu konusuydu:
1) Terör ve terör örgütü konusunda hem tanımda bir uzlaşı yok hem de çıkarlar gereği birinin terör örgütü kabul ettiğini diğeri kurtuluş örgütü sayıyor. Buna bulunan “kısmi çözüm”, BM’nin o örgütleri nasıl tanımladığıdır. Örneğin Türkiye için terör örgütü olan PKK, uzun süre müttefikleri ve komşuları tarafından terör örgütü diye kabul edilmemişti.
2) Terör ve terör örgütü konusunda ikinci sorun, devletlerin, BM tanımlaması oluştuktan sonra, terör örgütünün isim değiştirmesi üzerinden onunla ilişkiyi sürdürmesidir. Örneğin ABD, resmi olarak PKK’yi terör örgütü kabul ediyor ama PKK’nin değişmiş adlı haliyle, ülke kollarıyla ilişkisini sürdürüyor. Dahası, PKK’nin Suriye kolu PYD/YPG’yi “kara ordusu” yaparak, IŞİD’e karşı işbirliği söylemi üzerinden devletleşmesinin yolunu açıyor.
Önce ilke
Terör ve terör örgütleri konusundaki en temel ilke şu olmalıdır: Egemen bir ülkenin, kendi egemenliğini hedef alan bir örgütü terör örgütü kabul etmesi halinde, o örgüt başta komşuları olmak üzere tüm diğer ülkeler tarafından da terör örgütü kabul edilmelidir.
Ancak tersine, devletlerarası güç ve çıkar çatışması nedeniyle, genelde devletler komşusunun terör örgütü kabul ettiğini, komşusunu zayıflatacak bir araç gördüğü için “kurtuluş örgütü” sayar ve destekler. İlke ortadan kalkınca, herkes herkese karşı bir terör örgütü besler!
Bu kısırdöngüden en çok kazanan ise terör örgütlerini etkileme ve kullanma potansiyeli olan en güçlü devlettir; emperyalist ABD’dir.
PKK, IŞİD, HTŞ
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ile görüşen Dışişleri Bakanı Hakan Fidan önemle belirtiyor: “DEAŞ’ın (IŞİD), PKK’nın orada (Suriye’de) hakim olmaması önceliklerimiz arasında” (AA, 13.12.2024).
Güzel, peki IŞİD ve PKK terör örgütü de HTŞ değil mi? Halbuki HTŞ Türkiye’nin resmi olarak terör örgütü kabul ettiği bir örgüt. Bu durumda MİT Başkanı İbrahim Kalın, HTŞ lideri Colani’nin arabasında ne arıyor?
Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ise Ankara’nın terör örgütü PKK karşıtı tutumuna karşı şu argümana sarılıyor: “SDG (PKK’nin Suriye kolu PYD/YPG’nin omurgasını oluşturduğu örgüt) IŞİD’den gelen tehdidin baskılanması konusunda ve aynı zamanda Suriye’nin doğusunda çok sayıda IŞİD teröristinin gözaltı merkezlerinde tutulmasında son derece yetkin terörle mücadele ortağıdır” (Amerika’nın Sesi, 12.12.2024).
Yani ABD, Türkiye’nin terör örgütü kabul ettiği PKK’yi, yine hem ABD’nin hem Türkiye’nin terör örgütü kabul ettiği IŞİD’e karşı mücadele eden bir örgüt olarak savunmakta; hatta bunun üzerinden PKK terör örgütünü, “terörle mücadele ortağı” diye payelendirmektedir!
Direksiyondaki 10 milyon dolar
İngiltere Savunma Bakanı John Healey, HTŞ’nin resmi ”terör örgütü” statüsünün önemsiz olduğunu belirterek, görüşeceklerini söylüyor (Sputnik, 12.12.2024). Ki askeri ve istihbarat düzeyinde Washington da, Londra da, Ankara da ne yazık ki terör örgütü HTŞ’yle zaten görüşüyordu. İdlib’de “kurtuluş hükümeti” kurmasını kabul ettiler, Esad’a karşı mücadele edebilmesi için her açıdan desteklediler.
ABD ”resmi olarak” 9 yıldır terör örgütü kabul ettiği HTŞ’nin lideri Colani’nin başına 10 milyon dolar ödül koymuştu. Ancak uygulamada Colani’ye milyonlarca dolarlık silah sağladılar. Türkiye resmi olarak 2018’den beri HTŞ’yi terör örgütü kabul ediyor. Ama uygulamada iktidar HTŞ’nin İdlib’de büyümesine “göz yumdu”, Şam’a yürümesine “yeşil ışık yaktı” ve şimdi de liderinin arabasına biniyor!
Terör ve terör örgütleri konusundaki ilkesizlik üzerinden komşular komşularıyla emperyalistlerin yararına uğraşmaya daha bir süre devam edecek ne yazık ki…
Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
14 Aralık 2024
Bölgesel savaş riski
Posted by Mehmet Ali Güller in CGTN Türk, Politika Yazıları on 06/08/2024
İran 7 Ekim’den beri savaşın bölgeselleşmesine karşı ölçülü hareket ediyor. İsrail Suriye’deki diplomatik temsilciliğini vurduğunda da yine savaşı bölgeslleştirmeyecek ama İsrail’in dokunulşmazlığını delecek şekilde “ölçülü bir yanıt” vermişti.
İsrail’in Hamas lideri İsmail Haniye’yi Tahran’da öldürmesi, yine İran’ı yanıt vermeye zorlamaktadır. Üstelik bu kez misafirine suikast düzenlenmesi, sorumluluğu nedeniyle İran’ı daha da öfkelendirmiş durumda.
Yetkililerin açıklamalarından, İran’ın savaşı bölgeselleştirmeyecek ama İsrail’i caydırmakta çok daha etkili olacak bir yanıt vereceği anlaşılıyor.
ABD’nin ikiyüzlü tutumu
Dünya ise diken üstünde. Savaşın bölgeselleştirilmesine İsrail dışında herkes karşı.
ABD merkezli Batı, savaşın bölgeselleşmemesi için İran’dan yanıt vermemesini istiyor hatta ABD, yanıt halinde İsrail’e yardım edeceğini ilan ediyor.
İşte savaşın bölgeselleşme riskini artıran da bu yaklaşımdır. Savaşın bölgeselleşmesine karşı görünen ama bir tarafın saldırılarına sponsor olup, gelecek yanıtlara siper olan bu tutum, savaşın bölgeselleşme riskini asıl artıran tutumdur.
Bölgesel bir savaştan doğrudan etkilenecek bölge ülkelerinin “bölgesel savaş riski”ne karşı tutum alması elbette doğrudur ve de hakkıdır. Ama ABD’nin hem İsrail’in Gazze’de soykırım yapmasına sponsor olması, hem İsrail’in bölgede terör ve suikast düzenlemesine gerçekten karşı çıkmaması ama hem de yanıt hakkına karşı tutum açıklaması, ikiyüzlülüktür ve bölgesel savaş riskini artıran asıl etkendir.
Netanyahu’nun pervasızlığının nedeni
ABD silah desteği vermese, ABD istihbarat desteği vermese, hatta ABD bölgedeki üsleri ve Doğu Akdeniz’deki gemileri aracılığıyla İsrail’i korumasa, İsrail bu kadar pervasız bir şekilde işgali, soykırımı ve bölgesel terörü sürdüremeyecek.
Dolayısıyla bugün İsrail’i Gazze’de ateşkese mecbur edebilecek asıl kuvvet de savaşın bölgeselleşme riskini frenleyebilecek asıl aktör de ABD’dir.
ABD Başkanı Joe Biden’ın ateşkes isteğine rağmen İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun yeni şartlar ileri sürerek Washington’u olayılıyor oluşu, “İsrail’in ABD’ye bile kafa tutacak güçte olduğu” şeklinde yorumlanıyor. Ancak Netanyahu’nun pervasızlığı ve ABD’yi biraz da seçim sürecinden yararlanarak kullanıyor oluşu İsrail’in gücünden değil, ABD’nin çıkarları gereği İsrail’e biçtiği rolden kaynaklanmaktadır. Yani İsrail güçlü olduğu için değil, ileri karakolu olduğu için ABD tarafından her durumda korunmaktadır. Netanyahu da bunu bildiği için, pervasızca saldırganlığını sürdürmektedir.
Çabaları birleştirmek
İsrail’e soykırım, terör ve suikast sponsorluğu yapanların İran’a “yanıt verme” demesinin hiçbir anlamı ve değeri yok. Savaşı bölgeselleştirme riskini ortadan kaldırmak istiyorlarsa İran’a değil İsrail’e mesaj vermeleri gerekiyor. Mesajdan öte “seni korumayacağız” demeleri gerekiyor ki İsrail saldırganlığını sonlandırsın. Bunu yapmadıkları müddetçe de “bölgesel savaşa karşıyız” açıklamalarının hiçbir anlamı yok.
Peki bu durumda İsrail saldırganlığı durdurulamaz mı? Elbette bir yol daha var. Filistin için büyük çaba sarfeden, her biri ayrı kulvarlarda Filistin için hareket eden ülkelerin çabalarını birleştirebilmeleri.
Çin 14 Filistin örgütünü Beijing’de biraraya getirerek birlik oluşturmaları ve bir ulusal mutabakat hükümeti kurabilmeleri için uzlaştırdı.
Güney Afrika, İsrail’i Uluslararası Adalet Divanı’nda soykırımla yargılatıyor.
Kolombiya başta kimi ülkeler İsrail’le diplomatik ve ticari ilişkileri kestiler.
İşte tüm bu çabaların birleştirilmesi gerekir. Ancak…
İsrail’i durdurmak ABD’ye pozisyon almaktan geçiyor
Dikkat edilirse İsrail’e karşı etkili eylem yapan bu ülkelerin hiçbiri bölge ülkesi değil. İşte asıl problem de bu. Bölge ülkeleri bu ülkeler kadar aktif tutum alamıyorlar, almıyorlar. Bunun birçok nedeni var ve dahası Filistin meselesinin bunca yıldır çözülememiş olması da bundan kaynaklanmaktadır. Çünkü bölge ülkelerinin önemli bir kısmı Amerikancı, topraklarından ABD üsleri var. Hem Amerikancı olup hem de İsrail’e karşı işe yarar tutum alabilmek haliyle mümkün olmuyor! Bu nedenle bölge ülkeleri İsrail’e karşı en üst perdeden konuşur ama fiilen pek bir şey yapmazlar yıllardır…
Dolayısıyla bu tablonun değiştirilmesi gerekiyor. Bu tabloyu değiştirebilmek de elbette ABD’nin küresel ölçekte dengelenebilmesine bağlı. ABD başka büyük kuvvetler tarafından dengelenebildikçe, bölge ülkeleri de yukarıda özetlediğimiz bu dar çemberin dışına çıkabilecekler. Aslında çıkmaya başladıklarını da söyleyebiliriz. Çok kutupluluk inşası güçlendikçe, bölge ülkelerinin çok taraflı hareket ettiklerini son birkaç yıldır görebiliyoruz.
Ancak Gazze’de soykırıma uğrayan Filistinlilerin zamanı yok. O nedenle asıl bölge ülkelerinin risk alması gerekiyor; savaşın bölgeselleşmesi riskine karşı olanların, İsrail’i durdurmak için ABD’ye karşı net bir tutum alması gerekiyor.
ABD’nin bölgedeki üslerinden hareket kabiliyetini kısıtlamaya başlamak, petrol ve doğalgaz gücünü kullanmaya başlamak vb tutumlar ile Washington’un sponsorluğu durdurulabilir. Washington’un sponsorluğu olmazsa, Tel Aviv de durur.
Filistinlilerin lafa değil, bu türden eylemlere ihtiyacı var.
Mehmet Ali Güller
CGTN Türk
6 Ağustos 2024
İLKER BAŞBUĞ’UN TERÖRE ATLANTİKÇİ ÇÖZÜMÜ
Posted by Mehmet Ali Güller in Kitap-Film Yazıları, Odatv Yazıları, Politika Yazıları on 04/09/2011
E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un “Terör Örgütlerinin Sonu” isimli kitabı, bir yönüyle TSK’nin görüşlerini yansıtması bakımından önemlidir ve incelemeyi gerektirir.
Dahası, TSK’ye yakın dönemde komuta etmiş bir ismin Türkiye’nin bu en temel meselesini nasıl teşhis ettiği ve ne çözümler getirdiği hem Ankara hem de bölge başkentleri için kritiktir.
Başbuğ’un Remzi Kitabevi’nden çıkan 232 sayfalık kitabını, 5 günlük yazı dizisi halinde inceleyeceğiz:
Bölgeden değil Atlantik’ten bakış
Başbuğ’un kitabının büyük bölümü iki kaynağa dayanıyor: “Birincisi, ABD Ulusal Harp Akademisi’nde görevli Audrey Kurth Cronin tarafından 2009 yılında yazılan ‘Terör Nasıl Sona Erer?’ adlı kitaptır. İkinci çalışma ise, RAND kuruluşunun 2010 yılında, Ulusal Savunma Araştırma Enstitüsü’nce aynı başlık altında yapılanıdır.” (s.129,130)
Başbuğ, kitabında “bu iki çalışmadan büyük ölçüde faydalandığını” (s.130) söylemiştir. Kitabının bu iki ABD çalışmasınad ayanmasının Başbuğ’u ne gibi tahlil yanlışlarına götürdüğünü, yazı dizimiz boyunca ortaya koyacağız. Ama ilk günden çok temel birini belirtelim.
Başbuğ da, tıpkı Cronin ve RAND raporu gibi ABD saldırısına karşı vatanını savunan Küba ve Vietnam’daki yurtsever örgütleri “terör” örgütü sayıyor! (s.133). Hatta “20. Yüzyılda yaşanan terör eylemlerinin beşiği de yine Filistin’dir” (s.199) diyor!
Kitabın ayrıntılarına geçmeden önce özellikle vurgulayalım ki, Başbuğ’un kitabı yerel değil, konuya bu topraklardan bakmıyor, tersine Atlantik cephesinden bakıyor.
Bunu söylerken, salt yukarıda belirttiğimiz gibi kitabın iki Batı kaynağına dayanıyor olmasından hareket etmiyoruz. İlker Başbuğ maalesef, Atlantik kaynaklı bakışın ürünü raporlardan bire bir çeviri yaparak da, yerel bir kitap yazmadığını sergiliyor.
Bu dublaj hali kitabın ciddiyetini önemli oranda sarsıyor. Örneğin, “Filistin Halk Kurtuluş Cephesi”, Başbuğ tarafından İngilizceden çevrilirken, “Popüler Filistin Kurtuluş Cephesi”ne dönüşüyor (s.154, 168, 174); “Filistin Kurtuluş Cephesi”, “Filistin Kurtarma Cephesi”ne (s.151); “İspanya İç Savaşı” da, “İspanya Sivil Savaşı”na (s.190)…
ABD’nin Irak saldırısı
Başbuğ’un kitabında “Irak savaşıyla” ilgili yer alan bölümler, Genelkurmay Başkanı’nın bir ABD saldırısına hangi perspektiften baktığını anlamamız açısından yarar sağlıyor:
“2002 yılının sonu ile 2003 yılının başı, ABD’nin Irak’a karşı icra edeceği harekâtın hazırlık dönemi oldu. 19 Mart 2003 günü akşamı da Bağdat’ın bombalanmasıyla Irak’ı Kurtarma Harekâtı başladı.” (s.87)
Başbuğ, yukarıda kısaca değindiğimiz kavramlara yerel olmayan yaklaşımını, ABD’nin Irak’a emperyalist saldırısında da sergilemiş. ABD’nin, saldırganlığını maskelemek üzere kullandığı bu tip sahte isimlerin, en azından Türk Genelkurmay Başkanı tarafından kullanılmıyor olması gerekmez mi?
ABD’nin terör tanımı
Başbuğ, kitabının “terör / terörizm” bölümünde, kavramı teorik temellerde incelemiş, haliyle kavramın tanımını da yapmış.
Dikkatimizi çeken, terörle 40 yıldır mücadele eden ve bu konuda dünyanın en deneyimli ordusu olan TSK’nin başının, teröre ilişkin “yerel” bir tanımının olmaması!
Kim bilir, belki de kitabı daha bilimsel(!) gösterme gayretiyle olsa gerek, B. Gonar, W. Laqueur gibi Atlantikçi güvenlik uzmanlarının ve hatta Pentagon’un tanımı üzerinden kavram açıklanmaya çalışılmış:
“ABD Savunma Bakanlığı’nın tanımı ise şöyledir: Politik, dini veya ideolojik hedeflerin elde edilmesi için, kişilere karşı terörü kullanarak veya terör ile tehdit ederek, hükümetleri ve toplumu korkutmak.” (s.70)
‘Kürt sorunu yoktur’
Başbuğ, kitabını “Kürt sorunu yoktur” tezi üzerine inşa ediyor:
“Türkiye’de ‘etnik sorun’, diğer değişle ‘Kürt sorunu’ yoktur. Ancak, böyle bir sorunun olmasını isteyenlerin var olduğu da unutulmamalıdır.” (s.52, 183)
Başbuğ’un “Kürt sorunu yoktur” demesi elbette bilimsel değildir, doğru değildir ama daha da ironik olanı, Başbuğ’un “Kürt sorunu vardır, çözümü de Kürt açılımıdır” denilen dönemin, yani 2009-2010 yıllarının Genelkurmay Başkanı olmasıdır!
‘Küresel düşün, ulusal hareket et’
E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ kitabında, “küreselleşmenin ulus, ulus devlet ve ulusalcılığı ortadan kaldırdığını söyleyenlerin, her şeyi doğru ve gerçek anlamda topluma anlatmadığını” (s.47) iddia ediyor ve küreselleşmenin bu kavramlara sadece etkisinin bulunduğunu, bu etkiye karşı izlenecek genel politikanın da “küresel düşün, ulusal hareket et” (s.48) şeklinde olması gerektiğini savunuyor! Başbuğ, ABD, AB ve Rusya’nın bu prensibi uyguladığını, örnek olarak gösteriyor. (s.48)
Hilmi Özkök’ün genel bakışını yansıtan bu görüş, sadece TSK’de değil, devletin pek çok merkezi kurumunda ağırlık kazanmaya ve zafiyet oluşturmaya başladı. Başbuğ’un “ulusalcılığa ve ulusal devlete” en çok saldırıldığı dönemde görevler üstlenmiş olması, normalde, onun bu bakışın yanlışlığını daha net görmesini gerektirirdi!
Türk ordusuna kumanda edenler, hiç değilse, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün “ulusalcılığı tehdit” saymasını ve Terörle Mücadele Hareket Dairesi Başkanlığı faaliyet alanı içinde tanımlamasını değerlendirmeliler!
Başbuğ’un ‘savaş’ anlayışı
Başbuğ, Hilmi Özkök’ten kalma “savaşa bakış” anlayışını da sürdürüyor: “Çağımızda büyük ölçüde çatışmalar, devletler arasında değil, toplumlar, insanlar arasında; kültür, etnik ve dini konulara dayalı ortaya çıkabilir.” (s.49)
ABD’nin Irak’a saldırı hazırlıkları sırasında ortaya atılan ve düşünce kuruluşları aracılığıyla tüm dünyaya enjekte edilen bu fikir, açık ki, emperyalizmin saldırgan yüzüne yapılan bir maskeydi.
En yüksek makamları işgal edenlerin, ABD’nin Irak’a saldırısını, Afganistan’ı işgalini görmeyip, “çatışmalar devletler arasında değil, toplumlar ve insanlar arasındadır” demesi büyük zafiyet demektir.
Güvenlik algılaması
İlker Başbuğ, güvenlik algılamasını salt “terör” olarak belirliyor: “Özellikle iki kutuplu dünya düzeninin yıkılmasından sonra güvenlik sorunu olarak değerlendirilen risk ve tehditlerin simetrikten asimetriğe doğru kaydığından söz edilebilir. Bugün karşı karşıya bulunulan en büyük risk, ardında radikal düşünceler barındıran terördür.” (s.67)
Yine Hilmi Özkök’ün NATO perspektifi üzerinden Türk Ordusu’na enjekte ettiği bu “asimetrik tehdit” algılaması kocaman bir yalandır! Ki kavram, yine ABD’nin 21. yüzyılı Amerikan yüzyılı yapmak üzere dünyaya saldırıya hazırlandığı süreçte ürettiği ve “El-Kaide” öcüsü ile birlikte kullandığı bir kavramdır.
Oysa gerçek çırılçıplak ortadadır: ABD’nin Türkiye de dâhil tüm bölge ülkelerine yönelik tehdidi simetriktir!
Bu bakış açısı, üzülerek görüyoruz ki, pek çok komutanın algısını da tahrip etmiş ve PKK’yi görüp, arkasındaki ABD’yi göremez hale getirmiştir!
Bir kez risk ve tehditlerin simetrikten asimetriğe kaydığını savunur ve buna uygun olarak da güvenlik algılamasının başına terörü yerleştirirseniz, haliyle şu yanlışa da savrulursunuz: “Karşılaşılan bu durum yeni güvenlik anlayışının doğmasına zemin hazırlamıştır. Yeni güvenlik anlayışının merkezinde ise bireyin ihtiyaçları, insanın güvenliği bulunmaktadır.” (s.67)
Sömürgecilik felsefesinin izleri
Başbuğ, kitabında güneydoğu bölgesinin geri kalmışlığını incelediği bölümde şöyle bir saptamada bulunuyor: “ABD’nin Chester Demiryolu projesi ile Almanların Berlin-Bağdat Demiryolu projesinin tamamlanamaması da bölgenin aleyhine oldu.” (s.51)
Batı merkezli düşünenlerin sık sık dile getirdiği bir yaklaşımdır bu; örneğin İngiltere’nin Hindistan’a katkıları övülerek, sömürgecilik aklanır!
Üzülerek görüyoruz ki İlker Başbuğ da, bu bakışın izlerini taşıyor. ABD’nin ya da Almanya’nın bölgeye ilişkin emperyalist projelerinin tamamlanmamasını, bugün bölgenin geri kalmışlığının etkeni saymak, gaflettir!
ABD, PKK’nin neresinde?
E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Bağbuğ, 1984 ile 2010 arasındaki süreci, PKK açısından şöyle sınıflandırmış: “1985 – 1991 dönemi PKK’nin gücünü pekiştirmeye ve sağlamlaştırmaya çalıştığı, 1991 – 1992 dönemi çatışmaların sokaklara taşındığı, 1992 – 1993 dönemi örgütün kontrolü ele geçirmeyi hedeflediği, 1993 – 1995 dönemi dengelerin değiştiği, 1995 – 1998 dönemi örgütün düşüşe geçtiği, yeni yolların arandığı, 1998 – 1999 dönemi Abdullah Öcalan’ın yakalandığı ve 1999 – 2010 dönemi örgütün kendisini kurtarmaya çalıştığı dönem olarak adlandırılabilir.” (s.89).
PKK büyüyor mu, küçülüyor mu?
Başbuğ’un benimsediği bu sınıflandırmanın da “yerel” olmadığını, A. Marcus’a ait olduğunu belirtelim öncelikle. Ama bizi ilgilendiren daha ziyade 1999 – 2010 dönemini “PKK’nin kendisini kurtarmaya çalıştığı” bir dönem olarak nitelenmesi!
Başbuğ, A. Marcus’un görüşlerini kabul ediyor ama selefi E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. Yaşar Büyükanıt’ın Kara Kuvvetleri Komutanı olduğu 2005 yılında dile getirdiği “PKK militanlarının sayısı, Abdullah Öcalan dönemindeki seviyeye ulaştı” şeklindeki “resmi saptamaya” itibar etmiyor anlaşılan!
TSK’nin en üst makamında bulunan bir ismin, ABD’nin bölgeye yerleştiği dönemde PKK’nin güçlendiği gerçeğini görmeyip, “örgütün kendisini kurtarmaya çalıştığı” yanılsamasına kapılması, acıdır!
ABD’nin bölgedeki varlığının PKK’yi güçlendirdiği gerçeğini görmeyen Başbuğ, bu nedenle kitabında sık sık hatalı tahliller yapmaktadır. Örneğin Başbuğ, “PKK’nin 2003 yılında yeniden eylemlere başlamasını ve 2004 yılında tırmandırmasını, örgüte katılımların azalmasına” (s.106) bağlamaktadır.
Başbuğ’a göre PKK, ABD bölgeye geldiği için değil azalan katılımı artırmak için 2003’te harekete geçiyor!
ABD PKK’ye destek vermiyor mu?
Başbuğ, Filistin’in, Suriye’nin, SSCB’nin, Rusya’nın, İran’ın, hatta bazı Avrupa devletlerinin de PKK’ye destek verdiğini söylüyor ama ABD ve İsrail’i görmüyor!
Hadi Başbuğ, resmi kayıtlara da girmiş olan “CIA’nın PKK’ye 125 milyon dolar para yardımını” bilmiyor, gazetelerde bile yer alan ABD’li yetkililer ile PKK liderlerinin toplantı fotoğraflarını görmüyor…
Peki, Başbuğ, komutanlarının sık sık dile getirdiği “ABD uçakları, PKK kamplarına mühimmat yardımı atıyordu” şeklindeki saptamalarını da mı dikkate almıyor! Başbuğ, askeri istihbaratın tespit ettiği “MOSSAD’ın PKK’yi eğitme” bilgilerine de mi itibar etmiyor!
Umarız, ABD gerçekliğine körlüğün ne sonuçlar doğurduğu, en azından “PKK’ye destek verenlerin arasında artık TSK’nin de sayıldığı” şu psikolojik savaş şartlarında anlaşılır! Çünkü görülmüştür ki, siz “ABD’nin PKK’ye destek verdiğini ilan etmezseniz, o sizin Ergenekon örgütü olarak PKK’ye destek verdiğinizi” söyler ve söylüyor, söyletiyor!
PKK neden büyüdü?
Başbuğ, 1988-1992 sürecinde, PKK’nin neden büyüdüğünü 3 etkene bağlıyor: Birincisi Halepçe katliamı ve sonraki mülteci akınları nedeniyle; ikincisi BM’nin kararı çerçevesinde Irak’ın kuzeyinde tesis edilen huzur operasyonu nedeniyle ve üçüncüsü Irak ordusunun kuzeyden kaçarken silah ve araçlarını bölgede bırakması nedeniyle… (s.215)
Böylece Başbuğ, PKK’nin büyümesinin iki nedenle Irak’tan, bir nedenle de BM’den (ABD değil!) kaynaklandığını savunmaktadır.
Başbuğ, “ikinci Irak savaşı” sonrasında PKK’nin güç kazanmasında bile ABD’yi direkt etken olarak göstermemekte, PKK’yle mücadele konusunda Türkiye’nin ABD’yi ikna edememesinden yakınmaktadır:
“ABD ve Kürt Bölgesel Yönetimi’nin üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmelerine ikna ettirilmesiyle, alınacak etkili tedbirlerle ve gerek duyulması halinde icra edilecek operasyonlarla Irak’ın kuzeyindeki PKK varlığı en azından marjinal hale getirilebilirdi.” (s.216)
Başbuğ ilerleyen sayfalarda, PKK’nin Irak’ın kuzeyindeki varlığını “ABD için” tehdit olarak bile algılamaya başlamaktadır: “PKK terör örgütünün Irak’ın kuzeyindeki var oluşundan doğan sorunun sonlandırılması, ABD menfaatleri açısından da önemlidir.” (s.227)
‘Washington değil Bağdat suçlu’
E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un kitabında, bölgeden değil de Atlantik’ten bakan değerlendirmeleri, soruna çözüm noktasında sıkıntı yaratıyor. Şöyle ki, PKK ile mücadele konusunda örgüte “Irak’ın kuzeyinde sağlanan güvenli bölgenin” hedef alınması gerektiği doğru görüşünü savunan Başbuğ, bu bölgeyi kimin sağladığına verdiği yanlış yanıt nedeniyle gerçek çözümü ıskalamaktadır:
“Türkiye’nin; Irak’ın kuzeyindeki güvenlikli bölgelerin PKK tarafından kullanılmasına engel olması ve buradaki PKK varlığına son vermesi, yürüttüğü terörle mücadelenin başarılı olması için olmazsa olmaz koşuldur. Irak yönetiminin, PKK terör örgütüne Irak’ın kuzeyindeki güvenli bölgeleri gönüllü veya gönülsüz olarak sağlaması her şeyden önce uluslararası hukuka aykırıdır. Irak yönetimi ilk önce, buna karşı tedbirler almakla yükümlüdür.” (s.224)
Genelkurmay Başkanı’nın, Irak’ın kuzeyinde PKK’ye güvenli alan yaratılmasından Washington’u değil de Bağdat’ı sorumlu tutuyor olması, analiz eksikliğiyle ya da kafa karışıklığıyla açıklanabilir mi?
‘PKK’yi PKK sonlandıracak!’
Biz Başbuğ’un şu “saptamasıyla” birleştirerek, böyle isimlendirelim şimdilik: “PKK terör örgütünün sonlandırılmasında etkin rol oynayacak birçok aktör vardır. Bunlardan en önemli olanlar; Türkiye, ABD, Kürt Bölgesel Yönetimi, Irak hükümeti ve PKK’nin kendisidir.” (s.225)
PKK’nin PKK’yi nasıl sonlandırabileceği üzerinde durmayacağız ancak ABD ve Kürt Bölgesel Yönetimi ile PKK’ye karşı mücadele konusunda Başbuğ’a göre bir uzlaşma var mı, bakalım:
“Türkiye, terörle mücadelede PKK terör örgütünü en azından marjinalize hale getirmek istiyorsa, Irak’ın kuzeyindeki güvenli bölgelere bir şekilde son vermelidir. Bu amaçta, Türkiye, ABD, Merkezi Irak Hükümeti ve Kürt Bölgesel Yönetimi’nin aynı noktada olduğu söylenebilir. Ancak, bu amacın nasıl sağlanacağı konusunda farklılıklar vardır. Türkiye dışında kalanlar, sorunun barışçı yollarla çözümünü düşünmektedir.” (s.229)
Umarız, Genelkurmay Başkanlığı ile Başbuğ aynı görüşte değildir. Çünkü PKK konusunda Washington ile Erbil’in Ankara ile aynı görüşte olduğunu sanmak ancak ikilinin Ankara’dan farklı olarak sorunun barışçıl şekilde çözülmesinden yana olduğunu telaffuz etmek, sorunu teşhis bile edememek demektir.
Silahlı saldırıya karşı barışçı çözüm isteyende hâlâ “samimiyet” aranıyorsa, bu artık gafletten de ötedir çünkü…
K. Irak tehdit değil mi?
İlginçtir, Başbuğ, ABD’nin bölgeden çekilmesiyle Kuzey Irak’ın istikrarsızlaşabileceğinden yakınmaktadır:
“ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra, PKK Irak’ın kuzeyindeki silahlı gücünün varlığını sürdürmeye devam ederse, Kürt Bölgesel Yönetimi’nin kontrolü altındaki bölgenin istikrarının koruması güç olabilir.” (s.226)
Kuzey Irak’taki yapı, Başbuğ için PKK’den daha mı az tehdittir? Türk devletinin “Kuzey Irak’ta kurulacak bir devleti savaş nedeni sayan çizgisi”, TSK saflarında da bu derece tahribata uğramış mıdır?
1 Mart tezkeresi
“Dışarıdan bakış”, Başbuğ’un 1 Mart tezkeresine değerlendirmesine de yansımaktadır: “Tezkerenin, 1 Mart 2003’te TBMM’de kabul edilmesi için gerekli olan oyun sağlanamamasıyla, Türkiye PKK terör örgütünü marjinalize edebileceği bir diğer fırsatı, bir defa daha kaçırmıştır.” (s.218)
“Tezkere eğer kabul edilse idi, uzun süre Irak’ın kuzeyinde bulunacak TSK ile PKK’nin marjinalize edilebilmesi mümkün olabilecekti.” (s.219)
Şükür ki, bu hatalı analiz, o dönemde Türk ordusunda hâkim değildi!
Hilmi Özkök’ü ve İlker Başbuğ’u bu yanlış analize sürükleyen hata, ABD’nin PKK’yle ilişkisini “görmemekten” kaynaklanmaktadır. İkili, ABD’yi PKK’nin hamisi olarak görmediği için, Pentagon’un TSK’ye PKK’yi bitirme izni vereceği yanılsamasına da düşmektedirler!
Çözüm: Liberal demokrasi(!)
E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un teröre karşı ABD ile “anlık istihbarat paylaşımı” yapılmasını işbirliği sayan anlayışı, bakın gelişmeleri nasıl saptıyor: “2007 Aralık ayında, Irak’ın kuzeyine hava harekâtlarının yapılabilmesi için ABD ile sürdürülen çalışmalar olumlu olarak sonuçlandı.” (s.89)
Sınır ötesi operasyonlar
ABD’nin TSK’nin kara harekâtını engellemek için “sonuç getirmeyecek” bir hava harekâtına “onay” vermesini, “ABD ile olumlu sonuçlanan” bir işbirliği şeklinde tanımlamak, en başta gerçeğe aykırıdır!
Nitekim kamuoyunun tepkisi sonucu 2008 Şubat’ında karadan yapılan “sınır ötesi harekât” karşısında ABD’nin takındığı tutum belleklerdedir, Pentagon’un “biran önce çıkın” açıklamaları arşivlerdedir!
AKP – PKK uyumu
Başbuğ’un yine gerçeklikle örtüşmeyen bir saptaması daha: “21 Ekim 2007 Dağlıca saldırıyla başlayan ve 19 Haziran 2010 Gediktepe çatışmasıyla gelişen süreçte örgütün silahlı propagandasının yapılması hedeflenmiştir. (…) Ancak, örgüt silahlı propaganda sürecini uzatma gücünü de kendisinde göremedi.” (s.93)
Oysa PKK “kendinde bir güç görmediği” için değil, 12 Eylül halk oylaması için “ateşkes” kararı vermiştir, verdirilmiştir!
Nitekim BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, halkoylamasında AKP’nin “evet” oyu ile kendilerinin “boykot” kararının toplamının, “çözüm” olduğunu ilan etmiştir!
Başbuğ’un çözümü: Liberal demokrasi
E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ, “terör örgütlerine” karşı çözümünü, kitabının sonunda ilan etmektedir: “Liberal demokrasinin, Türkiye’de uygulandığı veya uygulanmaya çalışıldığını söylemek doğrudur. Aslında, Türkiye için en uygun sistem de liberal demokrasidir ve Türkiye bu sisteme bağlı kalmalıdır.” (s.197)
Başbuğ’un çözümü “liberal demokraside” görmesinin gerekçesi ise siyaset literatürüne yeni bir katkı sunacak cinstendir: “Liberal demokrasi bireysel özgürlükler üzerine inşa edilmektedir.” (s.195), dolayısıyla “liberal demokrasi kolektif haklara karşıdır.” (s.196)
Bu durumda haliyle “liberal demokrasi” Kürtlerin kolektif olarak hak talebinde bulunmasına engel teşkil etmektedir! Nitekim bu parlak değerlendirme Başbakan Erdoğan’da da görülmektedir. Erdoğan da Başbuğ gibi “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımın bireysel problemleri vardır” deme noktasına gelmiştir!
Ancak Başbuğ’un “liberal demokrasi”nin gerçekte ne olduğu konusunda da net olmadığı görülmektedir: “Liberal demokraside, devletlerin etnik farklılıkları tanıması söz konusu değildir.” (s.214)
Ulusal devletler çağı kapandı mı?
Başbuğ’u “liberal demokrasi” çözümüne götüren etkenlerden biri de, yine Hilmi Özkök’ten kalma “küreselleşme çağında ulus devletlerin ortadan kalkacağı” şeklindeki Atlantik görüşüdür:
“21. yüzyılda yaşanan gelişmeler, ulus devletlerin bazı yeni anlayışlar içine girmesini gerektirmez mi? Bu soru da yerindedir. Yaşanılan bir küreselleşme gerçeği vardır. Özellikle, ekonomik ilişkilerde sınırlar zorlanmaktadır. Bu açıdan ulus devletlerin çizilen sınırlar içinde kalacağını düşünmek zordur.” (s.211)
Egemenliğin devri
Başbuğ, bu Atlantik görüşünün devamı niteliğinde, egemenlik hakkını da sorgulamaktadır: “Burada egemenlik hakkı mutlak bir hak mıdır sorusu karşımıza çıkmaktadır. Ulus devletler kendi rızaları ile egemenlik haklarını kullanarak uluslararası kuruluşların alacakları kararlara uyacaklarını taahhüt edebilirler. BM Güvenlik Konseyi’nin alacağı kararlar buna örnektir. Yine kendi egemenlik haklarını kullanarak, uluslararası kuruluşlarda, o kuruluşların karar organlarında bulunarak yer alabilirler. NATO buna örnektir.” (s.211, 222)
Başbuğ’da yansıması görülen ve Türk devletinin bazı merkezi kurumlarının da kabul ettiğinin anlaşıldığı bu görüş, maalesef 2003 yılında TBMM’de onaylanan BM ikiz sözleşmelerini daha da tehlikeli hale getiriyor!
Sonuç
E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un 5 gün boyunca incelediğimiz kitabı, sonuç olarak içinde “ABD’nin olmadığı bir terör kitabı” olması nedeniyle hem teşhiste, hem de tedavide reçete görevi göremiyor!
Mehmet Ali Güller
Odatv
4 Eylül 2011
Başbuğ’un teröre çözümü – 5: Çözüm: Liberal demokrasi(!)
Posted by Mehmet Ali Güller in Aydınlık Gazetesi Yazıları, Kitap-Film Yazıları, Politika Yazıları on 02/09/2011
E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un teröre karşı ABD ile “anlık istihbarat paylaşımı” yapılmasını işbirliği sayan anlayışı, bakın gelişmeleri nasıl saptıyor: “2007 Aralık ayında, Irak’ın kuzeyine hava harekâtlarının yapılabilmesi için ABD ile sürdürülen çalışmalar olumlu olarak sonuçlandı.” (s.89)
Sınır ötesi operasyonlar
ABD’nin TSK’nin kara harekâtını engellemek için “sonuç getirmeyecek” bir hava harekâtına “onay” vermesini, “ABD ile olumlu sonuçlanan” bir işbirliği şeklinde tanımlamak, en başta gerçeğe aykırıdır!
Nitekim kamuoyunun tepkisi sonucu 2008 Şubat’ında karadan yapılan “sınır ötesi harekât” karşısında ABD’nin takındığı tutum belleklerdedir, Pentagon’un “biran önce çıkın” açıklamaları arşivlerdedir!
AKP – PKK uyumu
Başbuğ’un yine gerçeklikle örtüşmeyen bir saptaması daha: “21 Ekim 2007 Dağlıca saldırıyla başlayan ve 19 Haziran 2010 Gediktepe çatışmasıyla gelişen süreçte örgütün silahlı propagandasının yapılması hedeflenmiştir. (…) Ancak, örgüt silahlı propaganda sürecini uzatma gücünü de kendisinde göremedi.” (s.93)
Oysa PKK “kendinde bir güç görmediği” için değil, 12 Eylül halk oylaması için “ateşkes” kararı vermiştir, verdirilmiştir!
Nitekim BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, halkoylamasında AKP’nin “evet” oyu ile kendilerinin “boykot” kararının toplamının, “çözüm” olduğunu ilan etmiştir!
Başbuğ’un çözümü: Liberal demokrasi
E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ, “terör örgütlerine” karşı çözümünü, kitabının sonunda ilan etmektedir: “Liberal demokrasinin, Türkiye’de uygulandığı veya uygulanmaya çalışıldığını söylemek doğrudur. Aslında, Türkiye için en uygun sistem de liberal demokrasidir ve Türkiye bu sisteme bağlı kalmalıdır.” (s.197)
Başbuğ’un çözümü “liberal demokraside” görmesinin gerekçesi ise siyaset literatürüne yeni bir katkı sunacak cinstendir: “Liberal demokrasi bireysel özgürlükler üzerine inşa edilmektedir.” (s.195), dolayısıyla “liberal demokrasi kolektif haklara karşıdır.” (s.196)
Bu durumda haliyle “liberal demokrasi” Kürtlerin kolektif olarak hak talebinde bulunmasına engel teşkil etmektedir! Nitekim bu parlak değerlendirme Başbakan Erdoğan’da da görülmektedir. Erdoğan da Başbuğ gibi “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımın bireysel problemleri vardır” deme noktasına gelmiştir!
Ancak Başbuğ’un “liberal demokrasi”nin gerçekte ne olduğu konusunda da net olmadığı görülmektedir: “Liberal demokraside, devletlerin etnik farklılıkları tanıması söz konusu değildir.” (s.214)
Ulusal devletler çağı kapandı mı?
Başbuğ’u “liberal demokrasi” çözümüne götüren etkenlerden biri de, yine Hilmi Özkök’ten kalma “küreselleşme çağında ulus devletlerin ortadan kalkacağı” şeklindeki Atlantik görüşüdür:
“21. yüzyılda yaşanan gelişmeler, ulus devletlerin bazı yeni anlayışlar içine girmesini gerektirmez mi? Bu soru da yerindedir. Yaşanılan bir küreselleşme gerçeği vardır. Özellikle, ekonomik ilişkilerde sınırlar zorlanmaktadır. Bu açıdan ulus devletlerin çizilen sınırlar içinde kalacağını düşünmek zordur.” (s.211)
Egemenliğin devri
Başbuğ, bu Atlantik görüşünün devamı niteliğinde, egemenlik hakkını da sorgulamaktadır: “Burada egemenlik hakkı mutlak bir hak mıdır sorusu karşımıza çıkmaktadır. Ulus devletler kendi rızaları ile egemenlik haklarını kullanarak uluslararası kuruluşların alacakları kararlara uyacaklarını taahhüt edebilirler. BM Güvenlik Konseyi’nin alacağı kararlar buna örnektir. Yine kendi egemenlik haklarını kullanarak, uluslararası kuruluşlarda, o kuruluşların karar organlarında bulunarak yer alabilirler. NATO buna örnektir.” (s.211, 222)
Başbuğ’da yansıması görülen ve Türk devletinin bazı merkezi kurumlarının da kabul ettiğinin anlaşıldığı bu görüş, maalesef 2003 yılında TBMM’de onaylanan BM ikiz sözleşmelerini daha da tehlikeli hale getiriyor!
Sonuç
E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un 5 gün boyunca incelediğimiz kitabı, sonuç olarak içinde “ABD’nin olmadığı bir terör kitabı” olması nedeniyle hem teşhiste, hem de tedavide reçete görevi göremiyor!
MehmetAli Güller
Aydınlık Gazetesi
2 Eylül 2011
Başbuğ’un teröre çözümü – 4: ‘Washington değil Bağdat suçlu’
Posted by Mehmet Ali Güller in Aydınlık Gazetesi Yazıları, Kitap-Film Yazıları, Politika Yazıları on 01/09/2011
E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un kitabında, bölgeden değil de Atlantik’ten bakan değerlendirmeleri, soruna çözüm noktasında sıkıntı yaratıyor. Şöyle ki, PKK ile mücadele konusunda örgüte “Irak’ın kuzeyinde sağlanan güvenli bölgenin”
hedef alınması gerektiği doğru görüşünü savunan Başbuğ, bu bölgeyi kimin sağladığına verdiği yanlış yanıt nedeniyle gerçek çözümü ıskalamaktadır:
“Türkiye’nin; Irak’ın kuzeyindeki güvenlikli bölgelerin PKK tarafından kullanılmasına engel olması ve buradaki PKK varlığına
son vermesi, yürüttüğü terörle mücadelenin başarılı olması için olmazsa olmaz koşuldur. Irak yönetiminin, PKK terör örgütüne Irak’ın kuzeyindeki güvenli bölgeleri gönüllü veya gönülsüz olarak sağlaması her şeyden önce uluslararası hukuka aykırıdır. Irak yönetimi ilk önce, buna karşı tedbirler almakla yükümlüdür.” (s.224)
Genelkurmay Başkanı’nın, Irak’ın kuzeyinde PKK’ye güvenli alan yaratılmasından Washington’u değil de Bağdat’ı sorumlu tutuyor olması, analiz eksikliğiyle ya da kafa karışıklığıyla açıklanabilir mi?
‘PKK’yi PKK sonlandıracak!’
Biz Başbuğ’un şu “saptamasıyla” birleştirerek, böyle isimlendirelim şimdilik: “PKK terör örgütünün sonlandırılmasında etkin rol oynayacak birçok aktör vardır. Bunlardan en önemli olanlar; Türkiye, ABD, Kürt Bölgesel Yönetimi, Irak hükümeti ve PKK’nin kendisidir.” (s.225)
PKK’nin PKK’yi nasıl sonlandırabileceği üzerinde durmayacağız ancak ABD ve Kürt Bölgesel Yönetimi ile PKK’ye karşı mücadele konusunda Başbuğ’a göre bir uzlaşma var mı, bakalım:
“Türkiye, terörle mücadelede PKK terör örgütünü en azından marjinalize hale getirmek istiyorsa, Irak’ın kuzeyindeki güvenli bölgelere bir şekilde son vermelidir. Bu amaçta, Türkiye, ABD, Merkezi Irak Hükümeti ve Kürt Bölgesel Yönetimi’nin aynı noktada olduğu söylenebilir. Ancak, bu amacın nasıl sağlanacağı konusunda farklılıklar vardır. Türkiye dışında kalanlar, sorunun barışçı yollarla çözümünü düşünmektedir.” (s.229)
Umarız, Genelkurmay Başkanlığı ile Başbuğ aynı görüşte değildir. Çünkü PKK konusunda Washington ile Erbil’in Ankara ile aynı görüşte olduğunu sanmak ancak ikilinin Ankara’dan farklı olarak sorunun barışçıl şekilde çözülmesinden yana olduğunu telaffuz etmek, sorunu teşhis bile edememek demektir.
Silahlı saldırıya karşı barışçı çözüm isteyende hâlâ “samimiyet” aranıyorsa, bu artık gafletten de ötedir çünkü…
K. Irak tehdit değil mi?
İlginçtir, Başbuğ, ABD’nin bölgeden çekilmesiyle Kuzey Irak’ın istikrarsızlaşabileceğinden yakınmaktadır:
“ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra, PKK Irak’ın kuzeyindeki silahlı gücünün varlığını sürdürmeye devam ederse, Kürt Bölgesel Yönetimi’nin kontrolü altındaki bölgenin istikrarının koruması güç olabilir.” (s.226)
Kuzey Irak’taki yapı, Başbuğ için PKK’den daha mı az tehdittir? Türk devletinin “Kuzey Irak’ta kurulacak bir devleti savaş nedeni sayan çizgisi”, TSK saflarında da bu derece tahribata uğramış mıdır?
1 Mart tezkeresi
“Dışarıdan bakış”, Başbuğ’un 1 Mart tezkeresine değerlendirmesine de yansımaktadır: “Tezkerenin, 1 Mart 2003’te TBMM’de kabul edilmesi için gerekli olan oyun sağlanamamasıyla, Türkiye PKK terör örgütünü marjinalize edebileceği bir diğer fırsatı, bir defa daha kaçırmıştır.” (s.218)
“Tezkere eğer kabul edilse idi, uzun süre Irak’ın kuzeyinde bulunacak TSK ile PKK’nin marjinalize edilebilmesi mümkün olabilecekti.” (s.219)
Şükür ki, bu hatalı analiz, o dönemde Türk ordusunda hâkim değildi!
Hilmi Özkök’ü ve İlker Başbuğ’u bu yanlış analize sürükleyen hata, ABD’nin PKK’yle ilişkisini “görmemekten” kaynaklanmaktadır. İkili, ABD’yi PKK’nin hamisi olarak görmediği için, Pentagon’un TSK’ye PKK’yi bitirme izni vereceği yanılsamasına da düşmektedirler!
YARIN: Çözüm: Liberal demokrasi(!)
Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
1 Eylül 2011
Başbuğ’un teröre çözümü – 3: ABD, PKK’nin neresinde?
Posted by Mehmet Ali Güller in Aydınlık Gazetesi Yazıları, Kitap-Film Yazıları, Politika Yazıları on 31/08/2011
E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Bağbuğ, 1984 ile 2010 arasındaki süreci, PKK açısından şöyle sınıflandırmış: “1985 – 1991 dönemi PKK’nin gücünü pekiştirmeye ve sağlamlaştırmaya çalıştığı, 1991 – 1992 dönemi çatışmaların sokaklara taşındığı, 1992 – 1993 dönemi örgütün kontrolü ele geçirmeyi hedeflediği, 1993 – 1995 dönemi dengelerin değiştiği, 1995 – 1998 dönemi örgütün düşüşe geçtiği, yeni yolların arandığı, 1998 – 1999 dönemi Abdullah Öcalan’ın yakalandığı ve 1999 – 2010 dönemi örgütün kendisini kurtarmaya çalıştığı dönem olarak adlandırılabilir.” (s.89).
PKK büyüyor mu, küçülüyor mu?
Başbuğ’un benimsediği bu sınıflandırmanın da “yerel” olmadığını, A. Marcus’a ait olduğunu belirtelim öncelikle. Ama bizi ilgilendiren daha ziyade 1999 – 2010 dönemini “PKK’nin kendisini kurtarmaya çalıştığı” bir dönem olarak nitelenmesi!
Başbuğ, A. Marcus’un görüşlerini kabul ediyor ama selefi E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. Yaşar Büyükanıt’ın Kara Kuvvetleri Komutanı olduğu 2005 yılında dile getirdiği “PKK militanlarının sayısı, Abdullah Öcalan dönemindeki seviyeye ulaştı” şeklindeki “resmi saptamaya” itibar etmiyor anlaşılan!
TSK’nin en üst makamında bulunan bir ismin, ABD’nin bölgeye yerleştiği dönemde PKK’nin güçlendiği gerçeğini görmeyip, “örgütün kendisini kurtarmaya çalıştığı” yanılsamasına kapılması, acıdır!
ABD’nin bölgedeki varlığının PKK’yi güçlendirdiği gerçeğini görmeyen Başbuğ, bu nedenle kitabında sık sık hatalı tahliller yapmaktadır. Örneğin Başbuğ, “PKK’nin 2003 yılında yeniden eylemlere başlamasını ve 2004 yılında tırmandırmasını, örgüte katılımların azalmasına” (s.106) bağlamaktadır.
Başbuğ’a göre PKK, ABD bölgeye geldiği için değil azalan katılımı artırmak için 2003’te harekete geçiyor!
ABD PKK’ye destek vermiyor mu?
Başbuğ, Filistin’in, Suriye’nin, SSCB’nin, Rusya’nın, İran’ın, hatta bazı Avrupa devletlerinin de PKK’ye destek verdiğini söylüyor ama ABD ve İsrail’i görmüyor!
Hadi Başbuğ, resmi kayıtlara da girmiş olan “CIA’nın PKK’ye 125 milyon dolar para yardımını” bilmiyor, gazetelerde bile yer alan ABD’li yetkililer ile PKK liderlerinin toplantı fotoğraflarını görmüyor…
Peki, Başbuğ, komutanlarının sık sık dile getirdiği “ABD uçakları, PKK kamplarına mühimmat yardımı atıyordu” şeklindeki saptamalarını da mı dikkate almıyor! Başbuğ, askeri istihbaratın tespit ettiği “MOSSAD’ın PKK’yi eğitme” bilgilerine de mi itibar etmiyor!
Umarız, ABD gerçekliğine körlüğün ne sonuçlar doğurduğu, en azından “PKK’ye destek verenlerin arasında artık TSK’nin de sayıldığı” şu psikolojik savaş şartlarında anlaşılır! Çünkü görülmüştür ki, siz “ABD’nin PKK’ye destek verdiğini ilan etmezseniz, o sizin Ergenekon örgütü olarak PKK’ye destek verdiğinizi” söyler ve söylüyor, söyletiyor!
PKK neden büyüdü?
Başbuğ, 1988-1992 sürecinde, PKK’nin neden büyüdüğünü 3 etkene bağlıyor: Birincisi Halepçe katliamı ve sonraki mülteci akınları nedeniyle; ikincisi BM’nin kararı çerçevesinde Irak’ın kuzeyinde tesis edilen huzur operasyonu nedeniyle ve üçüncüsü Irak ordusunun kuzeyden kaçarken silah ve araçlarını bölgede bırakması nedeniyle… (s.215)
Böylece Başbuğ, PKK’nin büyümesinin iki nedenle Irak’tan, bir nedenle de BM’den (ABD değil!) kaynaklandığını savunmaktadır.
Başbuğ, “ikinci Irak savaşı” sonrasında PKK’nin güç kazanmasında bile ABD’yi direkt etken olarak göstermemekte, PKK’yle mücadele konusunda Türkiye’nin ABD’yi ikna edememesinden yakınmaktadır:
“ABD ve Kürt Bölgesel Yönetimi’nin üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmelerine ikna ettirilmesiyle, alınacak etkili tedbirlerle ve gerek duyulması halinde icra edilecek operasyonlarla Irak’ın kuzeyindeki PKK varlığı en azından marjinal hale getirilebilirdi.” (s.216)
Başbuğ ilerleyen sayfalarda, PKK’nin Irak’ın kuzeyindeki varlığını “ABD için” tehdit olarak bile algılamaya başlamaktadır: “PKK terör örgütünün Irak’ın kuzeyindeki var oluşundan doğan sorunun sonlandırılması, ABD menfaatleri açısından da önemlidir.” (s.227)
YARIN: ‘Washington değil Bağdat suçlu’
Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
31 Ağustos 2011
Başbuğ’un teröre çözümü – 2: ‘Küresel düşün, ulusal hareket et’
Posted by Mehmet Ali Güller in Aydınlık Gazetesi Yazıları, Kitap-Film Yazıları, Politika Yazıları on 30/08/2011
E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ kitabında, “küreselleşmenin ulus, ulus devlet ve ulusalcılığı ortadan kaldırdığını söyleyenlerin, her şeyi doğru ve gerçek anlamda topluma anlatmadığını” (s.47) iddia ediyor ve küreselleşmenin bu
kavramlara sadece etkisinin bulunduğunu, bu etkiye karşı izlenecek genel politikanın da “küresel düşün, ulusal hareket et” (s.48) şeklinde olması gerektiğini savunuyor! Başbuğ, ABD, AB ve Rusya’nın bu prensibi uyguladığını, örnek olarak gösteriyor. (s.48)
Hilmi Özkök’ün genel bakışını yansıtan bu görüş, sadece TSK’de değil, devletin pek çok merkezi kurumunda ağırlık kazanmaya ve zafiyet oluşturmaya başladı. Başbuğ’un “ulusalcılığa ve ulusal devlete” en çok saldırıldığı dönemde görevler üstlenmiş olması, normalde, onun bu bakışın yanlışlığını daha net görmesini gerektirirdi!
Türk ordusuna kumanda edenler, hiç değilse, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün “ulusalcılığı tehdit” saymasını ve Terörle Mücadele Hareket Dairesi Başkanlığı faaliyet alanı içinde tanımlamasını değerlendirmeliler!
Başbuğ’un ‘savaş’ anlayışı
Başbuğ, Hilmi Özkök’ten kalma “savaşa bakış” anlayışını da sürdürüyor: “Çağımızda büyük ölçüde çatışmalar, devletler arasında değil, toplumlar, insanlar arasında; kültür, etnik ve dini konulara dayalı ortaya çıkabilir.” (s.49)
ABD’nin Irak’a saldırı hazırlıkları sırasında ortaya atılan ve düşünce kuruluşları aracılığıyla tüm dünyaya enjekte edilen bu fikir, açık ki, emperyalizmin saldırgan yüzüne yapılan bir maskeydi.
En yüksek makamları işgal edenlerin, ABD’nin Irak’a saldırısını, Afganistan’ı işgalini görmeyip, “çatışmalar devletler arasında değil, toplumlar ve insanlar arasındadır” demesi büyük zafiyet demektir.
Güvenlik algılaması
İlker Başbuğ, güvenlik algılamasını salt “terör” olarak belirliyor: “Özellikle iki kutuplu dünya düzeninin yıkılmasından sonra güvenlik sorunu olarak değerlendirilen risk ve tehditlerin simetrikten asimetriğe doğru kaydığından söz edilebilir. Bugün karşı karşıya bulunulan en büyük risk, ardında radikal düşünceler barındıran terördür.” (s.67)
Yine Hilmi Özkök’ün NATO perspektifi üzerinden Türk Ordusu’na enjekte ettiği bu “asimetrik tehdit” algılaması kocaman bir yalandır! Ki kavram, yine ABD’nin 21. yüzyılı Amerikan yüzyılı yapmak üzere dünyaya saldırıya hazırlandığı süreçte ürettiği ve “El-Kaide” öcüsü ile birlikte kullandığı bir kavramdır.
Oysa gerçek çırılçıplak ortadadır: ABD’nin Türkiye de dâhil tüm bölge ülkelerine yönelik tehdidi simetriktir!
Bu bakış açısı, üzülerek görüyoruz ki, pek çok komutanın algısını da tahrip etmiş ve PKK’yi görüp, arkasındaki ABD’yi göremez hale getirmiştir!
Bir kez risk ve tehditlerin simetrikten asimetriğe kaydığını savunur ve buna uygun olarak da güvenlik algılamasının başına terörü yerleştirirseniz, haliyle şu yanlışa da savrulursunuz: “Karşılaşılan bu durum yeni güvenlik anlayışının doğmasına zemin hazırlamıştır. Yeni güvenlik anlayışının merkezinde ise bireyin ihtiyaçları, insanın güvenliği bulunmaktadır.” (s.67)
Sömürgecilik felsefesinin izleri
Başbuğ, kitabında güneydoğu bölgesinin geri kalmışlığını incelediği bölümde şöyle bir saptamada bulunuyor: “ABD’nin Chester Demiryolu projesi ile Almanların Berlin-Bağdat Demiryolu projesinin tamamlanamaması da bölgenin aleyhine oldu.” (s.51)
Batı merkezli düşünenlerin sık sık dile getirdiği bir yaklaşımdır bu; örneğin İngiltere’nin Hindistan’a katkıları övülerek, sömürgecilik aklanır!
Üzülerek görüyoruz ki İlker Başbuğ da, bu bakışın izlerini taşıyor. ABD’nin ya da Almanya’nın bölgeye ilişkin emperyalist projelerinin tamamlanmamasını, bugün bölgenin geri kalmışlığının etkeni saymak, gaflettir!
YARIN: ABD, PKK’nin neresinde?
Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
30 Ağustos 2011
Başbuğ’un teröre çözümü – 1: Atlantik cephesinden değerlendirme
Posted by Mehmet Ali Güller in Aydınlık Gazetesi Yazıları, Kitap-Film Yazıları, Politika Yazıları on 29/08/2011
E. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ’un “Terör Örgütlerinin Sonu” isimli kitabı, bir yönüyle TSK’nin görüşlerini yansıtması bakımından önemlidir ve incelemeyi gerektirir.
Dahası, TSK’ye yakın dönemde komuta etmiş bir ismin Türkiye’nin bu en temel meselesini nasıl teşhis ettiği ve ne çözümler getirdiği hem Ankara hem de bölge başkentleri için kritiktir.
Başbuğ’un Remzi Kitabevi’nden çıkan 232 sayfalık kitabını, 5 günlük yazı dizisi halinde inceleyeceğiz:
Bölgeden değil Atlantik’ten bakış
Başbuğ’un kitabının büyük bölümü iki kaynağa dayanıyor: “Birincisi, ABD Ulusal Harp Akademisi’nde görevli Audrey Kurth
Cronin tarafından 2009 yılında yazılan ‘Terör Nasıl Sona Erer?’ adlı kitaptır. İkinci çalışma ise, RAND kuruluşunun 2010 yılında, Ulusal Savunma Araştırma Enstitüsü’nce aynı başlık altında yapılanıdır.” (s.129,130)
Başbuğ, kitabında “bu iki çalışmadan büyük ölçüde faydalandığını” (s.130) söylemiştir. Kitabının bu iki ABD çalışmasına dayanmasının Başbuğ’u ne gibi tahlil yanlışlarına götürdüğünü, yazı dizimiz boyunca ortaya koyacağız. Ama ilk günden çok temel birini belirtelim.
Başbuğ da, tıpkı Cronin ve RAND raporu gibi ABD saldırısına karşı vatanını savunan Küba ve Vietnam’daki yurtsever örgütleri
“terör” örgütü sayıyor! (s.133). Hatta “20. Yüzyılda yaşanan terör eylemlerinin beşiği de yine Filistin’dir” (s.199) diyor!
Kitabın ayrıntılarına geçmeden önce özellikle vurgulayalım ki, Başbuğ’un kitabı yerel değil, konuya bu topraklardan bakmıyor, tersine Atlantik cephesinden bakıyor.
Bunu söylerken, salt yukarıda belirttiğimiz gibi kitabın iki Batı kaynağına dayanıyor olmasından hareket etmiyoruz. İlker Başbuğ maalesef, Atlantik kaynaklı bakışın ürünü raporlardan bire bir çeviri yaparak da, yerel bir kitap yazmadığını sergiliyor.
Bu dublaj hali kitabın ciddiyetini önemli oranda sarsıyor. Örneğin, “Filistin Halk Kurtuluş Cephesi”, Başbuğ tarafından İngilizceden çevrilirken, “Popüler Filistin Kurtuluş Cephesi”ne dönüşüyor (s.154, 168, 174); “Filistin Kurtuluş Cephesi”, “Filistin Kurtarma Cephesi”ne (s.151); “İspanya İç Savaşı” da, “İspanya Sivil Savaşı”na (s.190)…
ABD’nin Irak saldırısı
Başbuğ’un kitabında “Irak savaşıyla” ilgili yer alan bölümler, Genelkurmay Başkanı’nın bir ABD saldırısına hangi perspektiften baktığını anlamamız açısından yarar sağlıyor:
“2002 yılının sonu ile 2003 yılının başı, ABD’nin Irak’a karşı icra edeceği harekâtın hazırlık dönemi oldu. 19 Mart 2003 günü akşamı da Bağdat’ın bombalanmasıyla Irak’ı Kurtarma Harekâtı başladı.” (s.87)
Başbuğ, yukarıda kısaca değindiğimiz kavramlara yerel olmayan yaklaşımını, ABD’nin Irak’a emperyalist saldırısında da sergilemiş. ABD’nin, saldırganlığını maskelemek üzere kullandığı bu tip sahte isimlerin, en azından Türk Genelkurmay Başkanı tarafından kullanılmıyor olması gerekmez mi?
ABD’nin terör tanımı
Başbuğ, kitabının “terör / terörizm” bölümünde, kavramı teorik temellerde incelemiş, haliyle kavramın tanımını da yapmış.
Dikkatimizi çeken, terörle 40 yıldır mücadele eden ve bu konuda dünyanın en deneyimli ordusu olan TSK’nin başının, teröre ilişkin “yerel” bir tanımının olmaması!
Kim bilir, belki de kitabı daha bilimsel(!) gösterme gayretiyle olsa gerek, B. Gonar, W. Laqueur gibi Atlantikçi güvenlik uzmanlarının ve hatta Pentagon’un tanımı üzerinden kavram açıklanmaya çalışılmış:
“ABD Savunma Bakanlığı’nın tanımı ise şöyledir: Politik, dini veya ideolojik hedeflerin elde edilmesi için, kişilere karşı terörü kullanarak veya terör ile tehdit ederek, hükümetleri ve toplumu korkutmak.”
(s.70)
‘Kürt sorunu yoktur’
Başbuğ, kitabını “Kürt sorunu yoktur” tezi üzerine inşa ediyor:
“Türkiye’de ‘etnik sorun’, diğer değişle ‘Kürt sorunu’ yoktur. Ancak, böyle bir sorunun olmasını isteyenlerin var olduğu da unutulmamalıdır.” (s.52, 183)
Başbuğ’un “Kürt sorunu yoktur” demesi elbette bilimsel değildir, doğru değildir ama daha da ironik olanı, Başbuğ’un “Kürt
sorunu vardır, çözümü de Kürt açılımıdır” denilen dönemin, yani 2009-2010 yıllarının Genelkurmay Başkanı olmasıdır!
YARIN: Başbuğ’da ‘Küresel düşün, ulusal hareket et’ anlayışı
Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
29 Ağustos 2011