Posts Tagged Türkiye
Federal Suriye ön anlaşması
Posted by Mehmet Ali Güller in Cumhuriyet Gazetesi, Politika Yazıları on 13/03/2025
HTŞ lideri Ahmet Şara ile SDG lideri Mazlum Abdi’nin imzaladığı 8 maddelik anlaşma, Suriye’yi federalizme götürecek sürecin ön anlaşmasıdır, ABD’nin mimarlığıyla projelendirilmiştir ve PYD’yi Suriye devletine ortak yapmaktadır. İnceleyelim:
1) Anlaşmanın mimarı ABD
Şara ile Abdi’yi masaya oturtan kuvvet ABD’dir. Abdi, ABD Merkez Kuvvetleri (CENTCOM) Komutanı Michael Kurilla ile görüştükten sonra ABD helikopteriyle Şam’a götürüldü ve Suriye’nin geçiş dönemi Cumhurbaşkanı Şara’yla imza masasına oturtuldu.
Nitekim önce SDG Sözcüsü Ferhad Şami “ABD bu anlaşmanın ana taraflarından biri” dedi, ardından SDG Komutanı Mazlum Abdi ”ABD’nin aktif arabulucu” olduğunu doğruladı.
2) Federal anayasanın ön kabulü
Bu ön anlaşma ile Suriye’nin siyasal birliğinin yerini önümüzdeki süreçte federasyonun alacağı görülmektedir. Anlaşmanın 2. maddesinde “Kürt toplumu Suriye’nin ayrılmaz bir parçası olarak tanınacak ve anayasal hakları garanti altına alınacak” denilerek, yeni anayasaya kimliklerin gireceği kabul edilmiş oluyor.
Böylece anayasada Araplık, Kürtlük, Türklük, Ermenilik, Çerkezlik şeklinde etnisiteler yer bulmuş olacak.
Nitekim Mazlum Abdi de anlaşmayı değerlendirdiği açıklamasında “toprak bütünlüğü, tek başkent, tek bayrak” dedi. Yani Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunduğu ama siyasal birliğinin kalktığı bir federasyona işaret etmiş oldu.
3) Tek ordu değil, birleşik ordu
Anlaşmanın 4. maddesinde “askeri kurumların devlet yönetimi altında bütünleştirileceği” belirtiliyor. Bu SDH/YPG’lilerin tek tek Suriye ordusuna entegre edilmesi anlamına gelmiyor. Nitekim Mazlum Abdi de “toprak bütünlüğü, tek başkent, tek bayrak” dediği açıklamasında “tek ordu” ifadesini kullanmadı, “birleşik ordu” dedi.
Abdi ayrıca “Savunma Bakanlığının parçası olma yöntemi ve uygulamasında söz sahibi olacaklarını” söyledi.
“Tek ordu” yerine “birleşik ordu” denmesi, SDG ordusunun Suriye ordusu içinde dağıtılmadan yer alacağı, dahası SDG’nin son tahlilde Suriye ordusuna ortak olacağı anlamına gelir.
4) PYD devlete ortak oldu
SDG Sözcüsü Ferhad Şami’nin altını çizdiği gibi bu 8 maddelik anlaşma “ön hazırlık” niteliğinde. Nitekim Mazlum Abdi “mevcut özerk yönetim sisteminin olduğu gibi kalmasında ısrarcı olmadıklarını, konunun anayasa tartışmalarında ele alınacağını” belirtiyor.
Sonuçta taraflara göre önemli olan imzalanan ”ön hazırlık” anlaşmasının, ABD’nin mimarlığıyla çizilen projenin ruhunu yansıtıp yantımadığıdır.
Bunun yanıtını da PYD’nin deneyimli yöneticilerinden Salih Müslim’in anlaşmayı yorumladığı açıklamasında görüyoruz: “Bu devletin her şeyine ortak oluyoruz. Yönetimine, anayasasına, yaşamına, ekonomisine ortak oluyoruz.”
Sonuçlar
1. Sonuç: ABD ve İsrail’in “Suriye’yi parçalamak üzere federalleştirmesi” projesi, tıpkı Irak’ta olduğu gibi, yine Türkiye’nin “kullanışlı desteğiyle” hayata geçiriliyor: Ankara, önce Esad’ı devirme hedefiyle federal Suriye’ye gidecek kapıyı açtı, sonra terörle mücadele üzerinden ABD’nin “nüfuz bölgesini” kabule zorlandı, şimdi de Öcalan’la “silah bırakma” müzakeresi üzerinden PKK/PYD’nin Suriye ordusuna ve devletine ortak yapılmasını onaylıyor. PYD yöneticisi Salih Müslim “anlaşma Öcalan’ın mektubuyla uyumlu” derken, Erdoğan da anlaşmayı “doğru yönde atılmış bir adım” olarak yorumladı.
2. Sonuç: Saddam’a diktatör deyip aşiret lideri Barzani’ye komşu olundu, Esad’a diktatör deyip Öcalan’ın manevi evladı Mazlum Abdi’ye komşu olunuyor.
3. Sonuç: Türk-Kürt-İslam sentezli yeni Cumhur İttifakı, Türkiye tarihinin en antidemokratik rejiminin taşlarını döşüyor.
Demokratik yaşam sorunu, ne yazık ki bölgenin en temel sorunlarının başında gelmektedir. Sadece Türkiye’deki Kürtlerin değil, Türklerin de demokratik yaşam sorunu vardır. Türkiye’nin komşularındaki demokratik yaşam sorunu çok daha büyük sorundur. Ama mesele şu ki ABD’nin mimarlığını yaptığı projelerle, ABD-İsrail’in etnik ve mezhep haritalarıyla, demokrasinin ana bileşeni olan laiklikliğin budanmasıyla, saray rejimiyle demokratik yaşam sağlanmaz, tersine, olan demokrasinin de gerisine düşülür.
Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
13 Mart 2025
NATO’nun geleceği
Posted by Mehmet Ali Güller in Cumhuriyet Gazetesi, Politika Yazıları on 08/03/2025
ABD ve AB’den gelen son açıklamalar, NATO’nun geleceğinin belirsizliğine işaret ediyor. ABD’de NATO’dan çıkmak tartışılıyor, AB’de ise NATO’suz savunma planları yapılıyor. Bunu şimdiden “çok kutuplu dünya inşasının” en önemli başarısı olarak kaydedebiliriz.
Zira NATO, emperyalist ABD’nin küresel liderliğinin askeri aygıtı olarak halkların, gelişmekte olan ülkelerin, Atlantik kampı dışındaki ülkelerin ve toplamda Küresel Güney’in düşmanıydı. Hatta NATO, bünyesindeki özel Amerikan araçları ile “hükümetleri/devletleri kontrol altında tutmaya çalıştığı” için, pek çok üyesinin de fiilen düşmanıdır.
ABD ile AB arasında 5. madde krizi
Kuşkusuz NATO’nun dağılması çok hızlı olmayacaktır ama Fransızların benzetmesiyle söylersek “beyin ölümü” başladı bile. İşte ABD ile AB’yi karşı karşıya getiren Ukrayna sorunu da bu beyin ölümünü ilerletiyor. Artık konu şu aşamaya gelmiş durumda:
ABD Başkanı Donald Trump, “NATO üyelerinin ABD’yi savunacağını sanmıyorum” diyor. Ama ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth’in “Ukrayna’da olası bir barışı koruma misyonu NATO’nun 5. maddesi kapsamına girmez” demesi de ABD’nin NATO üyesi Avrupalıları Ukrayna’da savunmayacağı anlamına geliyor.
ABD’nin NATO’dan çıkmasını isteyen Kongre üyelerinin açıklamaları, ABD’siz savunma dönemine geçildiğini belirten Avrupalı siyasetçiler, kısacası Atlantik’in her iki yasasında NATO’nun geleceğine dair olumsuz beklentiler artmış durumda.
AB’nin yeni savunma yol haritası
AB liderleri NATO’nun geleceğinin belirsizliği nedeniyle toplanıp, ”Avrupa’nın daha egemen, kendi savunmasından daha sorumlu bir yaklaşımla, stratejik bağımlılığı azaltacak bir genel savunma hazırlığı yapma” kararı aldılar. AB liderleri bunu, şimdilik sonuç bildirgesine “NATO’yu tamamlayıcı nitelikte” diye işlediler.
Ama daha dikkat çekeni ise sonuç bildirgesindeki “AB, benzer şekilde düşünen AB dışı ortaklarla birlikte çalışmanın önemini vurgular” cümlesiydi.
Avrupa’nın güvenlik taşeronluğu
İşte AKP hükümetinin bir süredir yükselttiği AB bayrağı, Avrupa’daki bu görüşlere dayanıyor.
Erdoğan’ın “Türkiye’siz Avrupa güvenliği düşünülemez” sözleri, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “Türkiye, NATO’nun dağılması halinde oluşacak yeni Avrupa güvenlik mimarisinin bir parçası olmak isteyecektir” demesi ve AKP medyasında adım adım “Ukrayna’ya barış misyonu içinde Türk askeri gönderilmesi” fikrinin işlenmesi, iktidarın ABD ile AB arasındaki çelişmeden yararlanma niyetini ortaya koyuyor.
Ancak AB’nin savunmasını üstlenme misyonu, son tahlilde “Avrupa’ya jandarma olma” dilekçesi anlamına gelir ki bu iç politikada ciddi bir kırılma doğuracaktır.
Avrupa Siyasal Topluluğu
Öte yandan Brüksel’in “AB dışı ortaklarla çalışma” vurgusu, elbette Türkiye’nin AB üyeliğine göz kırpması anlamına gelmiyor. O nedenle AKP’nin Atlantik cephesindeki sorunlardan yararlanarak AB üyesi olmak istemesi, hâlâ bir hayalden fazlası değildir.
Zira “NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini” düşünenler, “Avrupa ordusunun kurulmasını“ isteyenler ve “stratejik özerklik ile ABD’den bağımsızlaşmayı” savunanlar, bu amaçla “Avrupa Siyasal Topluluğu”nu oluşturuyorlar. İngiltere gibi AB’den ayrılan bir Avrupa ülkesi ile Türkiye gibi AB ile Ortadoğu arasında “tampon ülke” gördükleri bir NATO üyesini dahil edecekleri daha geniş bir siyasi platform…
Aynı anlayış, aynı görev
Günün sonunda Türkiye açısından asıl sorular şunlardır: Türkiye’ye tehditler nereden geliyor? Avrupa savunmasını Türkiye’nin üstlenmesi ulusal çıkarlarımızla uyumlu mudur?
Çünkü AB liderlerinin belirlediği savunma stratejisi şöyledir: “Rusya ve Belarus’un oluşturduğu tehditler göz önüne alındığında AB’nin doğu sınırlarının savunulması, AB’nin tümünün güvenliği içindir.”
Buradan hareketle, Avrupa’nın savunmasını üstlenmek demek, AB’nin belirlediği tehdit kapsamında, Türkiye’nin Rusya ile karşı karşıya gelmesi demektir. Bu pratikte AB’nin doğu sınırını korumak için Türkiye’nin Rusya’ya güneyden cephe açması anlamına gelir.
Bu da dönüp dolaşıp aynı görevin kabulü anlamına gelmektedir, zira Türkiye’nin NATO üyeliği de esas olarak “Avrupa’nın zaman kazanması için Türkiye’nin SSCB’yi oyalamasına” dayanıyordu.
Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
8 Mart 2025
AB’yi kurtarma misyonu
Posted by Mehmet Ali Güller in CGTN Türk, Politika Yazıları on 25/02/2025
Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni bir misyon açıkladı: AB’yi kurtarmak!
Erdoğan kabine toplantısı sonrası yaptığı açıklamada aynen şöyle dedi: “Avrupa Birliği’ni (AB) ekonomiden savunmaya, siyasetten uluslararası itibara içine düştüğü çıkmazdan sadece Türkiye kurtarabilir. Türkiye’nin Birliğe tam üyeliği kurtarabilir” (AA, 24.2.2025).
Erdoğan’ın bu çıkışı yapmasını sağlayan konu, ABD Başkanı Donald Trump’ın politikalarının AB’de doğurduğu endişe, yeni ABD yönetiminin Rusya’yla Ukrayna sorununu AB’siz çözme hamlesi, AB liderlerinin bu nedenle yaptığı kaygılı açıklamalardır aslında…
Liberal demokrasi
Ama Erdoğan “AB’yi kurtarma” misyonunu, buraya değil, liberal demokrasinin erozyonuna bağlıyor ve şöyle diyor: “Bir dönem tüm sorunların ilacı olarak gösterilen liberal demokrasi artık eski gücünü, eski itibarını ve etkisini yitirmiştir. Topluma rota çizmekte siyasete anlam kazandırmakta insanlara umut ve güven vermekte yetersiz kalmaktadır. Hayat gibi siyaset de boşluk kabul etmez. Batı’da bugün yaşanan durum işte budur. Avrupa demokrasilerinde ortaya çıkan boşluğu son seçimlerde görüldüğü üzere aşırı sağcı demagoglar dolduruyor” (AA, 24.2.2025)
”Liberal demokrasi”nin gücünü, etkisini, itibarını yitirdiği açık, bu konuda Erdoğan’ın saptaması elbette doğru. Nitekim Erdoğan da bindiği “liberal demokrasi” tramvayından uzun süre önce inmişti.
Ancak mesele şu: Erdoğan, liberal demokrasiyi terkederken, daha ileri bir demokrasi modeline geçmiş değil, tersine “liberal demokrasi”nin çok gerisine ülkeyi çapalamış durumda.
Erdoğan’ın “Avrupa’da liberal demokrasinin boşluğunu aşırı sağ dolduruyor” dediği durum, Türkiye’de zaten gerçekleşti: Siyasal İslamcılık, Türk-İslam sentezi sağdır, Cumhur İttifakı koalisyonunun HUDA-PAR gibi bileşenleri aşırı sağdır, AKP’nin dayandığı tarikatlar, cemaatler aşırı sağdır.
AB’ye jandarma olma dilekçesi
Türkiye’nin “AB’yi ekonomiden savunmaya, siyasetten uluslararası itibara, içine düştüğü çıkmazdan kurtarabilmesi” ise bir “iç propagandadan” öte anlam taşımıyor. Çünkü:
1) Türkiye’nin AB ekonomisini kurtaracak gücü yok: “Almanya bizi kıskanıyor” konusu ekonominin derin krizini perdeleme çabasından başka bir şey değil. Çalışanların çoğu asgari ücretli ve asgari ücret yoksulluk sınırının altında. İşsiz işçilerimizin de AB’ye ilaç olabilmesi mümkün değil çünkü Avrupa’da da işsizlik sorunu var artık.
2) Türkiye’nin AB savunmasını kurtarma konusu ise aslında çok sorunlu bir konudur. Birincisi bu, temelde “AB’ye jandarma” olma dilekçesidir, onur kırıcıdır. İkincisi AB’nin kime karşı savunmasına çare olunacaktır? Rusya’ya mı? Vahimdir…
AB’yi sığınmacılardan koruma misyonu
“Türkiye’nin tam üyeliğinin AB’yi kurtaracağı” konusu hem kurtarılacak olan açısından hem de kurtarmaya soyunan açısından iki yönlü yanılsamadır.
AB’nin Türkiye’yi “tam üye” yapma olasılığı 40 yıldır zaten yoktu, olmayacaktır. Brüksel, Berlin, Paris için Türkiye’nin yeri AB değil, Avrupa Siyasal Topluluğu’dur. İlki birleşik devlettir, ikincisi coğrafi bir topluluktur.
AB’nin Türkiye için belirlediği pozisyon açıktır; AB ile Ortadoğu arasında “tampon ülke” olmak. Nitekim o rolün gereği anlaşmaları da “AB’yi kurmartma misyonuna” soyunan AKP iktidarı yaptı, sığınmacıları geri kabul anlaşmasıyla “Avrupa’yı istiladan kurtarma” görevini kabul etti.
AKP’li Başbakan Binali Yıldırıım 2016’da “Türkiye olmasa mülteciler Avrupa’yı istila edecek” diyerek, AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan 2019’da “Avrupa’nın huzurunun, 4 milyon sığınmacının Türkiye’de tutulmasına bağlı olduğunu” belirterek o anlaşmaları savundular.
Yani Türkiye’nin “AB ekonomisini ve savunmasını kurtarması” söz konusu değil ama Türkiye’yi yönetenlerin AB’yi sığınmacılardan koruduğu bir gerçektir.
Atlantik sistemi,, Türkiye’yi içeri almayacağı AB kapısında bekleterek yükselen Asya’dan, BRICS’ten uzak tutmaya çalışırken, AKP de “AB üyeliği” propagandası ile kendisini düşmekte olduğu iktidar çıtasının üstünde tutmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla Türk toplumuna yeniden “AB üyeliği” propagandası yapmak, çaresizliğe çare arama çabasından başka bir şey değildir.
Mehmet Ali Güller
CGTN Türk
25 Şubat 2025
Petrol, silah, özerklik
Posted by Mehmet Ali Güller in Cumhuriyet Gazetesi, Politika Yazıları on 24/02/2025
ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye politikası, daha doğrusu Suriye’den ABD askeri çekip çekmeyeceği konusu hâlâ belirsizliğini koruyor. Trump‘ın söylediklerine bakılırsa ABD askerleri çekilebilir ama Trump’ın İsrail’in güvenliğini esas alan Ortadoğu politikası buna ne oranda geçit verir, tartışmalı…
Zira Tel Aviv, İsrail’in güvenliği konusunu jeopolitik düzlemde, diğer faktörlere ek olarak, Suriye’de Kürt ve Dürzi özerk bölgelerin kurulmasına da dayandırıyor. Dolayısıyla ABD ve İsrail açısından Ortadoğu’da “Kürt özerk bölgeleri” oluşturulması hâlâ stratejik hedef olarak duruyor.
HTŞ’nin boyunu aşan problem
Ankara’nın ABD’den beklentisi Suriye’den çekilmesi ve PYD’ye desteğini kesmesi, HTŞ’den beklentisi ise PYD’yi silahsızlandırması…
Evet, HTŞ bu yönde bazı müzakere girişimlerde bulundu ama sorunu çözebilecek dayanakları zayıf. Çünkü:
1) ABD HTŞ ile PYD’nin uzlaşmasını istiyor. Washington bunu sağlamak için de “yaptırımları aşamalı olarak kaldırma” taktiğini kullanıyor. Ahmet eş-Şara’nın Suriye’yi yönetebilmesi ve geçici yönetimini kalıcı hale getirebilmesi, yaptırımların kalkmasına ve alacağı ekonomik desteğe bağlı. Bu da eş-Şara’yı Ankara ile Washington’un talepleri arasında bir denge gözetmeye zorluyor.
2) HTŞ’nin PYD’yi zor yoluyla teslim alabilmesi askeri uzmanlara göre pek olası görünmüyor. Çünkü Suriye ordusunun askeri kapasitesi, HTŞ’nin Şam’a yürüyebilmesini kolaylaştırması için bizzat İsrail tarafından tahrip edilmişti. Yani HTŞ’nin ve yeni Suriye ordusunun elinde ABD tarafından eğitilip donatılmış 80 bin kişilik PYD gücünü yenebilecek kuvvet yok. Türkiye’nin açık desteği ise Ankara’nın “Trump’la beyaz sayfa” beklentisini torpilleme olasılığı taşıyor.
3) ABD’nin Gazze planı baskısı altındaki Arapların ise Suriye’deki PYD özerkliğine karşı konumlanabilmesi çok etkili olabilecek gibi görünmüyor.
Şam ve Özerk Yönetim’in petrol anlaşması
Tersine, bölgede PYD’nin lehine önemli gelişmeler yaşanıyor. Bunların başında da petrol anlaşması geliyor.
Suriye Petrol Bakanlığı Sözcüsü Ahmet Süleyman, PYD ile petrol satışı anlaşması yaptıklarını duyurdu: “Özerk Yönetim ile Suriye hükümeti arasında petrol konusunda bir anlaşma sağlandı. Suriye hükümeti, Özerk Yönetim’den günlük 15 bin varil petrol alacak. Petrol, Haseke ve Deyrezor bölgelerinden tankerlerle Humus ve Banyas rafinelerine taşınacak” (Rudaw, 22.2.2025).
Şam’ın “Özerk Yönetim” ile bir petrol anlaşması yapmış olması, en azından şu aşamada HTŞ’nin PYD özerkliğini fiilen kabul ettiği anlamına gelmektedir.
Fiili özerklik durumu
ABD’nin Irak’ta özerk bir Kürt bölgesi oluşturması yöntemi ile Suriye’de özerk bir Kürt bölgesi oluşturmaya çalışması yöntemi arasındaki önemli bir paralellik olan petrol konusu, özerkliğin çok önemli bir dayanağı durumunda.
Bir diğer dayanak ise ABD silahlarıdır elbette.
Ankara HTŞ’den PYD’nin elindeki silahları toplamasını istiyor. O silahlar her ne kadar sanki çoğunluğu Rus silahıymış gibi Türkiye’de propaganda edilse de esas olarak ABD silahlarıdır ve ABD, kendi silahlarının toplanarak Suriye ordusunun envanterine konulmasını özerklik konusunda taviz koparmadan kabul edecek gibi görünmüyor.
Silahlı ordusu olan ve petrolü merkezi hükümete satan bir kuvvet, zaten fiilen özerktir. Konu artık bu fiili durumun anayasallık kazanıp kazanmayacağı noktasındadır.
İktidarın oyun planı
Kısacası Ankara açısından sorunun çözümü sadece zor kullanmaya dayanmaktadır ve bu da ABD’yle ipleri koparma kararlılığı gerektirmektedir. Ne yazık ki Ankara zoru Rusya ve İran’la işbirliği temelinde daha kolay bir şekilde kullanabilme şansını, HTŞ’nin Esad’ı devirmesine destek vererek kaçırmış oldu.
İktidar bu nedenle, Trump’ın çok boyutlu yeni politikalarında kolaylaştırıcı bir rol oynama üzerinden ve açılımı da kullanarak yeni çözümler aramaktadır. Ancak bu da Türkiye’nin ulusal çıkarlarından büyük taviz olasılığı taşımaktadır.
Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
24 Şubat 2025
Suriye’de federalizm mücadelesi
Posted by Mehmet Ali Güller in CGTN Türk, Politika Yazıları on 07/01/2025
BAAS partisi ve onun temsilcisi Beşar Esad, Suriye’deki etnik grupları, farklı din ve mezhepleri birarada tutan ana faktördü.
13 yıl süren ağır Atlantik saldırısının bu faktörü ortadan kaldırması, “Suriye’nin birliğini” zora soktu. Şimdi çeşitli gruplar, “toprak bütünlüğü içinde ama merkezi olmayan bir yeni Suriye” istiyor. Üstelik her grubu destekleyen bir uluslararası güç var.
ABD Kürtlerin hamisi
ABD Suriye Kürtlerinin arkasında. Zaten IŞİD’e karşı mücadelede YPG’yi “kara ordusu” olarak değerlendirerek, ülkenin kuzeydoğusunda fiilen bir özerk yönetim kurmasını sağladı.
YPG, PYD’nin silahlı kanadı. PYD ise PKK’nin Suriye kolu. ABD bu örgütün siyasi, ekonomik ve askeri destekçisi durumunda.
ABD, müttefiki Türkiye’yi yatıştırmak için önce “PKK başka PYD başka” tezine sarıldı. Bunun gerçekçi olmaması nedeniyle, daha sonra omurgasını YPG’nin oluşturduğu ve bazı Arap aşiretlerini de dahil ettiği Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) inşa etti.
Suriye’nin kuzeydoğusunda bir de ENKS (Kürt Ulusal Konseyi) var. Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin patronu durumundaki Barzani’ye yakın ENKS, Türkiye’nin de desteğine sahip. Hatta Ankara Barzani peşmergelerinin Türkiye sınırı üzerinden Kobani’ye geçmesini sağlamıştı. ENKS, aynı zamanda Türkiye’nin sponsorluğundaki Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu’nun (SMDK) parçası.
ABD Suriye’de “Kürt birliği” kurmak istiyor
ABD, ENKS ile SDG’yi, “yeni Suriye” mücadelesinde tek bir merkez yapmak istiyor.
Scott Bowles başkanlığındaki ABD heyeti, bu amaçla ENKS heyetiyle görüştü. 5 Ocak pazar günü Kamışlı’daki ENKS ofisinde yapılan görüşme, ABD’nin “Kürt birliğini” kurmaya çalıştığına iaşret ediyor.
ENKS Sözcüsü Faysal Yusuf, “ABD’nin toplantıda Kürt tarafının birleşerek Suriye’nin geçici hükümetiyle tek ses olarak müzakere etmesini istediğini” açıkladı (Rudaw, 6.1.2025).
Amaç ne? Suriye’nin kuzeydoğusundaki “Kürt özerk yapısının” korunması.
Nitekim Barzanici ENKS, Türkiye’nin desteklediği SMDK’nin parçası olsa da Suriye’de federalizmi istiyor. ENKS Temsilcisi Abdülhakim Beşar, “Suriye’nin geleceğinin federalizm” olduğunu belirtiyor.
Aynı zamanda SMDK Başkan Yardımcısı olan ENKS Temsilcisi Aldülhakim Beşar ENKS’nin görüşlerini şu sözlerle özetledi: “Suriye’nin geleceğinin federal olduğunu görüyorum. Dürziler kendi kendilerini yönetmek istiyor. Aleviler de aynı şekilde, ayrıca Dera halkı da. Biz Kürtler de kendimizi yönetmek istiyoruz. Suriye’nin geleceği için önemli bir rolü olan büyük bir halktır. Şimdiki yönetim federasyona karşı olduklarını söylüyor ama tek başlarına karar vermiyorlar, Suriye halkı kendisi karar veriyor. Suriye’nin geleceği federaldir.” (Rudaw, 6.1.2025)
İsrail’in Kürtlere ve Dürzilere desteği
Suriye’nin siyasal birliğine en karşı olan ülke İsrail. Suriye ordusunu ve İran destekli grupları aylarca havadan vurarak HTŞ’nin Şam’ı ele geçirmesini kolaylaştıran İsrail, şimdi bunun meyvelerini toplamak istiyor. İsrail bu amaçla şu üç hedefi savunuyor:
1) İşgal altında tuttuğu Suriye’nin Golan bölgesini genişleten İsrail, Suriye’nin güneyinde bir tampon oluşturmak istiyor.
2) İsrail, Dürzilerin ayrı bir özerk bölge olarak kendisine “asıl komşunun” olmasını istiyor. Bu amaçla Suriye’nin güneyindeki Dürzilere açık destek veriyor.
3) İsrail, Kürtlerin devletleşmesini istiyor. Hatta İsrail sadece Suriye’de değil, Irak, İran ve Türkiye Kürtlerinin “Büyük Kürdistan”ı kurmasını savunuyor.
Dürziler federasyon istiyor
Nitekim Dürziler de açıkça “federal Suriye” istiyor. Şam’a HTŞ’den önce giren Süveyda Operasyon Odası komutanlarından Mervan el-Rızk “Biz Suveyda vilayetinde ademi merkeziyeti tercih ediyoruz” dedi (Harici, 6.1.2025).
”Şam yönetimi kendi şeriatını bize dayatamaz” diyen Rızk, İsrail’in işgaline de karşı çıkmıyor. Hatta Rudaw muhabirinin bu konudaki ısrarlı sorusunu, tersinden şöyle yanıtladı: “Eğer bir gün burada Suriye’de bir devlet kurulur ve tüm Suriyeliler bunu onaylar ve bu devlet İsrail devletine barış için elini uzatırsa, bizim barışa karşı hiçbir engelimiz yok” (Harici, 6.1.2025).
Bu arada Şam’daki geçici yönetimi oluşturan HTŞ’nin de İsrail’in Suriye işgaline karşı çıkmadığını, HTŞ lideri Ahmed Şera – Colani’nin sık sık “İsrail’le çatışma istemiyoruz” dediğini de önemle not edelim.
Türkiye ve HTŞ
Türkiye, 27 Kasım’da Halep hedefli saldırı başladığında, uzun yıllardır yatırım yaptığı Suriye Milli Ordusu’nu (SMO) destekliyordu. Ancak SMO’nun daha etkili durumdaki HTŞ’nin önüne geçme şansı yoktu. Yarışı HTŞ kazandı.
Ankara hızla bu gerçeğe göre konumlandı ve HTŞ’nin hamisi olmaya soyundu. Terör örgütü kabul edilen HTŞ’ye ilk açık desteği veren, görüşen, büyükelçilik açan Ankara oldu.
Ankara bu yolla Şam üzerinde etkin olarak, merkezi yönetimin Suriye’nin kuzeydoğusuna ilişkin politikasında belirleyici olmak istedi. Bu amaçla HTŞ’den YPG’ye baskı kurmasını, özerkliği kabul etmemesini, federal Suriye’ye karşı çıkmasını istedi.
HTŞ ise ele geçirdiği iktidarı koruyabilmek için bu süreci her tarafla denge kurmaya çalışarak yürütmeye çalışıyor: İlk açık desteği nedeniyle Ankara’nın taleplerini “dile getiriyor” ama diğer yandan ilk yurtdışı ziyaretini Türkiye yerine Suudi Arabistan’a yapıyor. Ve daha önemlisi ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa ile görüşerek, uluslararası meşruiyet kazanmaya çalışıyor. HTŞ’nin iktidarını sürdürebilmesi için Suriye’ye uygulanan yaptırımların kaldırılması gerek. ABD ise 2029’a uzattığı yaptırımları, HTŞ’nin SDG’nin kazanımlarına dokunmaması şartına bağlamış durumda. Washington bu amaçla yaptırımları HTŞ’nin tutumuna göre aşama aşama kaldıracağının iaşretini verdi.
Yeni Suriye’de parça kapma kavgası
Görüldüğü üzere Esad’ı yıktılar, şimdi “yeni Suriye”de parça kazanma mücadelesine başladılar.
Böylece altına imza attıkları BM kararlarını da yok sayıyorlar. Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyorlar ama siyasal birliğini kabul etmiyorlar. 13 yıldır yaptıkları yatırımın karşılığını, federal Suriye üzerinden almak istiyorlar.
Irak ve Libya’dan sonra Suriye’nin de içine düştüğü bu durumdan bölgemizin alacağı ne çok ders var…
Mehmet Ali Güller
CGTN Türk
7 Ocak 2025
HTŞ’nin İsrail ödevi
Posted by Mehmet Ali Güller in Cumhuriyet Gazetesi, Politika Yazıları on 28/12/2024
ABD, İsrail ve Türkiye desteğiyle Şam’da iktidar olan HTŞ yönetimi, şimdi bunun karşılığının ödenmesi görevleriyle karşı karşıya: Washington HTŞ’den İsrail ve YPG için güvence istiyor, Ankara ise HTŞ’den YPG’yi tasfiye etmesini…
Her ne kadar YPG’’yle ilgili talepler birbiriyle çelişiyorsa da HTŞ iki başkente sıcak mesajlar gönderiyor; Washington’a İsrail konusunda, Ankara’ya YPG konusunda…
İsrail’e dört, ABD’ye bir mesaj
HTŞ’nin ajandasındaki öncelikli konu ABD’ye verilecek İsrail güvencesi.
HTŞ lideri Colani’nin Şam’a vali atadığı Mahir Mervan, bu amaçla ABD kamu radyosu NPR’ye bir demeç verdi. Mervan’ın İsrail mesajları şöyle:
1) “Bizim sorunumuz İsrail’le değil.”
2) İsrail korku hissetmiş olabilir. Bu yüzden Suriye’de biraz ilerledi, Suriye’yi biraz bombaladı.”
3) İsrail’in ya da başka bir ülkenin güvenliğini tehdit edecek hiçbir şeye karışmak istemiyoruz.
4) Biz barış istiyoruz ve İsrail’e ya da herhangi birine karşı olamayız.”
5) “ABD, İsrail ile iyi ilişkiler kurmayı kolaylaştırmalı.” (harici.com.tr, 2712.2024)
ABD’nin Colani’den talepleri
Konu hakkında kamuya açık konuşma yetkisi olmayan bir ABD’li yetkili, Mervan’ın demeç verdiği ABD kamu radyosu NPR’ye “HTŞ’nin mesajını İsrail’e ilettiklerini” açıkladı.
Aslında Şam Valisi Mervan’ın İsrail mesajları, ABD heyetinin Colani’yle görüşmesinde talep ettiği beş şarttan İsrail’le olanın kabulü anlamına geliyor.
23 Aralık’ta bu köşede “ABD’nin Colani’den beş talebi” başlığıyla yazmıştım. ABD Dışişleri Bakanlığı Yakın Doğu İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Barbara Leaf, Şam’da görüştüğü HTŞ lideri Colani’den İsrail’le ilgili şu talepte bulunmuştu: “Yeni Suriye’nin hiçbir şekilde İsrail’e tehdit oluşturmayacağı garanti edilmeli.”
İşte Şam Valisi Mervan, bu talebi kabul ettiklerini açıklamış oluyor; “İsrail’le bir sorunumuz yok” diyor, “İsrail’e karşı değiliz” diyor, “İsrail’in güvenliğini tehdit etmeyiz, ettirmeyiz” diyor, hatta güvenliğinin tehdit edildiğini düşündüğü için İsrail’in Suriye’de “biraz ilerlemesini” de haklı buluyor!
Adres: Geniş Astana
ABD, İsrail ve Türkiye desteğiyle beklemediği hızda Şam’a giren ve Beşar Esad yönetimini deviren HTŞ’nin günün sonunda Suriye’yi tek başına yönetemeceğini Washington da görüyor, Ankara da…
İki başkent bu nedenle Şam yönetiminin oluşturulmasına bir başka ülkenin karıştırılmamasında şu aşamada mutabık ama kendi renklerini verme konusunda da güçlü rakip durumundalar.
Moskova ise Ankara’ya süreci “geniş Astana” ile yönetmeyi teklif ediyor. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Rusya’nın Türkiye ve İran’la birlikte, bazı Arap ülkelerinin de katılımıyla, Suriye’deki tüm süreçlerin konsolide edilmesinde ve seçimlerin herkes tarafından tanınacak şekilde düzenlenmesinde destekleyici rol oynamaya hazır olduğunu” ifade etti (cumhuriyet.com.tr, 26.12.2024).
Dolayısıyla Şam’da “asıl yönetim” mücadelesi daha yeni başlıyor…
Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
28 Aralık 2024
Küresel güç mücadelesi açısından Suriye
Posted by Mehmet Ali Güller in Cumhuriyet Gazetesi, Politika Yazıları on 12/12/2024
Suriye’de Beşar Esad yönetiminin yıkılması sorunu, aynı zamanda küresel güç mücadelesinin bir parçasıdır. O perspektiften bakıldığında, elbette Esad’ın yıkılması Küresel Güney cephesi açısından bir yenilgidir.
Ancak bu yenilgi üzerinden “liberal kapitalizmin” ve Atlantik’in zaferi bağlamında, tıpkı 90’larda olduğu gibi bir “tarihin sonu” okuması yapmak elbette doğru değildir. Zira küresel güç mücadelesi inişli çıkışlıdır, düz bir doğru şeklinde ilerlemez.
Atlantik cephesinin ideologları ve propaganda makineleri, Esad’ın yenilgisini dar anlamda Rusya-İran cephesine, geniş anlamda Çin’in inisiyatifinde gelişen Küresel Güney cephesine bir hezimet olarak yazmaya çalışmaktadır ama bu hem tarihin kısa bir anı hem de asıl görüntünün içinde bir kesitten ibarettir.
Doğru, Suriye cephesinde bir yenilgi yaşanmıştır ama mücadele Batı Asya’da, Güney Amerika’da, Afrika’da, Asya’da sürmektedir; ve Küresel Güneycilik hâlâ hamle üstünlüğüne sahip olan taraftır.
Küresel Güneycilik
Meseleye güneyden baktığı halde “kesin yenilgi” görenler ise Küresel Güneyciliği eski blok siyasetiyle karıştırmaktadır. “Hani Çin nerede?” diye soranlar, Küresel Güneyciliği ya da çok kutupluluğu, blok siyasetinde olduğu gibi, herkesin birinin arkasına dizilmesi şeklinde algılamaktadır. Oysa çok kutupluluk özü itibariyle hegemonyacılıkla mücadeledir; yeni bir hegemonun arkasında bloklaşmak değildir.
Dolayısıyla sorun çıkan her yere asker göndermek, soruna çatışma riski alarak doğrudan müdahil olmak Küresel Güneycilik değildir. Küresel Güneycilik, Atlantik’in hegemonyasını kırarak, gelişmekte olan ülkelere alan açma işidir. Üstelik “büyük savaş”sız çözüm gereği ağır ileleyecek bir süreçtir. Haliyle inişli çıkışlı olacaktır. Zira Atlantik de kendi düzenini tamamen yitirmemek için hamleler yapacaktır.
Atlantik cephesinin durumu
İşte Suriye’de olan budur; Atlantik kuvvetleri, el birliğiyle, vekillerinin toplamıyla bir hamle yaptı. Öyle olduğu için de karşıt görünümlüler fiilen aynı cephede buluşabildi.
ABD için Suriye cephesi, küresel düzlemde Rusya’yla, bölgesel düzlemde İran’la mücadele edilecek sahadır. O sahada stratejik hedef Suriye’nin kuzeyinde bir PKK devleti kurmaktır; yolu Esad’ı yıkmaktır.
İsrail için Suriye cephesi, bölgesel düzlemde İran’la mücadele edilecek ve direniş eksenini kıracak sahadır. Tel Aviv bu nedenle güvenliği açısından müttefiki gördüğü PKK devletini istemekte ve Suriye’nin güneyinden parça koparmayı amaçlamaktadır.
Durumu en karışık olan ise Türkiye’dir; çünkü Türkiye’nin ulusal çıkarları ile Türkiye’yi yönetenlerin siyasi çıkarları çelişmektedir. O nedenle neden-sonuç bağlamında açmazlar yaşanmaktadır; hem PKK devletine karşı çıkıp hem de Esad’ı yıkmaya çalışmak gibi, hem İsrail’e karşı olup hem de İsrail’in Esad ve İran karşıtlığıyla fiilen uyumlu olmak gibi…
Sonuçta ABD, İsrail ve Türkiye Esad’ı yıkmakta ortak; Esad’ın yıkılmasının doğurduğu iki sonuçtan “HTŞ devletine” bakışta ortak, “PKK/PYD devletine” bakışta karşıttır. Washington’un yeni uğraşı, işte bu karşıtlığı uyumlulaştırmaktır.
13 yıl direnebilmek
Bitirirken önemle belirteyim: Baas ve Esad’ın 13 yıl boyunca Atlantik saldırganlığına karşı direnebilmesi, petrolü ve doğalgazı olmayan bir ülkenin 13 yıl boyunca ambargoyla mücadele edebilmesi, dünyanın dört bir tarafından terörist akınına uğrayan bir ülkenin 13 yıl boyunca terörle mücadeleyi sürdürebilmesi hiç kolay değildir.
Üstelik bu 13 yıl boyunca Atlantik cephesi silahtan ideolojik aygıtlara, psikolojik savaştan sabotajlara kadar pek çok aracı kullanmışken…
Ve evet, Esad’ın 13 yıl direnebilmesi de çok kutupluluğun, Küresel Güneyciliğin etkisiyledir.
Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
12 Aralık 2024
Ya Astana modeli ya Washington modeli
Posted by Mehmet Ali Güller in CGTN Türk, Politika Yazıları on 03/12/2024
Cihatçı grupların Halep’e saldırısı sonrasında bir araya gelen Türkiye ve İran dışişleri bakanları iki temel konuda görüş ayrılıklarını ortaya koydu.
Bu görüş ayrılıklarından ilki, Suriye’deki olaylarda dış faktör olup olmaması, ikincisi de Astana modelinin işe yarayıp yaramadığı konusuydu.
Suriye’de dış faktör bolluğu
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Halep’e saldırıda dış faktör olmadığını belirtirken, İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi dış faktör bulunduğunu ifade etti. İki bakanın bu konudaki görüşleri şöyleydi:
Hakan Fidan: “Suriye’deki olayları dış faktörle açıklamaya çalışmak yanlıştır. Bu, gerçekleri anlamak istemeyenlerin sığındığı sığınaktır, hatadır.”
Abbas Erakçi: “Suriye’deki terör grupları ABD ve İsrail’le ilişkili. Bu gruplar Suriye’de güvensizlik yaratıyor. Siyonist rejimin, bu gerilimin çıkmasındaki rolünü gözardı etmek büyük hata olur.”
Peki gerçek ne?
Tahran’ın terör grubu, Ankara’nın ise muhalif grup dediği bu örgütlerin önemli bir kısmı başlı başına dış faktör zaten. Doğu Türkistan İslam Partisi başta, Tacik ve Özbek gruplar bir yanda, Afganistan ve Pakistan ile irtibatlı gruplar, Kafkas kökenliler dış faktör değil mi? Şu anda cihatçı grupların karadan saldırdığı Halep-Hama hattını iki aydır havadan vuran İsrail dış faktör değil mi? Suriye’nin kuzeydoğusunda askeri varlık gösteren ABD dış faktör değil mi? Halep’e saldıran HTŞ ve Suriye Milli Ordusu’nun elindeki gelişmiş askeri teçhizatların kaynağı dış faktör değil mi?
Fidan’ın Astana çıkışı
Ancak daha önemlisi Astana sürecine dair değerlendirmedeki farktı. Bu iki konuda bakanların öne çıkan değerlendirmesi şöyle oldu:
Hakan Fidan: “Sorunlar Astana süreci ile yönetilecek bir durum olmaktan çıktı.”
Abbas Erakçi: “Astana sürecini destekliyoruz. Bu sürecin tıkanmasını engellememiz lazım.“
Sorun tam da Astana anlaşmalarına tam olarak uyulmamasından kaynaklanmaktadır aslında. Astana anlaşması, İdlib’deki grupların öncelikle silahsızlandırılmasını içermektedir. Bu konuda sorumluluğu alan Ankara’dır. Ancak İdlib’deki gruplar silansızlandırılamadığı gibi, daha fazla silahlanmıştır; Türkiye’nin de terör örgütü kabul ettiği HTŞ İdlib’de hükümet kurmuş durumda!
Dolayısıyla Astana’daki sorumluluğunu yerine getirmeyen Ankara’nın, sorunların Astana süreci ile yönetilmekten çıktığını savunması fazlasıyla sorunludur.
ABD’nin hedefi zaten Astana modeli
Suriye’deki sorunların çözülmesinde iki model var: Astana modeli ve Washington modeli…
Türkiye, ilk dönemde Washington modelini uyguluyordu; ABD, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar cephesi, Esad yönetimini yıkmaya çalışıyordu. Bu modelin Suriye’yi bölünmeye götüreceği gerçeği ve ABD-PKK ilişkisi, Ankara’nın bu modeli adım adım terketmesine neden oldu.
Türkiye, ikinci dönemde Astana modelini uygulamaya başladı; Rusya ve İran ile Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasal birliği temelinde ittifak kurdu. Ancak Ankara ne yazık ki Şam’la normalleşmeyi sağlamayarak, sürecin hızlı ilerlemesini engellemiş oldu.
Astana Platformu, bir model olarak ABD’nin en istemediği durumdu. Washington bu dönem boyunca iki temel hedefi uygulamaya çalıştı: 1) Ankara’nın Şam’la normalleşmesine karşı çıktı. 2) Türkiye’nin Rusya ve İran’la arasını bozmaya çalıştı.
Ne yapmalı?
Görüleceği üzere Suriye’de hâlâ iki model mevcuttur: Astana modeli ve Washington modeli…
“Sorunların Astana süreci ile yönetilecek olmaktan çıktığını” savunmak, Ankara’yı yeniden Washington modeline savurur. Tersine, Ankara Astana anlaşmalarıyla ilgili sorumluluklarını yerine getirdiğinde, sorunların bu süreçle ne kadar hızlı çözülebildiği görülecektir.
Aslında sadece ABD’nin Astana karşıtlığına bakarak bile “nasıl konumlanmalı” sorusuna yanıt vermek mümkün. Çünkü Astana süreci, Türkiye, Rusya ve İran’ın Suriye’deki sorunlara çözüm aradığı bir süreç olmayı aşmış, üç ülkenin geniş bölge perspektifini uyumlaştırmasının platformuna dönüşmüştür. Azerbaycan’ın 30 yıl sonra Karabağ’daki topraklarını kurtarabilmesinde o uyum etkili oldu, Kafkasya’daki sorunlara karşı 3+3 platformu oluşturulmasında o uyum etkili oldu…
Kısacası, Astana bir modeldir ve Türkiye’nin geniş bölge komşularıyla birlikte geniş bölgede dış faktörlerin cirit atmasının önünde engeldir. Dolayısıyla Astana sürecinden vazgeçmek büyük hata olur, tersine Ankara bu sürecin geliştirilmesini, platformun diğer komşularla güçlendirilmesini ve bir barış ortaklığına dönüşmesini savunmalıdır.
Fidan’ın açıklaması bir son değildir. Astana’nın üç ortağı önümüzdeki günlerde bir araya gelme kararı aldı. Dolayısıyla Astana’yı riske atma yanlışından çıkma olanağı hâlâ var elbette…
Mehmet Ali Güller
CGTN Türk
3 Aralık 2024
“İsrail’in hedefi Türkiye” mi?
Posted by Mehmet Ali Güller in Cumhuriyet Gazetesi, Politika Yazıları on 10/10/2024
Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail’in Türk topraklarına göz diktiğini, hedefinin Türkiye olduğunu söyledi, TBMM tehdidi görüşmek üzere kapalı oturum yaptı.
İsrail Lübnan’ı, Suriye’yi, Suriye’deki İran’ı ve Rusya’yı aşıp da Türkiye’ye saldıracak kadar “güçlü” mü? Oysa daha iki ay önce Erdoğan “Karabağ’a girdiğimiz gibi İsrail’e de gireriz” dememiş miydi? İki ayda ne değişti? Erdoğan’ın iç siyasi ihtiyaçları değişti!
Dış politikayı iç siyaseti ayarlama konusu haline getiren Erdoğan, kendisine başkanlık yolu açacak yeni anayasa hedefi için, Cumhur Koalisyonunu genişletme peşinde. Bunun için de iki yol belirlemiş görünüyor: 1) İsrail tehdidi üzerinden TBMM’deki diğer sağ partileri koalisyona eklemlemek istiyor. 2) Bahçeli üzerinden DEM’le “yeni dönem açılımı” yapmak istiyor.
“Güçlü İsrail” propagandası!
Erdoğan’ın “İsrail’in hedefi Türkiye” açıklaması, herşeyden önce gerçekçi değil. Yukarıda da belirttiğimiz gibi İsrail’in aradaki engelleri de düzleyerek Türkiye’ye saldırabilmesi mümkün değil. (Bir cumhurbaşkanının, iç siyaset ihtiyacı ile ülkesini böyle saldırılacak zayıflıkta konumlandırması ise başlı başına üzerinde durulması gereken bir konu ne yazık ki.)
Öte yandan, İsrail’i olduğundan daha güçlü gösterebilmek, zaten bir İsrail propaganda stratejisidir. İsrail Ortadoğu’da kendisini savaş kaybetmeyen, istediği siyasi rakibini ortadan kaldırabilen, her ülkeyi vurabilecek bir büyük güç gibi göstermeye çalışıyor. ABD’nin tekelindeki Atlantik medyasının da desteğiyle, İsrail uzun yıllar boyunca bir “dokunulmazlık miti” inşa etti. Hamas 7 Ekim 2023’te Aksa Tufanı’yla, İran 13 Nisan 2024 ve 1 Ekim 2024’te 1200 kilometreden balistik füzeleriyle İsrail topraklarını vurarak, işte o dokunulmazlığı deldi.
Erdoğan ise “İsrail’in hedefi Türkiye” diyerek Tel Aviv propagandasını güçlendirmiş oluyor, tıpkı AKP medyasının “İsrail’in demir kubbesi İran füzelerini etkisizleştirdi” yayınları gibi…
Asıl tehdit ABD’den
Peki gerçek ne?
Gerçek şu: İsrail ABD değildir, ABD’nin Ortadoğu’daki siyasi üssüdür, ileri karakoludur. Dolayısıyla ABD projelerini İsrail projeleri gibi propaganda ederek İsrail’i güçlü göstermek, en azından ABD tehditlerini dolaylı da olsa perdelemek anlamına gelir.
Gerçek şu: Türkiye’ye tehditler İsrail’den değil ABD’den gelmektedir. ABD Türkiye’yi tehdit eden terör örgütlerinin ana sponsorudur, Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’ta, Ege’de, hatta Karadeniz’de Türkiye’nin karşısındadır. ABD Türkiye’ye ekonomik operasyonlar düzenlemekte, ticari ambargo ve askeri yaptırımlar uygulamaktadır.
Gerçek şu: “İsrail’in hedefi Türkiye” değil ama İsrail’in bölgedeki politikalarının etkisi ve Netanyahu’nun iktidarını sürdürebilmek için savaşı bölgeselleştirmeye çalışması, diğer bölge ülkeleri gibi Türkiye için de tehdit oluşturuyor.
İki ayaklı strateji
Dolayısıyla “İsrail’in hedefiyiz” diyerek İsrail’i güçlü, Türkiye’yi “hedef alınabilir” zayıflıkta gösteren bu propagandanın son tahlilde Erdoğan’a bile bir yararı yoktur.
Yararlı olan, Türkiye’ye de tehdit oluşturacak bir bölgesel savaş riskini önleyecek çabalardır. Bunun için de iki ayaklı şu strateji izlenmelidir:
1) Türkiye, öncelikle İran başta bölge ülkeleriyle caydırıcı bir ittifak oluşturmalıdır.
2) ABD sponsorluğu yoksa, İsrail saldırganlığı da yoktur. Dolayısıyla Türkiye, ABD’nin sponsorluğunu kesmeyi zorlayacak adımlar atmalıdır: Kürecik Radarı’nı kapatmalı, İsrail’e askeri mühimmat taşınmasını sağlayan İncirlik uçuşlarını durdurmalı, Doğu Akdeniz’deki ABD savaş gemilerine lojistik desteği kesmeli ve İsrail’e dolaylı süren petrol akışını engellemelidir.
Hem bunları yapmayıp, hem de “İsrail bizi hedef alıyor” demek, en hafifinden Türkiye’nin birikimine haksızlıktır.
Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
10 Ekim 2024
Kalkınma Yolu’nda Türkiye-Irak-İran
Posted by Mehmet Ali Güller in CGTN Türk, Politika Yazıları on 18/09/2024
İran, Türkiye ile Irak arasındaki Kalkınma Yolu projesine katılacak mı? Bu sorunun yanıtı hem bölgesel işbirliğinin derinleşmesine hem de Güney Kafkasya’daki yol problemlerinin çözümüne katkı yapacak.
Zira Azerbaycan ile Nahçıvan arasında oluşturulmaya çalışılan Zengezur Koridoru konusunda İran’ın endişeleri var. Tahran yönetimi “ulaşım yollarındaki engellerin ortadan kaldırılmasını” kategorik olarak destekliyor ancak bölgede “sınır değişikliği” oluşmasına ise itiraz ediyor.
Peki bir sınır değişikliği oluşturmadan, örneğin tünel yoluyla, hatta İran’ı da dahil ederek, Azerbaycan ile Nahçıvan arasında bir bağlantı kurulmaz mı?
Bunu ayrıca tartışmamız gerekiyor ancak asıl konumuza, İran’ın Kalkınma Yolu’na katılıp katılmayacağı konusuna bakalım.
Irak davet etti, İran memnun
Irak, Kalkınma Yolu’na katılımı için İran’a davette bulundu. İran’ın Bağdat Büyükelçisi Muhammed Kazım Sadık, davet için Irak hükümetine teşekkür ederek Tahran’ın memnuniyetini aktardı: “Bölge ülkelerinin arasında ekonominin ve ticaretin büyümesine ve refahına katkıda bulunabilecek her türlü projeyi memnuniyetle karşılıyoruz.”
Büyükelçi Sadık, İran Cumhurbaşkanı Mesud Pazeşkiyan’ın “bölge ülkelerinin demiryolu ve karayolu hatlarının birbirine bağlanmasının bir zorunluluk olduğu” görüşünü de aktardı.
Özetle İran yönetimi, Türkiye ve Irak’ın Kalkınma Yolu’na ilgi gösteriyor diyebiliriz.
MEHR’in işaret ettiği bağ
Bu haberi servis eden İran’ın MEHR haber ajansının Kalkınma Yolu ile ilgili değerlendirmesi önemli, çünkü “Kalkınma Yolu” ile “Kuşak ve Yol“ arasında bir bağ kuruyor. Ajans, Çin’in Pakistan’daki Gwadar Limanı’nı 2015 yılından beri işletiyor olmasının, Irak’ın jeopolitik önemini artırdığını vurgulayarak şöyle diyor:
“Çünkü Gwadar’a ulaşan Çin malları, Süveyş Kanalı’ndan geçerek deniz yoluyla Avrupa’ya ulaşmak yerine çok daha düşük maliyetle kısa sürede Avrupa’ya varacaktır.” (MEHR Haber Ajansı, 15.9.2024)
İşte bu gerçek, Türkiye ve Irak ile Çin’in ekonomik işbirliğini de daha derineleştirecektir.
Unutulmamlı: Haziran’da Çin’i ziyaret eden Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, “Kalkınma Yolu ile Kuşak ve Yol’u entegre etmek istiyoruz” demişti.
Kuşak ve Yol ile kalkınma Yolu birleşecek
Bağdat’taki Kalkınma Yolu Projesi Konferansı’ndan hemen sonra Cumhuriyet’te yazdığım makalede, tam da buna dikkat çekmiştim:
”Kalkınma Yolu Projesi, Çin’in liderlik ettiği Kuşak ve Yol ile aslında birbirini bütünleyen bir projedir. Kaldı ki Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşerek Körfez’e boşaldığı bölgedeki Büyük Fav Limanı, Çin’in işlettiği Pakistan’daki Gwadar Limanı’yla birlikte daha da önem kazanmaktadır.
“Şöyle ki, Gwadar Limanı, Çin’in Körfez’den aldığı petrolü ABD denetimindeki Malakka Boğazı’ndan geçirmesine gerek kalmadan, yoldan ve süreden tasarruf etmek için Pakistan üzerinden transfer ettiği adrestir. Petrol, buradan boru hattıyla Çin’in Sincan bölgesine ulaştırılmaktadır. (ABD’nin Uygur kışkırtmasının bir nedeni de budur.)
“Dolayısıyla şimdi Gwadar Limanı ile Büyük Fav Limanı ticarette bütünlük oluşturacak, Çin mallarının daha kısa bir yol üzerinden ve daha kısa bir sürede Avrupa’ya ulaştırılması sağlanacaktır.
“Yani Kuşak ve Yol ile Kalkınma Yolu birleşecek, Batı Asya’nın birlikte kazanmasının ve kalkınmasının yolu olarak Körfez bölgesi Türkiye üzerinden Avrupa’ya bağlanacaktır.”
Akraba ülkeler
Başta değindiğimiz konuya dönersek…
Körfez’deki Fav Limanı ile Avrupa arasında Irak ve Türkiye topraklarından geçecek bu kara ve demiryolu projesi, önemli bir ticaret köprüsü olmanın dışında, bölge barışı için de önemli potansiyeller taşıyor.
Örneğin İran’ın Kalkınma Yolu’na katılması, sınır değişikliğine yol açmadan bulunabilecek çözüm üzerinden Zengezur Koridoru için de kolaylaştırıcı olacaktır.
Ve bitirirken belirtelim: İran Cumhurbaşkanı Pazeşkiyan ilk yurtdışı ziyaretini Irak’a yaptı ve ülkesinde düzenlediği ilk basın toplantısında, “Türkiye dostumuz, kardeşimiz ve akrabamızdır” diyerek yakın zamanda Türkiye’yi ziyaret edeceğini ifade etti.
Mehmet Ali Güller
CGTN Türk
17 Eylül 2024