Posts Tagged Cengiz Çandar

İki entegrasyon, iki idari yapı

Suriye’den gelen bilgiler, Şam ile SDG’nin entegrasyonda bir orta yol bulmaya yakın olduklarına işaret ediyor. 

ABD’nin Suriye’nin geçici Cumhurbaşkanı Ahmet el Şara ile SDG Komutanı Mazlum Abdi’ye imzalattığı 10 Mart mutabakatına göre, SDG’nin 31 Aralık’a kadar Suriye ordusuna entegrasyonu gerekiyor.

Peki nasıl?

İki model

Türkiye ve Şam yönetimi, SDG’nin kendini dağıtarak, her SDG’linin tek tek Suriye ordusuna entegre edilmesini savunuyor. 

ABD, İsrail ve SDG yönetimi ise SDG’nin birincisi tek tek değil blok halinde, ikincisi kendi komutası altında ve üçüncüsü kendi bölgesinde Suriye ordusuna entegre olmasını savunuyor.

Bu pratikte iki farklı entegrasyon, iki farklı model, hatta Suriye açısından iki ayrı idari model demek. 

SGD’lilerin tek tek Suriye ordusuna entegre olmasının pratik sonucu “üniter Suriye” demektir. SDG’lilerin blok halinde kendi bölgesinde Suriye ordusunun bir parçası olması ise SDG bölgesinin özerkliği ve Suriye’nin ademi merkeziyetçiliği demektir. 

Uzlaşı için ara formül

Şam’ın ve HTŞ’nin SDG’yi “zorla” kendi istediği modele göre entegre etme şansı yok. Şara’nın Suriye’yi yönetebilmesi, ABD’nin yaptırımlarının kalkmasına ve Washington’un desteğine bağlı. Diğer yandan İsrail de Şam’ı askeri basınç altında tutuyor. 

HTŞ’nin SDG’yi “zorla” tek tek entegre edebilmesi ya da dağıtabilmesinin tek yolu, Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu güçlerinin doğrudan SDG’ye müdahalesinden geçiyor. 

Ancak bu durum AKP hükümeti açısından Washington’la açtığı yeni beyaz sayfanın tekrar kapanmasından içerideki açılım sürecinin tıkanmasına kadar birçok riski barındırıyor. 

ABD Büyükelçisi Tom Barrack’ın bu nedenle bir ara formülü uygulatmaya çalıştığı anlaşılıyor: SDG’nin tamamı değil ama üç tümeni korunsun, kendi bölgesinde bloklar halinde Suriye ordusunun parçası olsun. Bu ara formülün gereği olan idari yapıyı zaten “federasyon değil ama ona en yakın sistem” diye tanımlamıştı. 

Şam’ın iki talebi

Şam’dan gelen bilgiler, bu formülün genel bir uzlaşının zeminini oluşturduğu şeklinde ama -belki de Ankara’nın etkisiyle- Şara yönetimi bazı ek taleplerde bulunuyor. 

Örneğin Reuters’ın iddiasına göre Şam yönetimi “50 bin SDG’linin üç tümen halinde yeniden yapılandırılmasına” prensipte açık ancak iki talebi var: 1) SDG bazı komuta pozisyonlarından vazgeçmeli. 2) Kontrol ettiği bölgeler, Suriye ordusunun diğer birliklerine de açılmalı.

Şam’ın bu talepleri SDG tarafından kabul görür mü? Reuters’e konuşan bir SDG’li yetkili, “Bir anlaşmaya hiç bu kadar yakın olmamıştık” diyor.

Yanlış Suriye politikasının maliyetleri

Belki de uzlaşıya yaklaşılması nedeniyle olsa gerek, DEM Parti Milletvekili Cengiz Çandar, TBMM’de yaptığı konuşmada, Erdoğan’dan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a SDG konusundaki sözleri nedeniyle “ayar vermesini” istedi!

Anlaşılan o ki Öcalan’ın TBMM heyetine yaptığı ama sadece 4 sayfalık özeti açıklanan 16 sayfalık görüşleri, devlet içinde farklı yorumlanıyor. Fidan’ın kimi sözlerinin işte o farka işaret ettiği düşünülüyor.

DEM de, Bahçeli’nin “Diyarbakır’da Öcalan’a özgürlük mitingi yapılmasını demokrasinin gereği sayan” tutumundan anlaşıldığı kadarıyla MHP de, Suriye’deki bu uzlaşıya yakınlığın, içerideki açılım sürecinin önünü açacağını düşünüyor. O nedenle Öcalan’ın 16 sayfalık açıklaması bir süre daha kamuoyundan gizlenecek büyük olasılıkla. Çünkü Öcalan SDG’nin Suriye’de silah bırakmasını kabul etmiyor. 

Burada bir sürpriz yok, Öcalan süreç başlarken nerede duruyorsa bugün de orada duruyor. 2014’teki açılımda “Ağırlık merkezi Kuzey Irak değil Kuzey Suriye” demişti, 2025’te de “Türkiye’de devlet, federasyon, özerklik istemiyorum ama Suriye’de istiyorum” diyor özetle. 

Yani Öcalan değil, AKP ve MHP durduğu yeri sürekli değiştiriyor. Bunun Türkiye’ye ağır maliyetlerini daha yaşamaya başlamadık bile…

Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
20 Aralık 2025 

, , , , , , , , ,

Yorum bırakın

Trump’ın BOP’u

Açılım’la beraber, o denklemler yeniden raftan indi. “Musul ve Kerkük’ü almazsak, Diyarbakır’ı veririz” denmeye, “Türkiye büyümezse küçülür” denmeye başlandı yine… 

Oysa…

1960’lar: Irak-İran Kürtleri

ABD’nin federasyon planıydı bu aslında. Senato Üyesi Sadi Koçaş 1977’de yazdığı anılarında anlatmıştı: “ABD AP’yi ve Demirel’i 1965’te iktidara getirdiğinde, ‘Irak-İran ve Türkiye Kürtlerini Federe bir Cumhuriyet haline getirelim, bunu Türkiye’ye bağlayalım’ isteğinde bulundu.” Amiral Vedii Bilget 24 Şubat 1987’de Cumhuriyet’te doğruladı bunu: ABD, 1965 yılında, Türkiye’ye bağlanacak bir “Federe Kürt Cumhuriyeti” için Başbakan Süleyman Demirel’in ağzını aramıştı. 

Evet, 60’larda Irak-İran Kürtleri Türkiye’ye bağlanmak istenmişti ABD tarafından. 

Sonra… 

1990-2010: Irak Kürtleri

1986 yılında Türkiye’ye gelen ABD Savunma Bakan Yardımcısı William Taft, konuyu “Türkiye himayesinde Kürdistan” planı olarak yeniden Ankara’ya dayattı. Kenan Evren ve Turgut Özal kabul etti, Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ karşı çıktı. ABD’nin Irak’a 1991’de saldırısı sırasında, Turgut Özal bu projeyi “bir koyup üç alacağız” diyerek Türk Ordusu’na yutturmaya çalıştı. Danışmanı Cengiz Çandar “Türkiye büyümezse küçülür” diyerek ABD adına sopa salladı.

Sonra ABD’nin 2003 Irak işgali geldi ve plan, bu kez ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) merkezi konularından biri oldu. BOP Eşbaşkanı Erdoğan, “Diyarbakır’ı ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde bir merkez yapacağız” dedi. Henri Barkey, ABD’nin “Güneydoğu ve Kuzey Irak’ı kapsayan bir Nitelikli Sanayi Bölgesi’nin kurulmasını önereceğini” açıkladı. Bir kaç ay sonra, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson ilan etti: “Anadolu’nun güneyini, doğusunu ve Kuzey Irak’ı alırsanız, tek bir ekonomik bölge olduğunu görürsünüz.”

ABD bunları açıklarken, “our boys”u Kenan Evren, 2007’de sahneye çıkıyor ve “Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir” diyordu. Erdoğan daha 1990’larda eyalet sistemini savunuyordu zaten ve 12 Eylül 2010 referandumunun akşamında yaptığı konuşmada, “Federal meclis, federal konsey”e işaret etti!

2025: Irak ve Suriye Kürtleri

Görüldüğü üzere ABD, İran’ı hedef alırken Türkiye’yi Irak ve İran Kürtlerine hamilik ettirmek istedi. Irak’a saldırdığı 90’larda ve 2000’lerde ise Irak Kürdistan’ını Türkiye’ye bağlamayı hedefledi. 

Suriye’de Beşar Esad yönetimi devrildi ve proje bu kez Irak ve Suriye Kürtlerini kapsayarak yeniden Türkiye’nin önüne konuldu. İşte yeni açılım budur. 

Devlet Bahçeli’nin Halep, Musul ve Kerkük’e plaka dağıtması, Ahmet Türk’ün “Irak ve Suriye Kürtleri tıpkı Osmanlı’daki gibi Türklerle birlikte yaşamak istiyor” demesi, ABD Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın “Osmanlı millet sistemi” önerisi, Erdoğan’ın “Türk-Kürt-Arap” ittifakı ile ümmete işaret etmesi… 

Sorun şu ki “Türkiye büyümezse küçülür” sopasına taktıkları “Türkiye’yi Irak ve Suriye Kürtleriyle genişletme” oltası, aslında ve son tahlilde “Türkiye’yi büyüterek küçültme” projesidir.

Güncellenen BOP

ABD Büyükelçisi Barrack, bir diplomat değil, işadamı ve her şeyi açık açık anlatıyor. HaberTürk televizyonunda Trump’ın “çok sayıda ülke ve farklı planlar arasında yaşanan karmaşayı” nasıl ayırmak ve ilerletmek istediğini açıkladı: “Düşünün, Abraham Anlaşmaları’nı, bölgenin güçlü oyuncularından Türkiye’yi birleştirdiğinizi. Ama sadece Türkiye değil; Arap olmayan nüfusu Müslüman ağırlıklı bir ülke olarak Türkiye, İsrail, Körfez, Suriye, Lübnan, Irak, Ürdün, kuzeye çıkın Azerbaycan, Ermenistan… Bunları birleştirdiğinizde dünyanın en güçlü bölgesi ortaya çıkar.”

Güncellenen BOP’tur bu, Trump’ın BOP’u…

Kürt meselesi, demokratikleşme, Büyük Türkiye vb diyerek, ABD’nin “yeni Ortadoğu düzeni”ne uyum sağlama peşindeler. ABD’nin yeni düzenine uyarak, iktidarlarını sürdürebilmenin derdindeler.

Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
2 Ağustos 2025

, , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Yorum bırakın

BAŞKANIN TÜM ADAMLARI

Öcalan’ın “çekilme” şartlarından biri de Akil Adamlar heyeti…

Ancak önerinin yeni olmadığını, Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun da bu öneride mutabık kaldığını önemle vurgulamalıyım.

Öcalan bu önerisini Aralık 2007’de ortaya atmıştı: “Akil adamlar komisyonu kurulmalıdır. Bu akil adamların kimlerden oluşacağı çok önemli… Ben sadece biz seçelim, bizim seçtiğimiz insanlardan oluşsun demiyorum. Devletin de seçeceği kişilerden oluşan bir komisyon olur. Örneğin İlter Türkmen olabilir. Bu komisyona Aahtisari gibi, ki özellikle onu öneriyorum, insanlar bulunmalı. Bunlar gelip benimle de görüşürler.”

Ardından Kılıçdaroğlu, Öcalan’ın Akil Adamlarını, bir Y-CHP önerisi olarak gündeme getirdi. Hatta daha da ileri gitti ve PKK’yle MİT’in değil, Akil Adamların görüşmesi gerektiğini savundu. (Haber Türk TV, 7 Haziran 2011)

ÖCALAN’IN VE DEVLETİN AKİL ADAMI: AAHTİSARİ

Marti Aahtisari, Öcalan tarafından Akil Adam olarak önerildikten sonra AKP ve CHP tarafından Türkiye’ye davet edildi.

Aahtisari Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve Ana Muhalefet lideri Kılıçdaroğlu’yla görüşerek sadece Öcalan’ın değil, devletin de Baş Akil Adamı kabulü gördü.

KANDİL’İN AKİL ADAMI: İLTER TÜRKMEN

Ardından Murat Karayılan, Cumhurbaşkanı Gül adına röportaja gelen Hasan Cemal’e Kandil’in Akil Adamı’nı açıkladı: İlter Türkmen!

MİT’i CIA’ya bağlayan General Behçet Türkmen’in oğlu İlter Türkmen, 12 Eylül rejiminin Dışişleri Bakanı yapılmıştı. Türkmen’in kimliği Türk heyetinin bir Moskova ziyaretinde de gündeme gelmişti

Yıl 1974. Yer Kremlin. Sovyetler Birliği Yüksek Prezidyum başkanı Potgorni, TBMM Başkanı Kemal Güven’e İlter Türkmen’i parmağı ile işaret ederek, “sizin bu büyükelçiniz Amerikan casusudur” diye bağırır. Heyette yer alan milletvekillerinden Necdet Evliyagil, yanında oturan Türkmen’e “Bu nasıl iş? Cevap ver” der.

Ancak Türkmen’in vereceği bir cevabı yoktur!

BDP’NİN AKİL ADAMI CHP’DE: TANRIKULU

Sonra BDP’nin Cengiz Çadar, Hasan Cemal, Sezgin Tanrıkulu gibi Akil Adam önerileri oldu.

“Gölge CIA” olan Stratfor’un TR705 kodlu istihbarat kaynağı Sezgin Tanrıkulu, bilahare Akil Adam kontenjanından CHP’ye girdi, milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı oldu.

AKP’NİN AKİL ADAMI: HİLMİ ÖZKÖK

AKP’nin en önemli Akil Adamı ise Hilmi Özkök’tü. Gerçi Özkök, Erdoğan’a bağlılığının sürekliliği nedeniyle pozisyonunu şöyle tanımlıyordu: “Akil değil makul adamım!”

Böylece Özkök, karşı devrimdeki rolü nedeniyle aslında AKP için “makul” olduğunu sergilemiş oluyordu!

İSRAİL’İN AKİL ADAMI: HİSARCIKLIOĞLU

TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun ismi önce İmralı sürecinin Akil Adamı olarak gündeme geldi.

Ancak İsrail’in özrü sırasında ortaya çıktı ki, 17 Mart’ta Kudüs Tahkim Merkezi’nin Eş Başkanı ilan edilen Hisarcıklıoğlu meğer Suriye’ye karşı İsrail-Türkiye cephesi kurulmasında da Tel Aviv’in Akil Adamı olarak görev almış!

AB’NİN AKİL ADAMI: BEJAN MATUR

Eski Zaman yazarı Bejan Matur ise Alman Der Spiegel’e yazdığı bir makalede PKK’ye akıl vererek, Akil Adam olduğunu göstermiş oldu.

Matur AKP’nin her an çark edebileceği uyarısı yaparak sürece, örneğin AB gibi bir garantör gücün yetkili olmasının şart olduğunu savunuyor.

ABD’NİN AKİLADAMI: EGE CANSEN

Hürriyet yazarı Ege Cansen ise “ihanet önerileri” listesinde üst sıralar için yarışacak şu öneriyi yaptı: “PKK değil, bölgedeki (Güneydoğu’daki) güvenlik güçleri geri çekilsin!” (Hürriyet, 27 Mart 2013)

Tüm okurlarını şaşırtan Cansen, bu dudak uçuklatan önerisiyle kendiliğinden Atlantik’in Akil Adamlığına terfi etti.

AKP’NİN AKİL ADAMI: YALÇIN AKDOĞAN

Başbakan Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan ise bu karşı devrim sürecinin nasıl tamamlanacağını belirtiyor: “Tarihle, geçmişle hesaplaşmadan, sorgulamadan, yüzleşmeden kronik meseleler aşılamaz.” (Yeni Şafak, 27 Mart 2013)

Akdoğan’ın tarih dediği Atatürk’tür, Cumhuriyet’tir, Kurtuluş Savaşı’dır, Kemalist Devrim’dir; kökleri kazınmadan, milletin hücrelerinden sökülüp atılmadan nihayete erilmez!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
28 Mart 2013

, , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

1 Yorum

AYDINLIKÇILIK MESELESİ

Aydınlık’ın 92. Yıl ekinde yer alan “kimler geldi, kimler geçti” listesindeki kimi isimler izlediğiniz gibi önemli bir tartışma yarattı. Zira öyle isimler vardı ki, eski Aydınlıkçı bile denemeyecek kadar Aydınlık düşmanıydı!

Ekin yayınlanmasından 6 gün sonra Doğu Perinçek, Mao’nun “karargâhı bombalayın” türünden bir çağrı yaptı: “Aydınlıkçılar, Aydınlık’ı kuşatın!Perinçek ertesi gün de “Silivri duvarlarına güvenilebilir mi” başlıklı yazısıyla, duvarı yıkıp geldiğini ve meseleye el koyduğunu ilan etti.

Ancak Perinçek’in bu iki yazısından da önce gelip meseleye el koyduğu anlaşılıyor. Zira bu yazılardan bir gün önce gazetenin künyesinde Mehmet Sabuncu’nun ve Serhan Bolluk’un isimleri artık yer almıyordu!

AYDINLIKÇI OLMAK HEM ZORDUR, HEM DE KOLAYDIR

Bir Aydınlıkçı olarak, zor da olsa konuyla ilgili görüşlerimi açıklamam gerekiyor. Sosyal medyada yer alan alçakça bir yorumu dikkatinize sunarak görüşlerime geçeğim: “Cengiz Çandar, Aydınlıkçıları birbirine düşürdü!”

Şimdi kendi görüşlerime geçiyorum:

1. Aydınlıkçı olmak zordur, çünkü Aydınlıkçılık bir tek mücadelenin içerisinde var olabilir. Yani 17 yaşından itibaren Aydınlıkçısınızdır, 30 yıl mücadele etmişsinizdir fakat bir gün herhangi bir sebeple mücadele hattının dışına çıkmışsınızdır. İşte o gün bitmiştir Aydınlıkçılığınız; eski Aydınlıkçı bile değilsinizdir artık. Yani o kadar zordur Aydınlıkçı olmak, kalmak…

40 yıl sistemden nemalanmışsınızdır, emekli olmuşsunuzdur. Vicdanen rahat olmak için örneğin, hayatınızın son virajında gelmişsinizdir… Mücadele hattındasınızdır yani artık ve de Aydınlıkçısınızdır! İşte Aydınlıkçı olmak bu kadar da kolaydır…

LİSTEDEKİ EKSİKLİK, FAZLALIKTAN DAHA VAHİM

2. Cengiz Çandar’ın o listeye girmesi Serhan Bolluk’un ve Mehmet Sabuncu’nun kararı değildir ve bu yanlış yorumlanmaması için özellikle bilinmelidir!

Listenin yayımlandığı gün Serhan Bolluk’u arayıp şöyle dedim: “Cengiz Çandar’ın bile olduğu bir listede neden Tunca Arslan ve Asaf Güven Aksel yok?

Kısa ve tatsız konuşmamızda ortaya çıktı ki, Bolluk listenin son halini görmemişti!

Listede başka çok önemli eksikler de vardı. Bırakın eskiyi, şimdiki Aydınlık’ın yazarlarından bile unutulanlar vardı. Açık ki, tek kişi hazırlamış ve doğal olarak unutmuştu. Üstelik Işık Soner, Halil Alkan, Fahir Özel gibi Aydınlıkçılar nezdindeki sembol isimleri bile…

Nitekim ben de ilgili arkadaşa fark ettiğim eksik isimleri çıkarıp, bir liste halinde yolladım; bir vesileyle Aydınlık’ta bu hata telafi edilir diye… Çünkü Çandar’ın bile girdiği listede olmadıklarını görmek, en azından bir kısmını oldukça üzecekti.

Sonrasında Mehmet Sabuncu’nun da listenin son halinden habersiz olduğunu öğrendim. Acaba her ikisinde de yılların “nasıl olsa her şey Doğu Perinçek’in kontrolü altındadır” rahatlığı mı vardı? Öyle ya, Genel Başkanımız Doğu Perinçek 40 yıldır, biz yanlış yapmayalım diye kendi yapmaktadır. Ayağı takılıp düşmesin diye çocuğunu kucaklayan bir baba edasıyla…

Bunun doğru bir yöntem olmadığı ortada; bu yöntemin yarattığı sıkıntılar da ortada…

Ancak madalyonun öbür yüzü de önemli: Ortada ideolojik bir hata vardır ve bu nedenle görevlendirmeyi yapan, listeyi yapan arkadaştan daha fazla sorumludur. Zira görevi alanın listesinin, üç aşağı beş yukarı böyle olacağı malumdur. Bu görülerek, böylesi ciddi bir işin tek kişi yerine üç kişilik bir komisyona verilmesi gerekirdi.

PERİNÇEK’İN İNDİRDİĞİ KALKAN

3. Doğu Perinçek’in “Aydınlıkçılar, neden Aydınlık’ı kuşatmıyor” diye sormasının yanıtı içindedir. Aydınlık hep Aydınlıkçıların kuşatması altındadır. Bunu ben dışarıdan yazan bir Aydınlıkçı olarak gelen eleştirilerden biliyorum. Perinçek’in köşesinden Aydınlık yönetimini sertçe eleştirdiği günler, okur eleştirileri 20 kat artar. Üstelik hem dostlardan hem de düşmanlardan!

Örneğin Perinçek’in köşesinden Aydınlık’ın yönetimini psikolojik savaşa alet olmakla suçladığı gün, en çok “Aydınlık’a sızmış gizli Kürtçü” diye suçlandığım gündür!

Aydınlıkçıların kaderinde vardır bu haksızlıklar…

Kuşkusuz Perinçek’in otoritesi, düşmanı bile cesaretlendirecek kadar büyük ve önemlidir. Düşman, Perinçek’in eleştirilerini fırsat bilmekte ve yararlanmaktadır.

DOĞRU SAPTANDI, EĞRİ ÇÖZÜLDÜ

4. Zannımca bu mesele, yani görevden almalar, “doğru saptanmış fakat eğri çözülmüş” bir meseledir! Yapılan hata ne kadar vahimse, hatayı düzeltmek yerine koparıp atmaya yönelmek de o kadar vahimdir; hatta sonuçları bakımından daha da vahimdir!

Üstelik bir vahim hatanın bu şekilde düzeltildiği(!) ilk olaydır; en azından benim bildiğim…

Mücadele hattında olan bir gazete her zaman hatalar yapar. Serhan Bolluk’un yaptığı türden hataları önceki yayın yönetmenleri de yapmıştır hatta fazlasıyla ama o hataları konuşmak şimdi yersiz ve yararsızdır elbette…

Ama şu kadarını söylemeliyim: “Cengiz Çandar Aydınlıkçıları birbirine düşürdü” cümlesi çok ağırıma gitti! Keşke daha farklı bir yöntemle çözseydik de düşmanı memnun etmeseydik!

Daha doğrusu bu kadar keskin cepheleşme yaşandığı bir savaş koşulunda, iç cephedeki tartışmayı düşmanı memnun edercesine göz önüne getirmeseydik!

AYDINLIKÇILIK, HER DURUMDA AYAĞA KALKMAKTIR

5. Gelelim Aydınlıkçı olmanın en önemli parametresine. Biz Aydınlıkçılar, düşen kayayı inatla yukarıya yeniden ve yeniden yuvarlayan insanlarız. Zorluklar bizim genlerimizi güçlendiriyor.

Şimdi bu “yanlış çözülmüş” konudan da mücadelenin yararına sonuçlar çıkaracağızdır, eminim… Kolektif önderliği güçlendirmek ve gazeteyi kolektif yönetmek açısından sıçrama yapacağız. Kolektif çalışmanın ve yönetmenin önüne geçen hatayı bulup masaya yatıracağız ve sorunu kökünden çözeceğiz.

Çünkü Aydınlıkçılık düştükçe ayağa kalkmak ve her kalkışta daha da hızlı koşmak demektir!

Çandar Aydınlıkçıları birbirine düşüremez! Değil düşürmek ayağımıza bile takılamaz! Biz onun ayakçılık yaptığı yerlere meydan okuyarak büyüyoruz çünkü!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
11 Mart 2013

, , , , , , , ,

Yorum bırakın

ORTADOĞU AKP’YE BÜYÜK GELDİ!

Merkezinde “Kürt Koridoru” olan Irak ve Suriye konuları AKP hükümeti ile 2. Obama yönetimi arasındaki en önemli konu olarak ağırlık kazanıyor.

Bu nedenle önce Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ardından da Başbakan Erdoğan Washington’a gitmeye hazırlanıyor. Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu da bu ziyaretlerin ön hazırlığı olarak ABD’deydi…

Yeni Şafak Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi, “ABD ile Türkiye, Maliki’nin nasıl gönderileceği üzerinde çalışıyor” diyerek, Sinirlioğlu’nun ziyaretinde konuşulanları dün okurlarıyla paylaştı. Önemli…

ABD’NİN AKP’YE IRAK MESAJI

Selvi’nin belirttiğine göre Türkiye’nin önerisi şu: Maliki’nin Meclis’te gensoru ile düşürülmesi ve seçimler. Ancak Sinirlioğlu’nun temaslarında, ABD’nin bu formüle yeşil ışık yaktığına dair bir sinyal oluşmamış!

Peki, ABD Sinirlioğlu’na ne mesaj vermiş?

1. Türkiye’nin önerisi Maliki sorununu çözmüyor.

2. Biz de bir öneri geliştiremedik.

3. Enerji konusunda yaptıklarınızla (Kuzey Irak’la yapılan anlaşmalar) siz Maliki’yi İran’a itiyorsunuz.

ABD’nin bu üç mesajına bakılırsa ABD, Irak’ta da AKP’nin istediği boyutta “aktif” olamayacak. Tıpkı Suriye’de olamadığı gibi…

Yalnız bunu Washington’un tercihi olarak değil, zorunluluğu olarak okuduğumuzu özellikle belirtmeliyim. Ve pragmatist Washington, Maliki dışında gerçekleşebilir bir seçenek görmediği müddetçe, bu politikasını değiştiremeyecek!

DAVUTOĞLU’NUN DÖRT YENİLGİSİ

AKP Hükümeti önce Maliki’nin başbakan olmasını engellemeye çalıştı, İyad Allavi’yi destekledi. Öyle ki, Cengiz Çandar’dan öğrendiğimize göre Allavi’nin El Irakiye listesi bizzat Davutoğlu’nun evinde hazırlandı! (Bunun uluslararası hukuktaki yeri ayrıca incelenmelidir!)

Ancak AKP Hükümeti amacına ulaşamadı. Davutoğlu daha sonra Allavi-Haşimi-Nuceyfi üçlüsüne dayanarak Maliki’ye darbeye soyundu. Yine kazanamadı!

AKP Hükümeti üçüncü olarak Erbil’le ittifak ederek hedefe yöneldi. Ancak bu kez de Cumhurbaşkanı Talabani’nin engeliyle karşılaştı. Talabani Barzani’yi değil, Maliki’yi, yani Irak’ın birliğini savununca, Davutoğlu’nun hevesi üçüncü defa kursağında kalmış oldu!

Şimdi dördüncü sefere ve bu kez ABD’yle birlikte açık operasyona hazırlanıyor!

Ancak ABD hem Irak’ta hem de Suriye’de aynı mesajı veriyor ve Türkiye’ye sadece “destek” verebileceğini, bizzat müdahaleye girişemeyeceğini söylüyor.

Aaron David Miller’in AKP Hükümeti’ne Suriye için verdiği şu iki mesajı, önemi nedeniyle yeniden anımsatalım:

1. Suriye için önce kendi kamuoyunu ikna et!

2. Madem çok isteklisin, sınıra neden asker yığmıyorsun?

AKP YALNIZ KALDI

AKP Hükümeti’nin, bir ABD projesi olarak, Kürtlere (Barzani, Talabani, Öcalan) dayanması ve “yeni Ortadoğu” haritası çizmeye soyunması hem Suriye’de, hem de Irak’ta kayaya çarptı.

Sadece Irak Türkmenlerinin karşı çıkması ya da KYB ve Talabani’nin Irak’ın birliğinden yana tutum alması nedeniyle değil elbette… Asıl olarak ABD’nin süren güç kaybı nedeniyle!

Irak’ın KDP’li Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari’nin Esad karşıtı Arap liderleri uyarması ve “Irak’ın Suriye’deki olaylar, Suriye yönetimi ve gücü hakkındaki beklentileri doğru çıktı” demesi, ABD’nin güç kaybını göstermesi ve bölgedeki yeni güç dağılımını resmetmesi bakımından önemli.

Öyle ki, “Kürt Koridoru” planının sahibi olan ABD, kendi planının hayata geçebilmesi için Erdoğan’ın söylemiyle “aktif” tutum alamıyor!

Planı sıcak para ihtiyacına ve iktidarının sürmesine dayanak görerek hararetle sahiplenen AKP ise tek başına ortada kalıyor!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
23 Ocak 2013

, , , , , , , , , , ,

Yorum bırakın

DAVUTOĞLU KİMİN BAKANI?

Kerküklü Arapların oluşturduğu Siyasi Konsey, “Türkiye Kerkük’ün Kürdistan bölgesine bağlanmasına olur verdiği” için, Arap Birliği’nden konuya müdahale etmesini istedi.

Bu durum 40 yıllık devlet politikasının AKP yönetimince nasıl ters yüz edildiğinin göstergesidir. AKP dönemine kadar Türk devleti, kimi zaman Barzani’yi Bağdat’ın otoritesinden çıkmaması için zorlayarak, kimi zaman doğrudan Bağdat’la ittifak temelinde Barzani’yi sıkıştırarak “Irak’ın toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini” savunuyordu. Ankara biliyordu ki, Irak’ın bölünmesi, Türkiye’nin de bölünmesidir.

Kerkük ise tüm bu denklemlerin düğüm noktasıydı.

AKP Hükümeti’nin Maliki karşıtlığı da işte bu strateji değişikliği nedeniyleydi. Çünkü Maliki, Irak’ın birliğini savunuyordu!

MALİKİ KARŞITI LİSTE ANKARA’DA HAZIRLANMIŞ

Cengiz Çandar’ın “Mezopotamya Ekspresi” isimli son kitabında, AKP hükümetinin bu yeni strateji nedeniyle Irak’ın içişlerine nasıl da müdahale ettiğinin belgeleri var. Aktaralım:

Ahmet Davutoğlu, 1 Mayıs 2010’da bakanlığının birinci yıldönümü münasebetiyle Oxford’a bir konferans vermeye gider. Özel uçağına, yolda “beyin fırtınası” yapmak üzere bazı gazeteci, yazar ve düşünce adamlarını da davet eder. Çandar da ekiptedir.

Konu Irak’ta 1,5 ay önce sonuçlanan seçimlere ve bir türlü kurulamayan hükümete gelir. Davutoğlu, uluslararası skandal anlamına gelen şu açıklamayı yapar: “El-Irakiyye listesi benim evimde kuruldu. İranlılar bize verdikleri sözü tutmamıştı. Bunun üzerine, İyad Allavi’yi çağırdım. O gece, Amman’daki Sünni direnişçilerle de telefon teması kurdum. Bir araya gelmesi mümkün olmayan kişileri bizden başka kimse bir araya getiremezdi. Allavi’den Usame el-Nuceyfi’ye, Tarık el-Haşimi’ye kadar herkesi el-Irakiyye listesinde ben bir araya getirdim.

Davutoğlu, bu anlattıklarına bir parça meşruiyet katmak amacıyla olsa gerek, şunları da ekler: “El-Irakiyye’nin Amerika’nın listesi olduğu doğru değildir. Liste, benim evimde kuruldu. Amerikalılar sonradan, arkadan geldiler.”

Davutoğlu, sonra Cengiz Çandar’a döner ve bugün Talabani’nin Irak’ın birliği cephesinde neden yer aldığının da izlerini taşıyan şu cümleyi kurar: “Talabani, Iraklılarla fazla oynaşıyor. Gerçi kendisiyle görüşeceğiz ama bunu siz de kendisine söyleyin. Cumhurbaşkanlığına bir Sünni Arap’ın gelmesini destekleyeceğiz.

BAĞDAT-TAHRAN İTTİFAKI KAZANDI

Gerçekten de o dönem Ankara Irak’ta cumhurbaşkanlığı için Tarık el-Haşimi’yi, başbakanlık için de İyad Allavi’yi açıkça desteklemişti. Davutoğlu bu isteğini gerçekleştiremeyince B planını devreye soktu ve Allavi’nin cumhurbaşkanlığı ve Adil Abdülmehdi’nin başbakanlığı için bastırdı. Davutoğlu, Talabani’nin Cumhurbaşkanlığı’nı da Barzani üzerinden engelleyebileceğini hesaplıyordu.

Ancak Ankara’nın (ve de Washington’un) istediği değil, Bağdat ile Tahran’ın istediği oldu. Talabani Cumhurbaşkanı, Maliki Başbakan, Nuceyfi de Meclis başkanı oldu. Bu sonuçla Atlantik cephesi Irak seçimlerinde 2-1 yenilmiş oluyordu.

TÜRKİYE’NİN DEĞİL ABD’NİN POLİTİKASI

Ahmet Davutoğlu’nun Washington adına yürüttüğü bu faaliyetleri sanki kendisininkiymiş gibi sunması, kuşkusuz kişiliğiyle de ilgilidir ancak esas olarak anti-Amerikancı dalgayı aşabilmek adına olduğu anlaşılıyor..

Nitekim Çandar şöyle diyor: “Ahmet Davutoğlu’nun bana ‘Türkiye’nin dış politikası’ olarak anlatmış olduklarının, aynı zamanda ABD politikası olduğunu, 22 Eylül 2012’de New York Times gazetesinde yayımlanan bir haber sayesinde öğrenmiş oldum.

Çandar, Michael Gordon imzalı o haberi de özetlemiş. İnsan ne diyeceğini şaşırıyor! Pes demekle yetinelim!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
6 Ocak 2012

, , , , , , , , ,

Yorum bırakın

GAZETECİLERE NOTLAR

Ergenekon davasındaki bir gazeteci tanıklığı, Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Deniz Yıldırım’ın 3 yıldır boşuna boşuna esir tutulduğunu ortaya koydu.

Bu cümlenin yanlış anlaşılmaması için belirtelim elbette: Bizim Deniz ve diğerleri, tüm Silivri esirleri, bu tanıklıktan önce de zaten haksız ve hukuksuz esir tutuluyorlardı…

TAYFUN DEVECİOĞLU

Bizim Deniz, Başbakan Erdoğan’ın kasetlerini yayınlamaktan yatıyor. Tarih elbette bu kasetleri yayınlamayı değil tersine kasetin konusunu mahkum edecek, o ayrı… Ancak Ergenekon davasında tanıklık yapan Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Tayfun Devecioğlu, o kasetlerin kendilerinde de olduğunu, zaten tüm basına e-postayla servis edildiğini, o dönem yayın yönetmenliğini yaptığı Vatan gazetesinin de bu kasetleri haber yaptığını ancak içeriğini yayınlamadığını anlattı.

Bu tanıklık, o kasetleri basın açıklamasıyla duyuran İşçi Partisi yöneticilerini de, o basın açıklamasını haber yapan Aydınlık ve Ulusal Kanal yöneticilerini, bir kez daha aklamış oluyor!

Meslektaşımız Tayfun Devecioğlu, bu açıklamayı daha önce yaptı mı? Ben duymadım… Keşke daha önce de yapsaydı!

ASLI AYDINTAŞBAŞ

Daha önce yapsaydı demişken…

İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in Silivri’de tutuklu olmasının en büyük kanıtı(!) kendisine ait olduğu iddia edilen Ergenekon belgeleriydi… Perinçek 5 yıldır o bozuk Türkçeyle yazılmış çapsız metnin kendisine ait olamayacağını anlatıyor, metni kendisiyle röportaj yapan gazeteci Aslı Aydıntaşbaş’ın verdiğini söylüyor…

Geçenlerde Perinçek, Aydıntaşbaş’ı davaya tanık olarak getirtti. Aydıntaşbaş belgede kendi el yazısıyla notları olduğu için “o belgeyi ben verdim” demek durumunda kaldı.

Yukarıdaki soruyu bu kez daha vurgulu sormak durumundayım: Ey Aslı Aydıntaşbaş, Türk basınının en militarist kalemi, Suriye’ye savaş ilan eden gazeteci… Neden 5 yıldır çıkıp da “o belgeyi Perinçek’e ben verdim” demedin?

ŞAMİL TAYYAR

Militarizmden bahsetmişken…

Aslı Aydıntaşbaş’la bu alanda yarışan isimlerden biri de gazeteci-milletvekili Şamil Tayyar.

Tayyar, “3 saatte Şam’a varırız” diyor ve Şam’ı Şam’il yapma rüyası görüyor! DSP adaylığından AKP yandaşlığına geçiş hızına göre yapıldığı anlaşılan bu hız hesabı, onun artık “ben buldum, patladı gitti” diyen atıcılar kralı Seyyar Tayyar’ı da geçtiğini gösteriyor!

SELÇUK ÖZDAĞ

Gazetecilikten, daha doğrusu Vakit’ten TBMM’ye transfer olanlardan biri de AKP Manisa Milletvekili Selçuk Özdağ

Özdağ, “Nazım Hikmet’in naaşı Kurtuluş Savaşı topraklarını kirletir” başlıklı yazısını da koyduğu “Vakitsiz Yazılar” kitabını Meclis’te dağıtmış…

Bakalım, Kurtuluş Savaşı Destanı’nı yazan Nazım’ın naaşını diline dolayan Özdağ’ın Meclis’i kirletmesine ses çıkarılacak mı?

AHMET ŞIK

Bir sözümüz de gazeteci Ahmet Şık’a… Kendisi de Ergenekon tertibiyle bir süre esir kalan Şık, hiç de şık olmayan bir işe imza atmış…

Taraf gazetesini eleştiren Ahmet Şık, meseleyi ne yapıp edip Aydınlık gazetesine getirmiş ve her ikisini de aynı kefeye koyma gafletine düşmüş.

Bu özel yeteneğinin üzerinde durmayacağım ama şimdilik şu kadarıyla yetinelim. Yolu Aydınlık’tan geçmiş Cengiz Çandar, Halil Berktay, Oral Çalışlar ve Alper Görmüş üzerinden Aydınlık’a saldırmak hem şık değil, hem ahlaki değil, hem akıl işi değil, hem de doğru değil…

ORAL ÇALIŞLAR

Oral Çalışlar demişken…

Ustamız Hasan Yalçın aramızda olsaydı, Çalışlar’ın şu yazısından kesin müthiş bir teori çıkarırdı. Bizim çapımız yetmez, naçizane şu kadarını söyleyeyim: Dönmek sadece onur gibi, şeref gibi kavramları değil, doğrudan zekâyı da etkiliyormuş!

Aksi takdirde Çalışlar, Lenin ile Erdoğan arasında nasıl bir ilişki kurabilirdi ki?! Zira parayla yazdırsan, yazılmaz!

Bakın Çalışlar dünkü köşesinde ne diyor: “Lenin’e ait ve çokça kullandığımız bir deyim vardı: ‘Devrim yolu Nevski Bulvarı gibi düz ve engebesiz değildir.’ AK Parti’nin Kürt Sorunu’yla ilişkisi, demokrasi konusundaki tercihleri de çok inişli çıkışlı bir yol izliyor.”

AKP yandaşlığına Lenin’i referans gösterebilmek, en çapsızına nasip oldu!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
13 Ekim 2012

, , , , , , , , , , , , , , , , ,

Yorum bırakın

BALYOZ TÜRKİYE’NİN NÜRNBERG’İ DEĞİLDİR

Cengiz Çandar, Balyoz davasını “Türkiye’nin Nürnberg’i” diye nitelemiş… Balyoz’u doğrudan Nürnberg’e bağlamak sırıtacağı için de, araya “Yunanistan cuntasının” yargılanmasını sıkıştırmış.

Çandar’ın neden böyle bir benzetmeye soyunduğu önemli, zira bu benzetme bile Türk Ordusu’nun neden hedef alındığını ortaya koymaktadır.

Gelin önce Nürnberg davasını kısaca anımsayalım:

NÜRNBERG SOYKIRIM DAVASIDIR

İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Almanya’da kurulan Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi’nde görülen dava, tarihe Nürnberg duruşması diye geçti. Bir “savaş suçları ve soykırım davası” olan bu davada toplan 24 Nazi yargılandı.

İntihar eden Hitler ve Goebbels’den sonraki en yetkili isimler olan bu 24 kişiden beraat eden de vardı, idamla cezalandırılan da…

Örneğin Franz von Papen beraat etmişti, Karl Dönitz 10 yıl, Rudolf Hess ömür boyu ceza almıştı, Hermann Göring ise idamla cezalandırılmıştı. Hatta Gustav Krupp gibi sağlık nedenleriyle davası düşen bile vardı.

Her neyse, sonuçta savaş ve soykırım mahkemesinde topu topu 24 Alman Nazi yargılanmıştı. Suçları milyonları katletmekti!

YUNAN CUNTASI İLE BALYOZ’UN TEMEL FARKI

Haliyle böyle bir davayı alıp Balyoz’la eşleştirmek, hem içeriği açısından hem de biçimi açısından mümkün değildir. Bunu bilen ama meseleyi oraya bağlaması gereken Çandar da, araya bir geçiş mahkemesi örneği eklemiş ve Yunanistan’ı 1967-1974 yılları arasında yöneten cuntanın 1975’te yargılanması olayını konu edinmiş.

Bu örneğin bile Balyoz’la eşleştirilemeyeceğini vurgulayalım. Yunanistan’ı 7 yıl yöneten bu cuntanın üyesi olarak sadece 23 subay yargılanmış ve dava bir ayda neticelenmiştir. 3 kişi idam, 13 kişi ömür boyu, 5 kişi 20 yıl ceza almış, iki kişi de beraat etmiştir.

Darbe yapıp 7 yıl işbaşında kalan bir cuntadan 23 kişinin yargılanması ile olmayan bir darbenin davasında 365 kişinin yargılanması ve 325 subayın cezalandırılması nasıl eşleştirilir?

BALYOZ, NEMRUT MUSTAFA DİVANIDIR

Peki, Cengiz Çandar, üstelik arada hiç benzerlik yokken, neden Balyoz Davası’nı “Türkiye’nin Nürnberg’i” diye nitelemiştir?

İşte Balyoz davasının anlamı buradadır, Türk Ordusu’nun neden hedef alındığının işareti bu benzetmededir.

Çünkü Türk Ordusu’nu “savaş suçlusu ve soykırımcı” ilan etmek istiyorlar.

“Türkiye’de 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü” gibi yalanları Orhan Pamuk gibi isimlere bu nedenle söyletiyorlar ve hatta yalana ciddiyet katabilmek için Pamuk’a Nobel bile veriyorlar!

Teröristle mücadele eden askerleri “savaş suçlusu” gibi gösterip, bu yüzden yargılıyorlar. Türk Ordusu’nun 1 numarasını “terör örgütü yöneticisi” diyerek suçlamaları bundandır.

Açılımlar bu nedenle yapıldı.

Biliyorlardı ki, Türkiye bir kez Ermeni soykırımı yaptığını kabul etse, Kürt soykırımı yalanına daha rahat sarılabilecekler…

Türkiye’nin parçalanması ve Büyük Kürdistan’ın inşası işte buralardan geçmektedir. Türkiye’nin direnci buralardan kırılmaktadır. Türk Ordusu’nun elleri işte böyle bağlanmaktadır.

Balyoz “Türkiye’nin Nürnberg’i” değildir ama “başkanlığını Nemrut Mustafa Paşa’nın yaptığı, Damat Ferit’in vatanseverleri yargılamak için kurduğu Divan-ı Harb-i Örfi” Mahkemesidir!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
25 Eylül 2012

, , ,

Yorum bırakın

EL KAİDE KİMİN ÖRGÜTÜ?

Ertuğrul Özkök’le Cengiz Çandar, 19 Şubat 2005 akşamı Atina’da bir restoranda buluşur. Çandar, bazı gazete kupürlerini alt alta koyarak Özkök’e gösterir.

Kupürlerden birinde, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Felluce’de ölenler için “şehit” ifadesi kullandığı yazmaktadır.ÇandarErtuğrul Özkök’e “Başbakan bu ifadeyi kullandıktan bir süre sonra bir başkası daha aynı kişiler için şehit ifadesini kullandı. Kimdi bu kişi, biliyor musun?” diye sorar.

ERDOĞAN İLE EL KAİDE’NİN ORTAK İFADESİ

Özkök bilmiyordur, Çandar sorusunu kendi yanıtlar. İstanbul’da iki sinagog ile İngiliz Konsolosluğu ve HSBC binasını bombalayanların duruşmasında, sanıklardan biri kullanmıştır o ifadeyi: “İki arkadaşımız Felluce’de şehit düştü.”

Ertuğrul Özkök 22 Şubat 2005 tarihli yazısında, Soli Özel’in bir saptamasını anımsatır.
Özel, Radikal gazetesindeki röportajında, Kerbela’da öldürülen 145 kişi için Ankara’dan bir ses çıkmamasına dikkat çekmiştir.

Soli Özel’in sorusu şöyledir: “Kerbela’da patlayan bombaya tepki vermeyen Türkiye, konu Felluce olunca neden tepkili hale geliyor?”

Ertuğrul Özkök soruya soruyla yanıt verir: “Acaba birinin Şii, ötekinin Sünni oluşundan dolayı mı?”

EL KAİDECİLER NASIL TAHLİYE OLDU?

7 yıl önceki bu olayı neden anımsattığımızı anlamışsınızdır. Geçen hafta Halep’te Suriye’ye karşı savaşanlar içinde 3 Türk El Kaide üyesi olduğu ortaya çıkmıştı.

Ölen El Kaide militanlarından Baki Yiğit, 15 ve 20 Kasım 2003’te İstanbul’u kana bulayan Sinagog, İngiliz Konsolosluğu ve HSBC saldırısındaki isimlerden biriydi.

Diğer El Kaide üyesi Metin Ekinci, İstanbul bombacılarından Azad Ekinci’nin kardeşiydi, aynı zamanda bombalamalarda kullanılan araçlardan birinin sahibiydi.

Halep’te ölen üçüncü El Kaide üyesi Osman Karahan ise İstanbul bombacılarının avukatıydı.

Biz de haklı olarak sormuştuk: 2003’te 63 kişiyi katleden El Kaide hücresi, 2012 yılında Halep’e nasıl geçmişti? El Kaide’ciler AKP’nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu saflarında neden savaşıyordu?

Arşivleri tarayınca, 71 sanıklı bu davada birkaç kez tahliye yaşandığını gördük. Son olarak 2010 yılında SavcıSavaş KırbaşBaki Yiğit için tahliye istemişti! Bu tahliyeyle birlikte, davanın tek tutuklusu Suriye uyruklu Louai Sakka kalmıştı!

Arşivlerde ilginç bir bilgi daha vardı. Kırbaş’tan önceki savcı olan Zekeriya Öz de, 2005 tarihli mütalaasında 71 sanıktan 33’ü için beraat istemişti. Çünkü bu 33 kişiden 31’i, Öz’e göre El Kaide üyesi değil, Ensar El İslam örgütü üyesiydi!

EL KAİDECİLERİ ERGENEKON’A MONTE ETME SORUSU

Gelin bir başka arşiv bilgisine daha başvuralım. Balyoz soruşturmasını yürüten Özel Yetkili Savcı Bilal Bayraktar, 2010 yılında soruşturma nedeniyle karşısında oturan eski 1. Ordu Komutanı emekli Org. Çetin Doğan’a “15 ve 20 Kasım 2003 tarihlerindeki İstanbul bombalamalarıyla bir ilgisinin olup olmadığını” sorar!

Doğan bu tuhaf soruya anlamlı bir yanıt verir: “Sorunuzun muhatabı ben değilim.”

Bu tuhaf sorunun izleri başka ilginç bağlantılara yol açıyor, devam edelim.

ERGENEKON DEĞİL AKP BAĞI ORTAYA ÇIKTI!

Savcı Zekeriya Öz, 20 Haziran 2008 tarihinde Başbakanlık Müsteşarlığı’na “gizli ve çok acele” ibareli bir yazı yazar. 2010 yılında Akşam gazetesinde yayımlanan bu belgede, MİT’in 19 Kasım 2003 günü Başbakan Erdoğan’a Ergenekon yapılanması ile ilgili bir çalışma sunduğu belirtilmektedir.

15 Kasım 2003’teki sinagog saldırılarından 4 gün sonra ve 20 Kasım 2003’teki İngiliz Konsolosluğu ve HSBC binası saldırılarından bir gün önce MİT, Başbakan Erdoğan’a Ergenekon şeması sunmaktadır!

Balyoz soruşturması üzerinden Ergenekon’a bağlanmaya çalışılan Türk El Kaidecilerin AKP’nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu saflarında ortaya çıkması, sizce de başka bağlara işaret etmiyor mu?

Devam edeceğiz…

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
20 Ağustos 2012

, , , , , , , , , , , , , ,

1 Yorum

F4, SURİYE’DE UÇUKSAVARLA VURULDU

Başbakan Erdoğan dün tüm bölgenin merakla beklediği konuşmasında yine Türk uçağının uluslararası kara sularında vurulduğunu belirtti: “Altını çizerek söylüyorum. Suriye kara sularında uçağımız vurulmamıştır, uluslararası sularda vurulmuştur. Bunun bilinmesi lazım, bunun saptırma gayreti içinde olan içerde ve dışarıdakiler var.”

Diyelim ki Başbakan haklı ve uçağımız uluslararası sularda, yani 12.6 milde (20.3 kilometre) vuruldu. O zaman uçağımız mutlaka füzeyle vurulmuştur, çünkü bu menzile erişecek uçaksavar mermisi dünyada yok! Ve “uçağınız 100 metre yükseklikte alçak uçuş yaparken ve kıyılarımıza 2.5 km mesafedeyken uçaksavar mermisiyle vuruldu” diyen Suriye de yalan söylüyordur.

UÇAK VE RADAR FÜZE TESPİT ETMEDİ

Hürriyet‘ten Okan Konuralp çok önemli bir habere imza attı: BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Başbakan Erdoğan‘a soruyor: “Füze ateşlendiğinde, uçaktaki sistemin pilotu uyarması gerekmiyor mu? Bu uyarı doğrultusunda pilotların uçaktan ayrılması gerekmiyor mu?”

Başbakan Erdoğan‘ın yanıtı çok önemli bir gerçeği ortaya koyuyor: “Füzenin fırlatıldığı anı tespit edemedik. Ne uçağımız ne de kara radarlarımız bu yönde bir tespitte bulundu. Uçağın vurulmuş olabileceğini de irtibat kesildikten sonra anladık.”

Ne uçak ne de radarlarımız bu füzeyi tespit edemediğine göre demek ki ortada Suriye’den ateşlenen bir füze yok! Bu durumda da “uçaksavar mermisiyle vurduk” diyen Suriye haklıdır.

3. ÜLKE OLASILIĞI YOK

Bu çelişkiyi farkeden Erdoğan, Demirtaş‘a yanıtına şu sözleri de ekliyor: “Farklı bir füze donanımı olduğunu tahmin ediyoruz. Mobil bir rampa olduğunu tahmin ediyoruz.”

Bu durumda ortada Türkiye’nin, NATO’nun ve ABD’nin teknolojisinin çok ilerisinde geliştirilmiş korkunç bir füzeyle karşı karşıyayız! Haliyle bu teknolojinin Suriye’ye ait olamadığını düşünen Demirtaş yeniden soruyor Başbakan’a: “3. bir ülkenin uçağı düşürmesi ya da elektronik karartma yaparak düşürülmesine yol açması söz konusu mu?”

Erdoğan ve görüşmede yer alan asker ve sivil ekibi şu karşılığı veriyor: “O olasılığa da baktık. Böyle bir ihtimal görünmüyor. Füzenin ateşlenmesi ve sonrasında ön işaret alınmamış.”

Üzerinden beş gün geçmesine rağmen uçağımızın hangi silahla düşürüldüğü üstelik NATO teknolojisi ile hâlâ saptanamıyorsa, ortada artık iki seçenek vardır: Ya AKP hükümeti yalan söylüyor ya da Rusya – Çin teknolojisi almış başını gitmiş!

Aslında gerçek artık ortadadır: Uçağımız füzeyle düşürülmediğine göre uçaksavarla vuruldu. Uçamsavarla vurulabildiğine göre de uluslararası sularda değil, Suriye sınırları içinde vuruldu!

AKP TUZAĞI OKUYABİLECEK Mİ?

Sanki AKP hükümeti de “tuzağa düşürüldüğünü” anlamaya başlamış gibi görünüyor ancak iktidarının dayanağı olan ABD ile imzaladığı hizmet sözleşmeleri ve 10 yıldır girilen angajmanlar, onları çaresiz bırakmış durumda…

ABD istiyor diye Şam’a şahin kesilen, yüksek perdeden Beşar Esad‘a “istifa et” diyen, Şam karşıtlarını örgütleyen ve silahlandıran AKP hükümeti, şimdi “gerçek” durum kapıya dayanınca ortada kalmış oldu!

AKP hükümeti sözcüsü Bülent Arınç “savaş istemiyoruz” diyor, AKP sözcüsü Hüseyin Çelik “Bizim tabanımız ‘ordu Şam’a’ demez” diyor…

Hükümetin kalemşorları New York Times‘in uçağımızın düşürülmesinden bir gün önce yayınladığı “CIA Beşşar’a karşı Türkiye’de üslendi” şeklindeki haberin amacını anlamaya çalışıyor. Hatta bazıları bugüne kadar AKP’ye akıl hocalığı yapan Cengiz Çandar gibi isimlerin son dönemde neden kendilerini “ABD’nin Ortadoğu’daki taşeronu” diye suçladığını anlamaya çalışıyor.

Türkiye’nin bir tuzağa düşürüldüğü gerçeğini tam olarak anlamalarını ve Suriye’ye savaş açılmasına karşı çıkmalarını temenni ediyoruz. Geçmiş 10 yılı affettirmez belki ama en azından daha da kirlenmemiş olurlar!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
27 Haziran 2012

, , , , , , , ,

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın