Posts Tagged Bahçeli

İki entegrasyon, iki idari yapı

Suriye’den gelen bilgiler, Şam ile SDG’nin entegrasyonda bir orta yol bulmaya yakın olduklarına işaret ediyor. 

ABD’nin Suriye’nin geçici Cumhurbaşkanı Ahmet el Şara ile SDG Komutanı Mazlum Abdi’ye imzalattığı 10 Mart mutabakatına göre, SDG’nin 31 Aralık’a kadar Suriye ordusuna entegrasyonu gerekiyor.

Peki nasıl?

İki model

Türkiye ve Şam yönetimi, SDG’nin kendini dağıtarak, her SDG’linin tek tek Suriye ordusuna entegre edilmesini savunuyor. 

ABD, İsrail ve SDG yönetimi ise SDG’nin birincisi tek tek değil blok halinde, ikincisi kendi komutası altında ve üçüncüsü kendi bölgesinde Suriye ordusuna entegre olmasını savunuyor.

Bu pratikte iki farklı entegrasyon, iki farklı model, hatta Suriye açısından iki ayrı idari model demek. 

SGD’lilerin tek tek Suriye ordusuna entegre olmasının pratik sonucu “üniter Suriye” demektir. SDG’lilerin blok halinde kendi bölgesinde Suriye ordusunun bir parçası olması ise SDG bölgesinin özerkliği ve Suriye’nin ademi merkeziyetçiliği demektir. 

Uzlaşı için ara formül

Şam’ın ve HTŞ’nin SDG’yi “zorla” kendi istediği modele göre entegre etme şansı yok. Şara’nın Suriye’yi yönetebilmesi, ABD’nin yaptırımlarının kalkmasına ve Washington’un desteğine bağlı. Diğer yandan İsrail de Şam’ı askeri basınç altında tutuyor. 

HTŞ’nin SDG’yi “zorla” tek tek entegre edebilmesi ya da dağıtabilmesinin tek yolu, Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu güçlerinin doğrudan SDG’ye müdahalesinden geçiyor. 

Ancak bu durum AKP hükümeti açısından Washington’la açtığı yeni beyaz sayfanın tekrar kapanmasından içerideki açılım sürecinin tıkanmasına kadar birçok riski barındırıyor. 

ABD Büyükelçisi Tom Barrack’ın bu nedenle bir ara formülü uygulatmaya çalıştığı anlaşılıyor: SDG’nin tamamı değil ama üç tümeni korunsun, kendi bölgesinde bloklar halinde Suriye ordusunun parçası olsun. Bu ara formülün gereği olan idari yapıyı zaten “federasyon değil ama ona en yakın sistem” diye tanımlamıştı. 

Şam’ın iki talebi

Şam’dan gelen bilgiler, bu formülün genel bir uzlaşının zeminini oluşturduğu şeklinde ama -belki de Ankara’nın etkisiyle- Şara yönetimi bazı ek taleplerde bulunuyor. 

Örneğin Reuters’ın iddiasına göre Şam yönetimi “50 bin SDG’linin üç tümen halinde yeniden yapılandırılmasına” prensipte açık ancak iki talebi var: 1) SDG bazı komuta pozisyonlarından vazgeçmeli. 2) Kontrol ettiği bölgeler, Suriye ordusunun diğer birliklerine de açılmalı.

Şam’ın bu talepleri SDG tarafından kabul görür mü? Reuters’e konuşan bir SDG’li yetkili, “Bir anlaşmaya hiç bu kadar yakın olmamıştık” diyor.

Yanlış Suriye politikasının maliyetleri

Belki de uzlaşıya yaklaşılması nedeniyle olsa gerek, DEM Parti Milletvekili Cengiz Çandar, TBMM’de yaptığı konuşmada, Erdoğan’dan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a SDG konusundaki sözleri nedeniyle “ayar vermesini” istedi!

Anlaşılan o ki Öcalan’ın TBMM heyetine yaptığı ama sadece 4 sayfalık özeti açıklanan 16 sayfalık görüşleri, devlet içinde farklı yorumlanıyor. Fidan’ın kimi sözlerinin işte o farka işaret ettiği düşünülüyor.

DEM de, Bahçeli’nin “Diyarbakır’da Öcalan’a özgürlük mitingi yapılmasını demokrasinin gereği sayan” tutumundan anlaşıldığı kadarıyla MHP de, Suriye’deki bu uzlaşıya yakınlığın, içerideki açılım sürecinin önünü açacağını düşünüyor. O nedenle Öcalan’ın 16 sayfalık açıklaması bir süre daha kamuoyundan gizlenecek büyük olasılıkla. Çünkü Öcalan SDG’nin Suriye’de silah bırakmasını kabul etmiyor. 

Burada bir sürpriz yok, Öcalan süreç başlarken nerede duruyorsa bugün de orada duruyor. 2014’teki açılımda “Ağırlık merkezi Kuzey Irak değil Kuzey Suriye” demişti, 2025’te de “Türkiye’de devlet, federasyon, özerklik istemiyorum ama Suriye’de istiyorum” diyor özetle. 

Yani Öcalan değil, AKP ve MHP durduğu yeri sürekli değiştiriyor. Bunun Türkiye’ye ağır maliyetlerini daha yaşamaya başlamadık bile…

Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
20 Aralık 2025 

, , , , , , , , ,

Yorum bırakın

Öcalan’ın CHP ısrarının anlamı

TBMM Komisyonu’nun 24 Kasım’da İmralı’ya gidip Öcalan’la görüşmesinin kritik önemde olduğunu söylediler ama Öcalan’la ne konuştuklarını bırakın kamuoyuna açıklamayı, TBMM Komisyonu’nda bile ele almadılar. Komisyon toplantısını ertelediler, dahası araya DEM’in bir İmralı ziyaretini daha koydular. 

Evet, Komisyon toplanmadan önce DEM heyeti bir kez daha Öcalan’la görüştü. Heyetin açıklamasına göre Öcalan “darbe mekaniği” riskine dikkat çekti.

Halbuki TBMM Komisyonu’nun ziyareti sonrasında AKP’li Şamil Tayyar da bu yönde bir mesaj olduğunu iddia etmiş, Öcalan’ın “Bahçeli’ye karşı bir darbe uyarısı” olduğunu gündeme getirmiş ama bizzat Bahçeli tarafından yalanlanmıştı.

TBMM Komisyonu toplantısının geciktirilmesinden ve araya DEM’in yeni bir İmralı ziyaretinin eklenmesinden anlamamız gereken nedir? Öcalan’ın mesajları, kamuoyu tarafından daha rahat sindirilebilmesi için devletin üst katlarında inceltiliyor mu? 

Öcalan’ın siyasal mutabakat beklentisi

Evet, Öcalan’ın TBMM Komisyonu heyetine ne söylediğini devlet biliyor, iktidar biliyor, hatta Kandil biliyor ama TBMM Komisyonu ve kamuoyu bilmiyor. 

Öcalan’ın mesajları, DEM’li heyet üyesi Gülistan Koçyiğit’in ağzından kamuoyuna parça parça aktarıldı sadece. Belli ki parça parça olması da bir çeşit rahat sindirilmesi için. Koçyiğit’in aktardığına göre “Öcalan’ın temel arayışı siyasal mutabakat.”

Hangi siyasal mutabakat bu peki? Öcalan’ın siyasal mutabakattan kastının, CHP’nin AKP, MHP ve DEM’le uyumlu bir “açılım” ortağına dönüşmesi elbette. Nitekim DEM’li Koçyiğit’in İmralı’daki görüşmeden aktardığı şu değerlendirme de buna işaret ediyor: “Öcalan’ın CHP’yi önemsediğine, bu süreçte mutlaka olması gerektiğine dair değerlendirmeleri malum. Bu görüşmede özel olarak CHP’nin gelmemesine dair bir değerlendirmesi oldu ve ‘keşke CHP de gelseydi’ dedi.”

PKK’nin iki şartı

TBMM Komisyonu’nun İmralı ziyareti, taraflarca süreci ivmelendirecek bir adım olarak pazarlandı. Ama sonuçlarına bakılırsa, tersine TBMM Komisyonu’nun İmralı ziyareti, bir nevi “2. Habur” etkisi yaratmış durumda.

O sonuçlardan biri TBMM Komisyonu’nun Öcalan’la görüşmesinin ardından Kandil’den gelen “kırmızı çizgi”ydi: Önce KCK Eş Başkanı Bese Hozat “İktidarın sürece dönük yaklaşımı çok zayıftır; aslında kararsızdır” dedi, ardından da PKK’li Amed Malazgirt “Bizden bu kadar, adım atma sırası Türkiye’de. Öcalan serbest bırakılmadıkça başka adım atmayacağız” dedi.

Bahçeli, Bese Hozat’ın “af istemiyoruz” sözlerine tepki gösterdiyse de, bu daha çok Cumhur İttifakı tabanına olumsuz etkisini sönümlendirme amaçlı görünüyor. Zira diğer mesaj, PKK’nin “Öcalan’ın serbest bırakılması” şartı yerinde duruyor.

Açılıma entegrasyon düğümü

“Darbe mekaniği” tartıştırılıyor ama asıl önemli konu olan SDG’nin entegrasyonu ve Öcalan’ın bu konuda nasıl bir tutum alacağı konusu geçiştiriliyor. Hatta şu gelişmelere bakılırsa, Ankara ile SDG arasında dolaylı bir müzakere yürütüldüğü bile söylenebilir:

Suriye’deki özerk yapının Dış İlişkiler Sorumlusu İlham Amed, DEM tarafından İstanbul’daki bir konferansa davet edildi ve DEM, onaylanması için AKP’yle görüşüyor. Diğer yandan İlham Ahmed’in Mazlum Abdi’yle birlikte Barzanilerin Kızey Irak’taki konferansına katılabilmesinin de Ankara’nın onayıyla mümkün olduğu belirtiliyor.

SDG komutanı Mazlum Abdi’nin açık açık “Öcalan’la görüşmek için Türkiye’ye gelmek istediğini” söylemesi de Ankara-SDG müzakerelerinin bir parçası olarak değerlendirilebilir.

Bahçeli’nin “SDG Öcalan’ın 27 Şubat çağrısına ve Şam’la imzaladığı 10 Mart mutabakatına riayet etmeli” mesajı ile onu tamamlayan AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in “SDG, 10 Mart Anlaşması’na uyarsa terör örgütü olmaktan çıkar” mesajı ise Ankara’nın SDG’yle müzakereyi nereye evirmek istediğine işaret ediyor.

Özetle Türkiye’deki açılım, Suriye’deki entegrasyona düğümlenmiş durumda.

Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
4 Aralık 2025 

, , , , , , , ,

Yorum bırakın

Öcalan’ın himaye çağrısının anlamı

TBMM Komisyonu’nun İmralı’da Öcalan’la görüşmesinin üzerinden bir hafta geçti ama henüz Türkiye o görüşmeye dair “resmi gerçekleri” bilmiyor. Çünkü komisyonun bu gündemle yapacağı toplantı ertelendi. 

Ancak İmralı’da neler konuşulduğu parça parça açıklanıyor. Örneğin AKP’li Şamil Tayyar’ın belirttiğine göre, Öcalan “Türkiye Suriye Kürtlerine hamilik yapmalı” demiş!

Tanıma çağrısı

Peki Öcalan, Türkiye’den, daha doğrusu Erdoğan-Bahçeli ikilisinden Suriye Kürtlerini kime karşı korumasını (hamilik) istiyor? ABD’ye karşı mı, İsrail’e karşı mı? Yoksa Araplara karşı mı? Yoksa aslında Türkiye’ye karşı mı? 

ABD ve İsrail zaten Suriye Kürtlerinin hamisi durumunda. Dolayısıyla Türkiye’nin ABD ve İsrail’e karşı Suriye Kürtlerini korumasına gerek yok. Suriye Kürtlerinin yine ABD-İsrail ilişkisi nedeniyle aslında Araplara karşı da korunmaya ihtiyacı yok. Geriye Türkiye kalıyor.

Çağrının anlamı şudur: Öcalan “Türkiye, Suriye Kürtlerini himaye etmeli” derken, aslında Ankara’dan PKK/YPG/SDG’nin özerk bölgesini tanımasını istiyor!

1960’larda Irak-İran Kürtlerine hamilik projesi

Öcalan’ın çağrısı özünde bir ABD projesi zaten: “Türkiye himayesinde Kürdistan” projesi. Washington açısından Türkiye himayesinde Kürdistan, Büyük Kürdistan’a giden ve Türkiye’yi küçülten projenin albenili bir ambalaja sarılmış ön aşamasıdır. ABD ve Türkiye’deki işbirlikçileri bunu ABD’nin Ortadoğu’daki planlamalarına paralel olarak kimi zaman “Musul ve Kerkük’ü almazsak, Diyarbakır’ı veririz” diyerek, kimi zaman “Türkiye büyümezse küçülür” diyerek sunarlar.

ABD bu proje yi 1960’larda, “Türkiye Irak ve İran Kürtlerine hamilik yapmalı” diyerek Ankara’ya teklif edildi. Senato Üyesi Sadi Koçaş 1977’de yazdığı anılarında anlatmıştı: “ABD AP’yi ve Demirel’i 1965’te iktidara getirdiğinde, ‘Irak-İran ve Türkiye Kürtlerini Federe bir Cumhuriyet haline getirelim, bunu Türkiye’ye bağlayalım’ isteğinde bulundu.” Amiral Vedii Bilget 24 Şubat 1987’de Cumhuriyet’te doğruladı bunu: ABD, 1965 yılında, Türkiye’ye bağlanacak bir “Federe Kürt Cumhuriyeti” için Başbakan Süleyman Demirel’in ağzını aramıştı. 

1990-2010’larda Irak Kürtlerine hamilik projesi

1986 yılında Türkiye’ye gelen ABD Savunma Bakan Yardımcısı William Taft, “Türkiye himayesinde Kürdistan” projesini güncelleyerek yeniden Ankara’ya sundu. Kenan Evren ve Turgut Özal kabul etti, Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ karşı çıktı. ABD’nin Irak’a 1991’de saldırısı sırasında, Turgut Özal bu projeyi “bir koyup üç alacağız” diyerek Türk Ordusu’na yutturmaya çalıştı. 

Sonra ABD’nin 2003 Irak işgali geldi ve plan, bu kez ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) merkezi konularından biri oldu. BOP Eşbaşkanı Erdoğan, “Diyarbakır’ı ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde bir merkez yapacağız” dedi. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson projeyi “Anadolu’nun güneyini, doğusunu ve Kuzey Irak’ı alırsanız, tek bir ekonomik bölge olduğunu görürsünüz” diyerek pazarladı.

ABD’nin “our boys”u Kenan Evren 2007’de sahneye çıktı ve “Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir” dedi. Erdoğan zaten daha 1990’larda eyalet sistemini savunuyordu ve 12 Eylül 2010 referandumunun akşamında yaptığı konuşmada, “Federal meclis, federal konsey”e işaret etti!

Günümüzde Irak-Suriye Kürtlerine hamilik projesi

Suriye’de Beşar Esad yönetimi devrildi ve proje bu kez Irak ve Suriye Kürtlerini kapsayarak yeniden Türkiye’nin önüne kondu. Açılımın aynı takvimle başlatılması bundandır. 

Devlet Bahçeli’nin Halep, Musul ve Kerkük’e plaka dağıtması, Ahmet Türk’ün “Irak ve Suriye Kürtleri tıpkı Osmanlı’daki gibi Türklerle birlikte yaşamak istiyor” demesi, ABD Büyükelçisi Tom Barrack’ın “Osmanlı millet sistemi” önermesi, Erdoğan’ın “Türk-Kürt-Arap” ittifakı ile ümmete işaret etmesi, ve şimdi de Öcalan’ın “Türkiye Suriye Kürtlerine hamilik yapmalı” demesi. Hepsi birbirinin bütünleyeni…

Türkiye’yi büyüterek küçültme projesi

Öcalan’ın “Türkiye Suriye Kürtlerine hamilik yapmalı” çağrısı, Ankara’nın Irak’taki Barzani bölgesi gibi, Suriye’deki “Öcalan-Abdi bölgesini” tanıması içindir. Bunu kamuoyuna yutturabilmek için de “Türkiye’yi Kürtlerle büyütmek, genişletmek” diye pazarlıyorlar. 

Mesele şu ki “Türkiye büyümezse küçülür” sopasına taktıkları “Türkiye’yi Irak ve Suriye Kürtleriyle genişletme” oltası, aslında ve son tahlilde “Türkiye’yi büyüterek küçültme” projesidir.

Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
1 Aralık 2025 

, , , , , , ,

2 Yorum

Dolmabahçe sendromu

Bahçeli’nin “Yeter ki terör bitsin, varsın sonumuz darağacı olsun” sözleri size de tuhaf gelmedi mi? Hani Bahçeli “yeter ki terör bitsin, Nobel barış ödülü almasam da olur” dese, bunda bir mantık var. Zira 50 yıllık terör sorununu çözebilmek, evet, Türkiye’nin ve dünyanın en değerli barış ödüllerine layıktır. 

Peki akla neden barış ödülü değil de darağacı geliyor? Terörü bitirmenin, barışı getirmenin sonucunun neden darağacı olabileceği düşünülüyor? Salt muhalefetin tepkisi nedeniyle mi?

Hani Hendek özrü?

Bahçeli’nin sözlerini işitince, “bu acaba bir Dolmabahçe sendromu mu” diye düşündüm kendi kendime. (Üstelik Erdoğan’ın Bahçeli’nin üç adım gerisinden yürüdüğü düşünülürse.)

Anımsayın, AKP ve DEM (HDP) yöneticileri, bir önceki açılımda “Dolmabahçe mutabakatı” imzalamış ve gururla kameralara poz vermişlerdi. Sonra ne oldu? Erdoğan “Dolmabahçe’deki o kare yanlış bir kareydi” dedi, “Dolmabahçe’yi yanlış buldum” dedi ve açılımı kapattı. Sonrasında Hendek Savaşı geldi. 793 güvenlik görevlisi şehit oldu, TİHV raporuna göre 310 sivil ile sayısı net bilinmeyen PKK’li öldü.

Dolmabahçe’den Hendek Savaşına dönüşümün esas nedeni neydi? PKK’nin Suriye’nin kuzeydoğusunda egemen olmaya başlamasıydı. Peki bugünkü açılımda ne konuşuluyor? PKK/SDG devlete ve orduya nasıl entegre olacak, blok halinde mi, tek tek mi? Bu fiilen Ankara’nın PKK’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki yapısına nasıl pozisyon alacağını belirleyecek.

Sizce de bugün yeniden açılım yapan aynı aktörlerin, Dolmabahçe ve Hendek Savaşı konularında, önce topluma bir özür ve özeleştiri borçları yok mu? 

Yayman’ın fotoğraf endişesi

Bahçeli’nin darağacı sözü dışında, İmralı’ya giden heyetteki AKP’li milletvekili Hüseyin Yayman’ın tutumu da ilginçti. TBMM Komisyonu’nun AKP’li, MHP’li ve DEM’li üç üyesinin heyet halinde İmralı’ya gittiği haberi ajanslara düştüğünde, Yayman “ben gitmedim” dedi. Halbuki gitmişti! 

Partili arkadaşı Şamil Tayyar’ın açıkladığına göre, 3 saatlik İmralı ziyaretinde, DEM’li üye çok istediyse de AKP’li Hüseyin Yayman bir hatıra fotoğrafı çekilmesine karşı çıkmış. 

Neden? İmralı’ya gitmeyi bu kadar savunmuşken, İmralı’ya gitmeme kararı alan CHP’nin ne kadar Türkiye karşıtlığına düştüğünü propaganda etmişken, neden bir hatıra fotoğrafı çektirmediler? Fotoğraf teklifi geldiğinde acaba AKP’li Yayman’ın aklına ne geldi? Yoksa Erdoğan’ın “Dolmabahçe’deki o kare yanlış bir kareydi” sözü mü?

Aslında Tayyar’ın şu sözleri bile gerçeği bir yönüyle açıklıyor: “Ziyarete yoğun tepki varken fotoğraf çektirip milletin gözüne sokmak büyük hata olurdu.”

Açılımın kritik düğümü

Yukarıda belirttiğim gibi AKP-HDP’nin bir önceki açılımı, PKK’nin Suriye’nin kuzeydoğusunda güçlenmesinin bir yansıması olan Hendek Savaşı nedeniyle bitmişti. 

Bugünkü açılımın Öcalan nezdinde özü ise şu: PKK Türkiye’de devlet, federasyon, hatta özerklik bile istemiyor artık ama karşılığında PKK’nin Suriye’nin kuzeydoğusunda devletleşmesinin Ankara tarafından kabul edilmesini istiyor.

Devlet/iktidar katında bu talebe olumlu ve olumsuz bakan iki kanadın olduğu anlaşılıyor. 

TBMM Komisyonu’nun İmralı ziyaretinin gündeminde de esas olark bu konu vardı. Nitekim DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğlulları’nın, AKP-MHP-DEM heyetinin İmralı’dan dönüşü sonrasında yaptığı açıklama da buna işaret ediyor: “Görüşmede, Suriye sorununun çözümüne ışık tutacak önemli değerlendirmeler yapılmıştır. Öcalan Kuzeydoğu Suriye özelinde ve Suriye’nin bütünü açısından çözüm sürecinin anahtarı olabilecek bir perspektifi ortaya koymuştur.” 

Açılım başka, çözüm başka

Terörün bitmesini hepimiz istiyoruz. Yola önce sosyalistleri Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundan temizleme göreviyle çıkarılan PKK’nin, tüm kollarıyla birlikte ortadan kalkmasını hepimiz istiyoruz. Terör örgütünün “zoraki hamiliğinden” kurtulan Kürtlerin, birlik temelinde siyaset sahnesinde daha etkili olmasını Kürtlerin çoğunluğu olarak istiyoruz. Ama aynı aktörlerin aynı açılımla, her seferinde, aynı filmin devamını izletmesini istemiyoruz. 

Bu açılıma birincisi “çözümle, barışla, demokratikleşmeyle” ilgisi olmadığı için, ikincisi iktidarın dışarıda ABD’nin yeni Ortadoğu düzeninden pay kapma arayışıyla ve içeride Erdoğan’a dördüncü kez cumhurbaşkanı yolu açmakla ilgili olduğu için karşı çıkıyorum.

Açılımın esası bu olduğu için de açılımın kimi alt aktörleri, gönül rahatlığıyla, yaptıkları işleri savunamıyorlar.

Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
27 Kasım 2025 

, , , , , , , ,

1 Yorum

Kılıçdaroğlu’nun misyonu

AKP-MHP-DEM koalisyonu oluşmasının yansımalarından biri de DEM’in “gerçek” siyaset yapma tarzının ortaya çıkmaya başlamış olmasıdır. 

“Öcalan sürece karşı çıkan medyanın dilinden rahatsız, AKP’nin elinde yargı gücü var, sustursun bu gazetecileri” çağrısı yapan Pervin Buldan’ın “otoriter AKP rejimiyle” uyumlu tarzı, bunun tipik bir örneğiydi. Şimdi buna “İmralı’ya milletvekili göndermeme” kararı aldığı için kimi DEM yöneticilerinin “CHP’yi not etme” üsttenciliği ve dahası Van’da olduğu üzere CHP binasına saldırı eklendi!

Siyasi akıl sorunu

DEM’liler CHP’yi Kürt düşmanlığıyla suçluyor. Oysa DEM’lilerle seçim işbirliği yaptığı için terörle suçlanan ve tutuklanan CHP’li belediye başkanları var!

AKP ve MHP, daha dün DEM’lileri terörist ilan etmişken, MHP DEM’in kapatılmasını savunmuşken, Cumhur İttifakı CHP’nin DEM’le seçim işbirliği yapmasını “demlenmek” diyerek lekelemeye çalışmışken, bugün DEM’in CHP’ye karşı bu saldırgan tutumu alması, en hafifinden siyasi nezaketle bağdaşmaz. 

Ama ötesinde bir “siyasi akıl” sorununa da işaret eder. Örneğin DEM Grup Başkanvekili, iktidar koalisyonuna yamanmış olmanın özgüveniyle CHP’ye “tarih sizi yazacak” diye sesleniyor. Oysa tarih DEM’in AKP’yle üç kez açılım yapıp, üç kez pişman olmasını yazdı. Ve tarih, DEM’in hiçbir şey olmamış gibi dördüncü kez açılıma soyunup AKP’den medet ummasını da yazıyor.

İkiyüzlü siyaset

AKP ve MHP’nin CHP’yi “Öcalan’la görüşmüyor” diye hedef alabiliyor olması ise bir yönüyle mizahın ama bir yönüyle de psikolojinin konusudur. CHP’yi aynı anda hem terörle işbirliği yapıyor diye yargılayıp hem teröristle görüşmüyor diye suçlayabilmek, ancak tutarsızlığın bir siyaset yapma tarzı olmasıyla mümkündür.

Şiraze öyle kaymılş ki CHP’nin Öcalan’la İmralı’da görüşmeme kararını, “CHP iktidara gelmiş olsaydı Selahattin Demirtaş’ı da serbest bırakmazdı” diyerek suçlamaya kalkanlar bile var. 

Seçimde “CHP demleniyor, CHP DEM’le ittifak yapıyor, Demirtaş’ı serbest bırakacak, Öcalan’la iş tutacak” diye kara propaganda yapanlar, seçimden sonra o suçlamalarını bizzat kendileri hayata geçirdi. Yetinmeyip, o suçlamalara ortak olmaya direnen CHP’yi hedef alıyor şimdi.

Erdoğan’ın bölme taktiği

Doğrudan söyleyelim: Bu anlayıştan, Cumhur İttifakı’ndan açılımla demokrasi bekleyen, daha önceki açılımların sonuçlarını yaşar. AKP-MHP iktidarı gitmeden ülkeye ne demokrasi gelir, ne barış, ne çözüm ne de özgürlük… 

Erdoğan, iyi bir taktisyen, iyi bir oyun kurucu. İhtiyaç olursa açılım açar, ihtiyaç kalmazsa açılımı kapar, açılımcıları içeri atar. Erdoğan rakiplerini bölerek, rakiplerinin bölünen parçalarından müttefik yaparak iktidarını sürdürür. 

Erdoğan milliyetçileri böldü; MHP, İyi Parti, Zafer Partisi ve Anahtar Parti var. Öyle ki MHP, AKP’siz siyaset yapamaz hale geldi. Erdoğan’a Öcalan’ı asması için ip atan Bahçeli, koçbaşı yapılarak, Erdoğan’ın taktik ihtiyacı için Öcalan’ı “kurucu önder” sayıp TBMM’ye muhatap etti.

Kılıçdaroğlu’nun İmralı çıkışı

Erdoğan şimdi de CHP’yi bölmeye çalışıyor. Kılıçdaroğlu’nun 13 yıllık fiili “Erdoğan’ı iktidarda tutma” dönemi kapanınca ve Özgür Özel yönetiminde CHP birinci partiye dönüşünce, saray düğmeye basmıştı; dört koldan operasyonlar sürüyor.

O kollardan biri de Kılıçdaroğlu ne acı ki. Kılıçdaroğlu henüz kayyım atanamadı gerçi ama CHP’nin İmralı’ya gitmeme kararı aldığı gün kararı eleştirerek “CHP İmralı’ya gitmeli” yayını yapması, misyonunu sürdürdüğüne işaret ediyor. Ki Kılıçdaroğlu daha önce “İmralı meşru bir organ değil” demişken, “devlet Öcalan’la görüşmez” demişken, “Öcalan’la masaya oturmam” demişken!

Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
24 Kasım 2025

, , , , , , , , ,

2 Yorum

İmralı ısrarının nedeni

İş öyle bir noktaya getirildi ki TBMM Komisyonu İmralı’ya gitmezse, sanki süreç duracak! Öyle ki MHP lideri Bahçeli, “Komisyon İmralı’ya gitmezse, ben giderim” diyerek Komisyon’a rest bile çekti. 

Peki Komisyon’un neden ille de İmralı’ya gitmesi isteniyor? Komisyon’un İmralı’da Öcalan’la görüşmesinden ne umuluyor? 

Komisyon’daki DEM periyodik olarak Öcalan’la zaten görüşüyor ve onun görüşlerini kamuoyuna açıklıyor. Devlet görevlileri Öcalan’la zaten görüşüyor ve içeriğini saraya aktarıyor. Dolayısıyla Öcalan’ın görüşleri hakkında taraflar bilgi sahibi. Hatta Öcalan’ın görüşleri telekonferans yoluyla Kandil’e bile ulaştırılıyor.

O zaman bu ısrar neden? CHP’nin ve Komisyon’da bulunan birer üyeli partilerin mi Öcalan tarafından bilgilendirilmesini istiyorlar? Elbette hayır. TBMM Komisyonu’nu Öcalan’ın ayağına götürerek, “kurucu önder” payesi verdikleri Öcalan’ı, “meşru siyasi aktör” mertebesine yükseltmek istiyorlar. 

AKP-MHP-DEM Komisyonu

TBMM Komisyonu’nun İmralı’ya gidip gitmemeyi konuşacağı ve oylayacağı oturumu kapalı yapması bile çok şey anlatıyor. Milletin Meclisinin Komisyonu, milletten gizleyerek, kapalı oturumda İmralı’ya gitmeyi ele aldı ve kabul etti.

51 üyeli Komisyon’un karar alabilmesi için, CHP’nin talebiyle kabul edilen nitelikli oy, yani 31 oy gerekiyor. Ki o zaman da CHP’ye nitelikli oy konusunun bir şey çözemeyeceğini anlatmaya çalıştık. AKP’nin 22, DEM’in 5 ve MHP’nin 4 oyu var ve 31 ediyor. Yani istedikleri her kararı alabilecek durumdalar. Öyle de oldu ve AKP-MHP-DEM, Öcalan’a gitmekte ittifak etti. 

Açılımın asıl amacı

CHP İmralı’ya gitmeme kararı aldı. Kapalı toplanma kararı aldığı için Komisyon toplantısına da katılmadı. 

CHP’nin bu kararı doğru ama eksik. Çünkü CHP, hatalı bir kararla, kendisine darbe yapanların komisyonuna girerek, yeni açılıma “kısmi meşruiyet” verdi. 

Israrla belirttik, bu komisyon bir AKP-MHP-DEM projesidir. CHP’yi komisyona meşruiyet sağlaması için istiyorlardı. Yoksa CHP’nin görüşlerinden yararlanmak ya da demokrasinin gereği diye değildi.

Kaldı ki ortada bir demokrasi projesi zaten yoktu. İktidar, düne kadar TBMM’den atılmasını istediği, terörist dediği DEM’lilerle, Öcalan’la ve PKK’yle açılımı, birbirini bütünleyen, ikisi iç biri dış üç nedenle istiyordu: 

1) CHP ile DEM’in belediye seçiminde yaptığı ittifakın tekrarlanmasını önlemek. 2) Erdoğan’ın dördüncü kez Cumhurbaşkanı olabilmesi için DEM’in oyuna ihtiyacı var. DEM’siz bir yeni anayasa mümkün değil çünkü. 3) Esad’ın devrilmesi sonrasında ABD Suriye’yi şekillendirme üzerinden Ortadoğu’da yeni bir düzen kurmaya çalışıyor. Ankara bundan pay kapma peşinde. 

Kimlik siyasetlerine karşıyım ama daha iyi anlatabilmek için belirteyim: “Etnik kimliği Kürt, ulusal kimliği Türk olarak” ya da “Kürt kökenli Türk olarak” veya “Kürt alt kimlikli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak” ya da “Türkiye Kürt’ü olarak” aylardır anlatmaya çalışıyorum: 23 yıldır her açılımı siyasal konumlarını güçlendirmek için yaptılar. Ne barış, ne çözüm, ne demokratikleşme, ne de özgürlük arayışındalar. Bu nedenle her açılımları fiyaskoyla sonuçlandı, her açılımları terörü büyüttü, her açılımları Türk ile Kürt’ü daha çok karşı karşıya getirdi. Son açılım güneydoğuyu savaş alanına çevirdi ne yazık ki… 

CHP Komisyon’u terketmelidir

CHP aslında tam da bu projenin gereği olarak iktidarın saldırısı altında; partisi kapatılmaya ve kayyımlarla yönetilmeye çalışılıyor, belediye başkanları tutuklu, 15 milyon dilekçeli cumhurbaşkanı adayı tutuklu…

Ülkenin ana muhalefet partisinin tasfiye edilmeye çalışıldığı şartlarda açılım sürecinin iddia ettikleri gibi “demokratikleşme” hedefiyle yapılıyor olması elbette mümkün değildi. CHP bu nedenle 31/51 oylamasında da görüldüğü üzere, hiçbir etkisinin olamayacağı bu komisyona baştan girmemeliydi. 

Hata etti girdi. Ama artık bu komisyonun amacının çözüm, barış, demokratikleşme olmadığını görmüş olmalı. CHP bu nedenle ABD sponsorlu bu AKP-MHP-DEM projesine destek vermeyi bırakmalı ve komisyonu terketmelidir.

Gerçek demokratikleşme ve çözüm, ancak AKP-MHP sonrasında mümkündür.

Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
22 Kasım 2025

, , , , , ,

1 Yorum

NATO turancılığı

Ankara ABD’nin son dönemdeki Güney Kafkasya ve Orta Asya hamleleri karşısında neden sessiz? Yoksa Ankara, politikalarını, ABD’nin 1990’lardan beri dayattığı ve inişli çıkışlı uygulanan “Türkiye üzerinden Orta Asya’ya sarkma” stratejisine uyumlu hale getirmede basamak mı yükseltiyor? İnceleyelim: 

Trump’ın koridor planı

Erdoğan, Karabağ zaferinin 5. yıldönümü için Bakü’deydi. Azerbaycan 30 yıl boyunca Ermenistan’ın işgali altında olan topraklarını nihayet beş yıl önce kurtarabildi. Bunda önemli etkenlerden biri Rusya’nın tutumuydu. Nitekim Erivan yönetimi, Karabağ kaybı nedeniyle Moskova’yı suçladı; Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nden çıkmaktan ABD’yle ilişkileri geliştirmeye kadar pek çok tepki gösterdi. 

Peki Rusya neden böyle bir tutum almıştı ya da Erivan’ın ifadesiyle Moskova neden Bakü’ye yeşil ışık yakmıştı? Çünkü Türkiye, Rusya ve İran, Astana Platformu’nda çok stratejik bir işbirliği yürütüyordu. 

Ama ne oldu? Esad’ın devrilmesi Astana Platformu’nu fiilen işlevsizleştirdi. ABD Büyükelçisi Tom Barrack’ın ifadesiyle Suriye’de ABD, İsrail ve Türkiye üçlüsüne alan açıldı. Astana’nın Güney Kafkasya’da açtığı barışa giden yola ABD yandan köprü kurdu: Zengezur Koridoru’nın işletmesi, Beyaz Saray’da yapılan bir anlaşmayla 99 yıllığına ABD’li şirkete verilerek Trump Koridoru’na dönüştürüldü.

Güney Kıbrıs’ı tanıma ve Abraham Anlaşması

Orta Asya ülkeleri Çin ve Rusya’nın yakın müttefiki durumundalar. ABD 90’larda FETÖ gibi örgütlerle bu ülkelere yerleşmeye çalıştı ancak Şanghay İşbirliği Örgütü başta çeşitli platformlar ile Amerikan nüfuzu engellendi. Ancak ABD ve AB Orta Asya’ya yerleşebilmeyi stratejik bir hedef olmayı sürdürüyor. 

Bu yılın Orta Asya’ya ilk hamlesini AB yaptı. Ne yazık ki AB-Orta Asya Zirvesi, KKTC’nin aleyhine bir sonuç doğurdu. Bu köşede “12 milyar Avro’ya KKTC’yi sattılar” başlığıyla yazdım: “Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ni ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ olarak tanıdı ve büyükelçi atadı. Böylece üç Türk Cumhuriyeti, KKTC’nin varlığını resmen reddetmiş ve Rumların parçası saymış oldu.” (Cumhuriyet, 7.4.2025)

İkinci hamleyi de ABD yaptı. Trump, beş Orta Asya ülkesinin liderleriyle Washington’da C5+1 formatında zirve yaptı. Trump, “Avrasya’nın kalbindeki konumları Orta Asya ülkelerine inanılmaz bir önem ve inanılmaz bir potansiyel kazandırıyor. ABD’nin bu ülkelerle ortaklığını her zamankinden daha güçlü hale getirmeye kararlıyım” dedi ve Orta Asya ülkeleriyle nadir element anlaşmaları başta çeşitli anlaşmalar yaptı.

Bu zirveden çıkan sonuçlardan biri de Kazakistan’ın İsrail’le Abraham Anlaşması yapmasıydı. Trump’ın müjdelediği anlaşma, Trump, Tokayev ve Netanyahu arasındaki üçlü telefon görüşmesinin ardından geldi. 

Bahçeli’nin NATO sigortası

Ankara ne Zengezur Koridoru’nun Trump koridoruna dönüşmesine tepki gösterdi, ne Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ni “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanımasına itiraz etti, ne de Kazakistan’ın İsrail’le Abraham Anlaşması yapmasına… 

Peki Ankara ABD’nin bu hamleleri karşısında neden sessiz? AKP-MHP koalisyonu, ABD’nin bu hamlelerini rahatsız edici görmüyor mu? Erdoğan-Bahçeli ikilisi bu hamleleri kendi planlamaları ile uyumlu mu görüyor yoksa?

Bahçeli’nin “TRÇ: Türkiye, Rusya, Çin ittifakı” önerisini detaylandırdığı Türkgün gazetesi söyleşisini burada çözümlemiştim. Bahçeli’nin o söyleşideki şu sözü, sorunun yanıtına işaret ediyor: “Türk Devletleri Teşkilatı TDT kamuoyundaki duyarlılıklara koruyucu diplomasi ile yaklaşmak suretiyle ‘çifte sigorta’ (NATO yükümlülükleri + TRÇ’de uyumlu alanlarda derinleşme) ilkesi gözetilerek…”

Yani Bahçeli’nin amaçlarından biri de Orta Asya ülkelerine “NATO sigortası” götürmek! Türkiye-Kafkasya-Orta Asya hattıyla ABD’yi Asrasya’nın kalbine sokmak ise olsa olsa “NATO Turancılığı” anlamına gelir elbette! 

Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
10 Kasım 2025

, , , , , , , , , , ,

Yorum bırakın

Öcalan’dan Erdoğan’a iki mesaj

ABD Başkanı Donald Trump, Suriye’nin geçici Cumhurbaşkanı Ahmet el-Şara’yı 10 Kasım’da Beyaz Saray’da “ağırlamaya” hazırlanıyor. 

Kuşkusuz Beyaz Saray’a kabul edilmek, ağır taleplerin masada olduğu anlamına geliyor. Nitekim aynı gün Washington’da İsrail-Suriye güvenlik görüşmelerinin beşincisi yapılacak. Trump Şara’dan yıl sonuna kadar İsrail’le normalleşmesini istiyor.

ABD, ağır taleplerini kabul ettirebilmek için “yaptırım” kartını kullanıyor. Washington BM Güvenlik Konseyi’nden ziyaret öncesinde HTŞ terör örgütü liderleri durumundaki Suriye Cumhurbaşkanı Şara ve Suriye İçişleri Bakanı Hattab’a uygulanan yaptırımları kaldırmasını istedi. ABD’nin talebi kabul edildi. 

Şam’a ABD üssü

İsrail-Suriye normalleşmesi, ABD’nin inşa etmeye çalıştığı “yeni Ortadoğu düzeni” açısından kritik önemde. ABD’ye göre İsrail’in Suriye’yle normalleşmesi, Türkiye’yle normalleşmesinin de kolaylaştırıcısı olacak çünkü.

Öte yanda İsrail Suriye’de işgalci durumunda. Üstelik sadece daha önce işgal ettiği Golan Tepeleri ie sınırlı değil bu işgal. Beşar Esad’ın devrilmesini fırsat bilen İsrail, Suriye’nin güneyinde yeni yerler işgal etti. Aylar önce ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, bu yeni işgal edilen toprakların 400 kilometrekareyi geçtiğini açıklamıştı. Bu topraklarda artık İsrail’in 10 adet askeri üssü de bulunuyor. 

İşte ABD Şara’dan, bu işgale rağmen İsrail’le normalleşmesini istiyor. Haliyle bu Şara’yı içeri-dışarı dengesini gözetmeye zorluyor. 

Yeni gelişme ise şu: ABD Şam’da Mezze Hava Üssüne askeri birlik konuşlandırarak yeni bir üs kuruyor. Üssün ABD için üç önemli hedefi  olacak:

1) Üs, İsrail ile Suriye araasındaki saldırmazlığı denetleyecek. 

2) İsrail’in talebiyle askerden arındırılmış Suriye’nin güney bölgesinin kontrolünü sağlayacak.

3) Şam yönetimini sürekli baskı altında tutacak.

Şara’ya SDG sopası

Şara’nın ABD ziyareti öncesinde bazı SDG komutanları uluslararası basına açıklamalar yaptılar. Bu söyleşilerde ana mesajın “Şam’la savaş kapıda” olduğu görülüyor. 

Bu mesajlar bir yönüyle Beyaz Saray’da tavize zorlanacak Şara’ya “sopa” anlamına geliyor aslında, CENTCOM kaynaklı “YPG/SDG tehdidiyle Şara’ya şartları kabul ettirme” anlamına geliyor.

Suriye’nin idari yapısı konusunda Ankara ile Washington arasında görüş ayrılığı var. Ankara “üniter Suriye” istiyor ve İdlib’de destekleyerek cumhurbaşkanı olmasını sağladığı Şara’yı “üniter Suriye”ye zorluyor. Washington ise SDG’nin özerkliğini savunuyor. Bunu “Federasyon olmayan ama federasyona yakın Suriye” talebiyle formüle ediyor.  

Bu çelişki, Türkiye’deki açılım sürecini etkileyen bir düğüm durumunda. Çünkü Öcalan Türkiye’deki “toprak/devlet, federasyon, hatta özerklik” taleplerinden vazgeçti ama Suriye’de “özerklik/devlet” istiyor.

‘Şara’yla değil Kobani’yle görüş’

Abdullah Öcalan, yeğeni ve DEM Parti Milletvekili Ömer Öcalan aracılığıyla, kritik dönemeçte olan Suriye konusunda Erdoğan’a, Bahçeli’ye ve Türk devletine iki temel mesaj verdi:

1) Suriye’nin iç işlerine karışma: “Suriye meselesi Suriye ile çözülmelidir. Türkiye devleti de Suriye’nin müstakil bir devlet olmasından kaynaklı olarak daha hassas yaklaşmalıdır. Oranın iç işlerine çok müdahil olmamalıdır.”

2) Şara’yla değil Kobani’yle görüş: “Eğer bir ilişki geliştirilecekse, orada Kürtlerin yetkilileri, siyasetçileri ve öncüleri vardır. Ahmet el-Şara’dan ziyade Mazlum Kobani ile görüşülebilir, İlham Ahmed ile görüşülebilir.” (Cumhuriyet, 7.11.2025)

Öcalan’ın Erdoğan’a bu iki mesajı, son tahlilde şu anlama gelir: PKK’nin Ankara’ya “barış/çözüm” şartı, Suriye’de SDG’nin özerkliğini tanımasıdır.

İktidar cephesinde yaşanan “Komisyon İmralı’ya gitmeli – gitmemeli” tartışmasını bu mesajlarla birlikte ele almak gerekir.

Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
8 Kasım 2025

, , , , , , ,

Yorum bırakın

Bahçeli Barrack’ı eksik hedef aldı

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, TBMM Grup Toplantısı konuşmasında şöyle dedi: “ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın Bahreyn’in başkentinde ‘Türkiye ile İsrail arasında Hazar Denizi’nden Akdeniz’e kadar işbirliği göreceksiniz’ beyanatı görev yaptığı ülkeye politik rota çizme densizliğine heves eden bir sefilin ileri düzeyli akıl tutulmasıdır. Ülkemizde görev yapan dış misyon görevlilerinin yerini yurdunu bilmesi lazımdır. Hudut aşımına asla girmemeleri asıldır, kaçınılmazdır!”

Güzel. Böylece niyahet iktidar cephesinden Barrack’a bir yanıt gelmiş oldu. Ancak ne yazık ki bu tepki eksiktir, çünkü meselenin esasına işaret etmiyor. 

Meselenin esası İran

Bahçeli’nin bu açıklamasından bir gün önce, bu köşede, “Barrack ince ince dokuyor” başlığı altında, ABD Büyükelçisi Tom Barrack’ın “yeni Ortadoğu”da İran’a karşı nasıl bir Türkiye-İsrail cephesi inşa etmeye çalıştığını incelemiştim.

Barrack 1 Nisan’daki ABD Senatosundaki açıklamalarından başlayarak, son “Hazar’dan Akdeniz’de Türkiye-İsrail işbirliği göreceksiniz” açıklamasına kadar adım adım hemen her konuşmasında işin esasına işaret etti: ABD bölgede İran’a karşı bir Türkiye-İsrail cephesi inşa etmeye çalışıyor. 

Dolayısıyla meselenin esasına, yani bu işbirliğinin hedefinin İran olduğu gerçeğine işaret ederek Barrack’a ve dolayısıyla ABD planına tepki göstermek gerekiyor. 

Ama Bahçeli “TRÇ: Türkiye – Rusya – Çin” ittifakı modeli önerisinde de olduğu gibi İran’ı görmüyor, İran’ı dışarıda bırakıyor… 

Türkiye Atlantik’te boğuluyor 

Açıkça belirtmeliyim: Bölgede İran’ı dışlayan her politika, İsrail’e ve ABD’ye yaramaktadır. ABD, 15 yıl boyunca Irak’ı, 15 yıl boyunca Suriye’yi hedef aldı ve önümüzdeki 15 yıl boyunca da İran’ı hedef almak istiyor. 

ABD Irak ve Suriye’yi hedef alırken Ankara’yı kullandı, İran’da daha fazla kullanmak istiyor. Çünkü İran ABD-İsrail için Irak ve Suriye’den daha büyük bir lokma. 

Bu stratejik planlamayı görmeden günlük dar politikalarla yol alınamaz. Hatta “TRT Farsçayla İran’ı rahatsız edeceğiz” türünden dar politikalar, adım adım Türkiye’yi ABD-İsrail stratejisine eklemler. 

Asıl vahimi, Irak, Suriye ve İran derken, sıra Türkiye’ye gelir! Ki “NATO’körlük” ile Atlantik’te boğulmak, tam da budur. Türkiye, hadi öncesini geçtim ama en azından son 30 yıldır, açık açık ABD “müttefikliği” adı altında Atlantik’te boğulmaktadır… 

Ne yapılmalı?

– Türkiye, ABD’nin İran’a karşı Türkiye-İsrail cephesi planına karşı açık ve net duruşla karşı çıkmalıdır. 

– Bu planlamayı pervasızca dile getiren ve “Yeni Ortadoğu”da bu cepheyi ören Barrack, “istenmeyen adam” ilan edilmelidir. 

– Türkiye, en önemli komşusu İran’la işbirliğini güçlendireceğini ilan etmeli ve Türkiye, Çin ve Rusya’yla işbirliği modeline, Çin ve Rusya’nın bölgedeki en önemli ortağı olan İran’ı dahil etmelidir. 

– ABD’nin İsrail hegemonyasındaki yeni Ortadoğu düzenine karşı verilecek en sağlam yanıt, Türkiye’nin İran, Mısır, Suudi Arabistan ve Pakistan’la “beşli güvenlik mekanizması” kurmasıdır.

AKP hükümeti ise tersine ABD’nin bu yeni Ortadoğu düzeninden pay kapma görüntüsü vermektedir, tıpkı iktidar olabilmelerini sağlayan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) eşbaşkanlığını kabul etmeleri gibi… 

Bahçeli’nin bazı Asyacı kurmaylarının  öncelikle bunu görmesi gerekiyor…  

Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
6 Kasım 2025

, , , ,

Yorum bırakın

Ne yapmalı?

TBMM Resepsiyonu fotoğraflarına özne yapılan kimi muhalefet partisi liderleri, o fotoğrafların hâlâ konuşuluyor olması nedeniyle ana muhalefet partisi “çevresini” suçluyor ama fotoğrafların gündemde kalmasına doğrudan iktidar katkı yaptı.

Erdoğan hem Azerbaycan dönüşünde ”uçağa akredite gazetecilere” yaptığı açıklamalarda  hem de grup toplantısındaki konuşmasının önemli bir bölümünde o fotoğraflara değindi ve şu mesajı verdi: ”Resepsiyonda çekilen fotoğraf karesine gelirsek. O kare, gerçek Türkiye fotoğrafıdır.” (AA, 8.10.2025)

İşte o resepsiyonun da, o fotoğraflar için muhalefet liderlerinin odaya çağrılmasının da esas hedefi buydu. Erdoğan, “Erdoğan merkezli bir siyaset fotoğrafı” vermek istedi. 

Fotoğrafların üç mesajı

O fotoğrafların iki iç politika mesajı var: İlki, ABD’den “Trump’ın verdiği meşruiyet” açıklamasıyla eli zayıf dönen Erdoğan, CHP’ye “TBMM meşruiyetini” göstermek istedi. İkincisi de CHP’yi yalnızlaştırma amacıyla diğer muhalefet partilerine bir çağrı yapmış oldu.

Bana kalırsa o fotoğrafların üçüncü olarak, bir de dış politika mesajı var. ABD Büyükelçisi Barrack’ın ifadesiyle “Trump’ın meşruiyet verdiği”, Trump’ın ifadesiyle “hileli seçimleri iyi bilir” dediği Erdoğan, Beyaz Saray’a “kendi meşruiyetini” bu fotoğraflarla göstererek, “elim zayıf değil” mesajı vermek istedi. 

Erdoğan’ın ajandası 

Erdoğan açıkça eski AKP’lilere, eski MHP’lilere ve DEM’lilere “ittifak” çağrısı yaptı o fotoğraflarla. Ajandayı bazı AKP’liler açıkladı zaten: 2026’de yeni anayasa, 2027’de seçim.

Erdoğan’ın bu ajanda için DEM’li milletvekillerinin oylarına ihtiyacı var. Yeniden açılım başlatmalarının nedenlerinden biri de buydu.

Nitekim Erdoğan grup toplantısında yeni anayasa hedefini ortaya koydu ve çıkarılmasında “bu dönemki parlamentodan umutlu olduğunu” söyledi, “milli meselelerde sağlayacağımız geniş uzlaşmalarla meclisin yeni yasama yılını en verimli şekilde değerlendireceğiz” dedi. (AA, 8.10.2025)

Erdoğan’ın “DEM’le gelecekte neler yapabileceklerine” dair uçaktaki mesajı da bu bakımdan anlamlıydı: “DEM Grubuyla da orada bir araya geldik, sohbetlerimiz oldu. Bu sohbetlerin dışında da geleceğe yönelik neler yapılabilir? Bunları konuşma, görüşme fırsatımız oldu. Bundan sonrası da inşallah hayır olur diye düşünüyorum.” (AA, 8.10.2025)

TBMM’deki slogan

DEM de bu durumu fırsata çevirmeye çalışarak, işi TBMM Grup Toplantısında Öcalan için slogan attırmaya kadar götürdü ve açık açık “Öcalan’ın özgürlüğünü” esas gündem haline getirdi.

İktidar cephesinden kimi isimler slogan attırılması nedeniyle DEM’i suçluyor. Oysa DEM’lilerin “Biji Serok Apo” sloganı, MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin Öcalan için kullandığı “kurucu önder” sıfatının tamamlayanıdır. Sloganın TBMM grup toplantısında atılması da Bahçeli’nin “Öcalan gelsin TBMM’de (DEM grup toplantısında) konuşsun” çağrısına uygundur.

Nitekim Bahçeli de yine “kurucu önder Öcalan”ı övdüğü, kurucu parti CHP’ye vurduğu bir MHP grup toplantısı yaptı. “Eğmeden, bükmeden söylemeliyim ki PKK’nın kurucu önderliği elini taşın altına koymuştur“ diyen Bahçeli, TBMM’deki açılım komisyonunun İmralı’da Öcalan’la yüzyüze görüşmesini istedi, “bunda çekinecek bir husus görmüyorum” dedi. (Cumhuriyet, 7.10.2025)

Cumhuriyet’i yaşatmak

Tablo ortada. İktidar cephesi açıkça kozlarını ortaya koyuyor. Mesele muhalefetin ne yapacağıdır. 

Cumhuriyet yazarı Ergin Yıldızoğlu’nun 6 Ekim’de köşesinde ortaya koyduğu şu üçlü formül, tartışılmalıdır: “CHP’yi destekle, laikliği ve Cumhuriyetçiliği savun, sosyalist hareketi inşa et.”

Tartışalım ama bugün bitirirken bir de şu görevimizi ekleyelim: Cumhuriyet gazetesini yaşatmak!

Evet, Cumhuriyet gazetesi bizi, sizi, hepimizi, tüm Cumhuriyetçileri dayanışmaya çağırıyor. Baskı ve ekonomik abluka altındaki Cumhuriyeti dayanışarak, imeceyle yaşatmak, hepimizin görevidir.

Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
9 Ekim 2025

, , , , , , , , ,

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın